İçimin kuşları... Paris’e uçun Yüksel Arslan’a mesajımı iletin

İstanbul’a gelirken cebimde iki sayfalık yapılması gerekenler listesi ile gönlümde iki maddelik görülmesi gerekenler çentiği vardı.

Önce yapılması gerekenler bitirildi, derken sıra gönül çentiklerine geldi: İstanbul Modern’deki Sarkis ve Santral İstanbul’daki Yüksel Arslan retrospektifleri...

Kimileri retrospektif fikrinden hoşlanmaz. Gittiği sergilerde ya sanatçının son dönem eserlerini görmek ister ya da bir küratör tarafından oluşturulan temalı sergileri yeğler.
Bense tam bir retrospektif hayranıyımdır.
Retrospektifi düzenlenen, yakından tanıdığım, serüvenini iyi kötü izlediğim bir sanatçı da olsa her sergide daha önce farkına varmadığım yeni bir şey keşfederim çünkü.
Ayrıca sanatçının o güne kadar yaptıklarını toplu olarak görmek yıllar içinde değişen ya da değişmeyen tarzını, katettiği yolları, soluklandığı durakları, takıntılarını, beslendiği kaynakları görmeme de olanak sağlar.
Sevdiğiniz bir sanatçının sanatını kavramak için elzem bu ayrıntılar ancak bir retrospektifte önünüze çıkar.

YÜKSEL ARSLAN’A TAM NOT

Gelgelelim retrospektif düzenlemek kolay iş değildir.
Sabır gerekir, zaman gerekir, para gerekir.
Bir de elbette retrospektifi düzenleyen kişi ya da kişilerin, sergisi düzenlenen sanatçıyı kılcal damarlarına varıncaya dek tanımaları şarttır. Sergiyi oluştururken sanatçının o güne kadar yaptığı eserleri bir araya getirmekle yetinmeyip, onu ve sanatını özel kılan bütün yan öğeleri de doğru düzenlemelerle izleyicilere sunmaları gerekir.
Böyle bakıldığında Yüksel Arslan’ın sergisi mükemmel bir sergi.
Bilenler bilir: Yüksel Arslan kendisine ressam denilmesinden hoşlanmayan, eserleri resim olarak adlandırılmasın diye yaptıklarına arture adını takan, yapay boyalardan nefret ettiği için doğal malzemelerle kendi boyasını yapan, can yoldaşlarım dediği düşünürler, ozanlar ve yazarlarla beslenen, 50’li yılların ortasından 60’ların başına kadar geçen kısa süre dışarıda bırakılırsa, hep, ha bire, döne döne, insanı çizen bir sanatçı.

KAPİTAL’İ RESİMLEYEN DELİ

Resim eleştirmenlerinin ortak diliyle söyleyecek olursak 20. yüzyılın en istisnai isimlerinden biri.
Ayrıca deli.
Delililiği milletin, bırakın okumayı, dokunmaya bile korktuğu Marx’ın Kapital’ini hatmettiği yetmez gibi resimlemesinden de belli değil mi?
Sergide 500’ün üzerinde arture sergileniyor.
Ayrıca Arslan’ın yıllardır desenler çizip düşüncelerini yazdığı binlerce sayfalık defterler de özel bir düzenek sayesinde izlenebiliyor.
Büyük kırmızı panolarda yer alan ve sanatçının kendi ağzından hayatını, sanata bakışını anlatan kısa metinler de cabası.
Üç kata yayılan sergiyi tadını çıkara çıkara dolaştım.
Bittikten sonra o kadar etkilendim, o kadar heyecanlandım ki hemen telefona sarılıp serginin küratörü Levent Yüksel’i aradım.
Ve laf olsun diye değil, gerçekten inandığım, gerçekten içimden geldiği ve gerçekten yaptığı işe şapka çıkardığım için, bildiğim bütün övgüleri bir bir sıraladım.
Sonra, giderler de belki Paris’in kuytu barlarından birinde pastisini yudumlayan ustanın omzuna konar, kulağına da usulca yüreğimden geçenleri fısıldarlar diye birer birer içimin kuşlarını saldım.

Esma Sultan sultası

Bundan 6 ay kadar önce yurtdışında yaşayan bir yakınım 60’ıncı doğum gününü Türkiye’de kutlamaya ve 60 yakın arkadaşını İstanbul’da ağırlamaya karar verdi. Yaz başında da İstanbul’a gelerek organizasyonu yapan şirketin kendisine önerdiği mekanları bir bir gezdi.
Sonunda aklı Esma Sultan’a yattı. Nasıl yatmasın ki? Hem açık hem kapalı alanı olan, dolayısıyla ekim gibi oynak bir ayda hava ister güneşli ister yağışlı olsun insana şık iki seçenek sunan harika bir mekân.
Bir sultan sarayı.
Kirasının yüksekliğine, yemeklerin sadece The Marmara tarafından yapılma koşuluna, hatta adam başı istenen ve bana çok ama çok pahalı görünen kişi başı yemek fiyatına aldırmadan kontrat yaptı.
Yemek olarak Türk mutfağından seçmece lezzetler verilecek ve Türk şarapları içilecekti.
Türkiye’nin en iyi lokantasında tıka basa yeseniz bile ödemeyeceğiniz yükseklikteki fiyatına karşın yaptığı kontratın sadece tek ve sıradan bir kırmızı şarap içerdiğini öğrenince bozuldu biraz. Gene de uzatmadı, kendi seçtiği şaraplar için istenen ekstra ücreti de ödedi. Sonunda özenip bezendiği, iyi geçmesi için dua ettiği gece gelip çattı.
Çoğu Alman 60 kişi ve aile bireyleri Esma Sultan’a geldiler.
Ilık mı ılık harika bir gece.

