Kafamı kesseler evimde davet vermeyecektim... Sen misin büyük laf eden

Yıllar önce elime bir kitap geçmişti. Kapağında ellili yılların reklam afişlerinde görmeye alıştığımız türde çizim olan küçük bir kitap.

Karavel saçlı, ince beline taktığı kalın rugan kemeri, kemerini tamamlayan yüksek ökçeli iskarpinleri, diz altında biten kloş eteği ile dönemin moda dergilerinden fırlamış gibi duran genç bir kadını sofra kurarken gösteren eski püskü bir kitap.

Yazarı kimdi acaba?

Hariciye Vekaletinin Protokol İşleri Müdürü olabileceği gibi davetleri dillere destan bir dilber de olabilir. Ama adı aklımda: Ziyafet Verme Sanatı.

Üzerinden çok zaman geçti ama Ziyafet Verme Sanatı’nın ziyafet vermekten çok doğru dürüst sofra kurmak, müftülüğe kulak asmadan çatalı bıçağı yerli yerine koymak, peçetelerin nasıl katlanacağını göstermek, rakı içiliyor ve meze yeniyorsa meze tabaklarını misafirlerin kolaylıkla erişebilecekleri yerlere koymak yok eğer daha ’Avrupai’ bir yemek yenilecek ve şarap içilecekse şarap kadehlerini boylarına göre dizmek gibi basit sofra ve davetliler nasıl karşılanır, sohbete nasıl başlanır, ne giyilir ne çıkarılır gibi adabı muaşeret kurallarını içeren bir kitap olduğunu hatırlıyorum.

Ekrem Muhittin Yeğen’in kitabı gibi yok mu satmış yoksa raflarda tozlanmaya mı bırakılmıştı kim bilir?

Bildiğim o küçümen kitabı küçümseyerek okuduğum.

Kıkırdamış, burun kıvırmış eğer ziyafet verme sanatı da buysa Türkiye’de ziyafetten çok şey yok buyurmuştum.

Hadi adına ziyafet demeyelim ama kentli kadınların büyük çoğunluğunun meslek hanesinde Ev Kadını yazdığı ve televizyonun salonların baş köşesine kurulmadığı o dönemlerde gerçekten de haftada en az bir kez davet verilirdi.

Öyle ’Eğer Bir Müşkülatınız Yoksa Annemler Bu Gece Size Oturmaya Gelecek’ türü akşam yemeği sonrası gelenlere çay kurabiye ikram edilen; adamların kendi aralarında politika kadınların kendi aralarında mahalle dedikoduları yaptığı türden davetler de değil, kadınları bütün gün mutfağa mahkum eden, yemek faslı kotarıldığında ütü faslına geçilen, gümüşlerin parlak, büfeden çıkan misafir takımlarının tozlu olup olmadığının kontrolü gibi atlanmaması gereken yüzlerce ayrıntı ile ev sahibesini daha akşam olmadan yorgunluktan bitap düşüren davetler.

BAK BAKALIM BARDAKLARDA PARMAK İZİ KALMIŞ MI?

Annemin sabahtan pala çalmaya başladığı böyle günlerde benim görevim onun ütülediği masa örtüsünün iki ucunu tutmaktı: Aman yere değmesin, dikkat et kırışmasın.

Bana saatler gibi gelen ütüleme işi bittiğinde o da örtünün diğer uçlarını tutar buruşturmamaya azami çaba göstererek yemek odasına seğirtir, jilet gibi kolalı örtüyü tabaklardaki yemeğin ısısı gomalak cilayı bozmasın diye daha önce masaya serdiği ince mitilin üzerine bırakırdık.

Ben ayak altında dolaşırsam son dakikada pişecek pilavın pirincini ayıklamak, bardaklarda yanlışlıkla parmak izi kalmış mı kalmamış mı bakmak, bir koşu gidip manavdan dereotu almak gibi bana zül gelen yeni bir işle görevlendirileceğimi bilir, kulağım iş yaparken çaldığı ıslıkta, odama çekilirdim.

Çekilmek de demek?

Beş dakika geçer geçmez mutfaktan Fiiguuş diye seslenirdi.

Önce duymazdan gelir ama ikinci Fiii’nin yüksek perdesi karşısında titrer, surat bir karış yanına giderdim.

