Hatunyatmaz Ayşe

Sizlere çok açık söyleyeyim, benim diğer adım Hatunyatmaz; Hacıyatmaz’ın dişisi.

Haberin Devamı

Kendimi bildim bileli hep böyleydim ben. Hadi küçükken zorunlu yatırılıyordum anne baba tarafından, evliyken de koca tarafından, artık zorlayan yok Allah’a şükür.

Eee, maaşlı saatli bir işim de yok beni bekleyen. Hal böyle olunca da sabahları geç kalkabilmek lüksüm de otomatikman oluşuyor.

Gece yaşamak ve gece yaşamayı sevmek sanırım biraz aileden, daha doğrusu baba tarafımdan gelen bir durum. Babam da amcam da geç saatlerde yatarlardı. Küçükken kaç gece ihtiyaç molasına kalktığımda babamı yazar-çizerken görmüşümdür, sayısını bilmem.

Ana tarafım erken yatan, erken kalkanlardan, hatta annem evde misafir varken anlatılanları dinliyor gibi gözüküp başbakanımız gibi eli şakağında sıkça uyuya kalanlardan.

Ayça da aynı annem. Hatta o, lokantada verdiği siparişi beklerken uyuyacak kadar abarttı bu durumu. (Ayça’yla akşam yemeğine çıkmayı planlayanlara iki kere düşünmelerini şiddetle tavsiye ederim.) Amerika’da bir gece yemek yerken kafası tabaktaki ıstakozun üzerine düştü. Klasik Ayça. İki dakika uyusun, ellemeyelim dedik, insan uyurken üstüne kar yağarmış diye peçetelerle üstünü örttük. Meğer kızın tansiyonu düşmüş bayılmış, az daha elden gidiyormuş benim canım kardeşim.

Gelelim sadede...
Bir gün sormuştum babama, “Baba gündüzler torbaya mı girdi, niye hep gece çalışıyorsun?”

Cevap olarak demişti ki, “Kızım el ayak çekilince, tüm günün yaşanmışlıklarını ve okuduklarımı sindirince daha rahat yazıp çiziyorum.”

Geçen gün Hürriyet arşivinde Oğuz Aral yazılarına bakarken, buna benzer bir yazısıyla karşılaştım amcamın.

“Geceleri daha üretken oluyorum, hatta iki tek atınca aklıma neler geliyor, neler. Bunları bir yere not ediyorum sabah okuyunca da, yok len bunlar da fazla abartılı olmuş diyorum” gibi.

İşte aynı durum bende de var. Gece evde el ayak çekilince, sessizlik ortama hâkim olunca gündüzün tembel, Bezgin Bekir Ayşe’si gidiyor, yerine Düttürü Ayşe geliyor.

Gündüzleri aklıma gelmeyen yazı konuları toplu hücum şeklinde beynimi tacize girişiyor.

Okuyamadığım, okuyayım diye sıraya koyduğum kitaplarımın her birinden en az on-on beş sayfayı yutarak okuyorum. Hadi, onları okurken aklıma film senaryoları geliyor. Aşkından cinayetine, polisiyesinden bilim kurgusuna aklınıza ne gelirse.

Bununla sınırlı kalsa amenna. Şarkı sözleri, hatta beraberinde de melodileri sanki üstüme yağıyor:

“Kedini de al gel yanıma, sokulalım birbirimize burun buruna, sen patilerimin sıcaklığını hisset ben de mırlayayım senin kulağına”

“Erkeksiz yaşayamam abi, bendeki karşıdan karşıya geçememe hali, dün hep aklımdan geçti erkeğimin beni saran nasırlı elleri”

O an teknik imkânım olsa, en az iki albüm hazır ve nazır emrinize amade.

Sonra bir anda içimi oyuncu olup rol yapma isteği bürüyor, oturduğum yerde kendimden bekleyemeyeceğim performanslar sergiliyorum.

Ayağa kalkıp, Arka Pencere’deki Grace Kelly (biraz iri yarısı), Breakfast At Tiffanys’deki Audrey Hepburn (biraz göbeklisi), hatta sinirim tepemdeyse Exorcis’teki Linda Blair (ha işte ona cuk oturuyorum zaten deli olduğumdan) olup bahçeye açılan camlı kapılarımda kendimi kaptırarak rol kesiyorum.
Eski filmlere hasta olduğumdan ve her türlü eski film arşivimde bulunduğundan, CD’yi de koyup hatta replikleri de tekrar ederek iyice havaya giriyorum.
Ha o arada içim, yanımda James Stewart, George Peppard gibi bir yakışıklıyla karşılıklı oynayalım istemiyor mu? Elbette istiyor ama nereden bulacağım ki hem o kadar yakışıklı olup, hem de gece uyumayan adamı?

Bu şekilde kurtlarımın yarısını dökünce, dökemediğim diğer kurtlar sayesinde hemen, televizyona yapacağımız program için aklıma deli ötesi fikirler gelmeye başlıyor.

Uçan balonla stüdyoya iniyorum, direk seyircilerin kucağına düşüyorum, onlar da beni havaya kaldırıp on beş kere evirip çeviriyorlar, o sırada müzik başlıyor ve havai fişekler atılıyor stüdyoda, ışık silsilesi içinde ben incecik, sıfır karınla, belden aşağı kıvrım kıvrım haldeki kızıl saçlarım ve Zeta Jones bakışlarımla seyircilere hoş geldiniz diyorum, alkışlar kopuyor “Ayşe sen bizim her şeyimizsin” diye, stüdyo inliyor...
(Daha çok var. Mesela uçakla stüdyoya inme planım, kolumda yakışıklı pilotla)

Ben bunları düşünürken içimi bir anda biriyle paylaşma duygusu kaplıyor. O birisi kim? Tabi ki Ayça. Bazen kendimi tutamayıp arıyorum, aklım sıra Ayça bana diyecek ki, “Abla uyuyordum ama valla uyandığıma değdi, sen kesin üstün zekâlısın, süpersin ya. Valla yapalım bunları.”

“Alo Ayçacığım kusura bakma, uyandırdım ama bak aklıma ne geldi, şimdi ben…”

“Abla yat zıbar! Korkuyorum ya, kekeme olacağım sayende.”

Bu arada Ayça’nın kocası soruyor, “Ne olmuş, hayırdır hastalanmış mı, gidelim mi?”

Ayça’nın cevabı, “Evet kocacım hasta. Hasta da, senin tahmin ettiğin yerlerinden değil!”

“Hadi Ayşe yattttttt!”

Daha bugüne kadar Ayça’dan istediğim cevabı alamadım ama demedi demeyin bir gece bana öyle bir fikir gelecek ki, Ayça bile ne zeki bir ablası olduğunu kabul etmek zorunda kalacak.

Oooo saat olmuş sabahın beşi, ben hafiften yatağıma doğru yola çıkayım. Ne demişler, erken yatan çok yol alır…

Not: Her türlü sitenin gece bekçiliği yapılır. Sigorta falan istemem, internet bağlantısı, televizyon ve cd player yeterli…

Yazarın Tüm Yazıları