yemek-mutfak *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ağırlama-sofra *
ev-dekorasyon
tasarım
adres-mekan *
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi *
tatil-gezi-şehir
otel-spa-sağlık
sergi *
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre *


Bahçe harika, deniz kenarına kurulmuş ve kandillerle aydınlatılmış bölüm harika, sarayın yanı başında ışıl ışıl parlayan Ortaköy Cami’iyle daha da güzelleşen Boğaz manzarası, servis, sunum hepsi harika.
Sonra yukarıya geçildi, Cherie Çiçekçilik’in hazırladığı beyaz örtülü masalar, orkestra, şu, bu, dediğim gibi her şey harika.
Tek şey hariç: Yemekler. Yemekler kötüydü. Hem de çok kötü. Ve de çok az. Allah’tan kimse ikinci kez almaya yeltenmedi de herkese yetti.
Allah’tan konukların yüzde 90’ı Türk mutfağından bihaberdi de gırtlaklarından geçti.
Şöyle söyleyeyim, kör bir tadım yapılsa humusla favanın, favayla çerkez tavuğunun farkını anlayan çıkmazdı.
Esma Sultan Yalısı özel bir yer. Düğünler dernekler kadar şirketlerin yurtdışından gelen misafirlerini de ağırlamak için tercih ettikleri bir mekan.
Mutfağı da iyi diye bilinirdi ki... Değilmiş.
Bu işe çekidüzen verme vakti çoktan gelmiş de geçmiş.
İstanbul’da bizimki gibi bir yer yok diye tekelci bir zihniyete sahip değillerse eğer, hemen mutfak işine eğilmeliler.
Yoksa yabancılar daha çoook Türk yemeği diye o akşam bizim yediğimiz garabetlerden yer.

Bu Kalp Seni Unutur mu

Hatırla Sevgili dizisinin devamı olduğu söyleniyor ki öyle.
Hatırla Sevgili NU’nun gözbebeğiydi. Onun yayınlandığı akşamlar evden adım atmaz, etrafında da konuşup ilgisini dağıtacak isanların bulunmasından hoşlanmazdı. Ne zaman karşılaşsak diziyi izleyip izlmediğimi sorar, izlemediğimi söylediğimde de düpedüz kızardı.
Bu kez telefonla bildirdi, bak dedi, diğerini kaçırdın bari bunu kaçırma, üstelik başrollerden birinde senin çok sevdiğin Issız Adam’daki kız var.
Tamam dedim ve Çarşamba akşamı televizyonun karşısına geçtim.
Türk dizilerinde beni yıldıran şey ağır tempo ve araya büyük eslerin girdiği aksak diyaloglar.
İlk birkaç dakikanın sonunda temponun bildiğim diğer dizilere oranla daha hızlı, diyalogların ise daha anlamlı olduğunu görünce rahatladım. Şimdi kimsenin günahını almak istemem, bildiğim dizi dediğim de, annemle birlikte olduğum için birkaç kez izlemek zorunda kaldığım Aşk-ı-Memnu ile babam bayıldığı izin gene birkaç kez izlediğim Arka Sokaklar. O kadar...
Ben CNBC-e ve Dizi Max’çıyım arkadaşlar.
Gelelim “Bu Kalp Seni Unutur mu”ya...
Tempo, çekimler, dönemin ağır havasını doğru yansıtan gri bir atmosfer, huyları inceden çizilen karakterler, kostümler, hepsi iyi hepsi güzeldi.
Ben çevre düzenine takıldım. İlk sahnelerden birinde bahçede oturan arkadaş grubunun önünde duran iri şarap bardaklarına mesela. Yoktu öyle bardaklar. Salonda devetabanı ya da kauçuğun yerinde duran benjamin mesela, ya da ne bileyim pimapen pencereler, modern mekanizmalı tenteler, kaplı yorgan yerine nevresimler. Böyle böyle bir sürü ayrıntı.
Bir zamanlar sevgili Yavuz Özkan’ın Bir Sonbahar Hikayesi adlı filminde çalışmıştım. Üç aşağı beş yukarı aynı yıllar sağcısıyla, solcusuyla, üniversite gençliğiyle aynı çevre..
Bizimki gibi handiyse ayda bir çehre değiştiren ülkelerde, hele ki konu şehirde geçerse, dönem filmi çekmenin zorluğunu bilirim yani...
Gene de... Tomris Giritlioğlu müthiş titizdir ama gene de biraz daha özen sanki...
Yazarın Tüm Yazıları