Olur anne, tamam anne.

Davetlerden neffffret ederdim.

Yeminim yemindi: Kendi evim olduğunda kafamı kesseler davet vermeyecektim.

Sen misin büyük laf eden?

On dokuz yaşımda evden ayrıldım ve hücre gibi tek odalı evimizin enine üç boyuna beş karış mutfağında pişirdiğim ya tuzu az ya şekeri bol yemeklerle adına davet denebilirse eğer, davet vermeye başladım.

İKİ SAATTE 12 KİŞİLİK DAVET NASIL HAZIRLANIR HİNLİKLERİM

Yurtdışındaydık ve çevremiz bizim gibi gurbette yaşayan hülyası çok parası yok öğrencilerle doluydu. Pek azı kız çoğu erkek, benim gariban mutfağımın bile onlarınkinin yanında ileri teknoloji ürünü gibi durduğu mutfaksız, lavabosuz tek göz odalarda yaşayan öğrencilerle.

İşten çıkar okula gider, okuldan çıkar bize gelirdik.

Yemek yapmayı, bize gelmedikleri zaman kuru ekmeğe talim ettikleri için olsa gerek yaptığım her sıcak aşa büyük övgüler düzen bu arkadaşlarım sayesinde öğrendim. Övgünün yemek pişirmenin itici gücü, sohbetin yemeğin vazgeçilmezi olduğunu da.

İkinci evim ilkine oranla büyüktü.

Üstelik pişirirken pişmiş, mutfaktaki hünerimi ilerletmiştim.

Ankara’ya dönmüş annemle aynı büyük bahçenin içine kurulu ayrı iki evde arkalı önlü oturmaya başlamıştık.

Ağlayan çocuk, kurtarılacak dünya, sabahın ayazında gidilmek zorunda olunan iş, ek gelir için yapılan çeviriler bile hızımı kesmedi. Bizim ev açık bir evdi ve çekirdek aileden çok çekirdek cemaatin merkeziydi. Davet vermenin aslında bir zamanlama sanatı olduğunu da o evde öğrendim. Müthiş bir hızla iki saat içerisinde on kişilik yemek pişiriyor, sofrayı, üstelik ütülü örtülerle kurduğum sofrayı hazırlayıp kalan zamanda ne yapacaksam onu yapıyordum.

İşin püf noktasının o zamanlar hiçbir uygulamasına rastlanmayan hinliklerim olduğunu anladığında annemin gözleri yuvasından uğradı. Bal kabağı mı alındı, manava rica edip soyduruyor onun benim kollarımda derman bırakmayan ütü işini de küçük bir ücret karşılığında mahallenin fazla da işi olmayan erkek terzisine yaptırtıyordum.

Mönüyü saptamak önemliydi: Bir gece önce hazırlanmasında hiçbir sakınca olmayan giriş ve tatlı, eve gelindiğinde ocağa oturtulan ana yemek ve son dakikaya bırakılması vacip salata gibi.

Sonra zaman geçti.

Evim de dost çevrem de genişledi.

Ben sevsem de birbirini sevmeyen gece boyunca ağızlarını açıp tek kelime etmeyen ya da birini çağırıp da diğerini çağırmasan olmaz, yapışık ikiz misali yaşayan ve birbirleriyle konuşup kimseye laf bırakmayan farklı farklı dost.

Onlar sayesinde de davetlerde müziğin ve kimin kiminle çağrılması gerektiğinin önemini keşfettim.

Yemeklerin yağını donduran buz gibi havanın ancak müzik sayesinde çözüldüğünü bildim.

Zaman bu, durur mu, daha da geçti.

Ertesi sabah erkenden uyanıp işe gitmenin hiçbir sorun teşkil etmediği o yüzden de hafta içi verilen ve sabahlara kadar süren davetlerin yerini pazar öğle yemekleri aldı.

Kimin kiminle çağrılması gerektiğini düşünmüyorum artık.

Saflar çoktan tutuldu, kemikler katılaştı.

Şimdi aklımı yoran dostların tansiyonu, kolesterolü, et yemezliği.

Hálá mutfaktan çıkmıyorum.

Örtüyü birileri ütülüyor, ben ıslık çalıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları