Hakiki Bodrum

“Yolculuk nereye?” sorusuna “Bodrum’a” diye cevap verenleri evvel emir yadırgadım...

Haberin Devamı

Bana göre “Bodrum’a gidiyorum” demek, “Yurtdışına gidiyorum” demek gibi yuvarlak bir laf ve gidenin, gittiği yerin acemisi olduğunun birinci elden kanıtı.
Nasıl ki hiçbir zebranın çizgisi diğerininkine benzemez; Bodrum‘daki hiçbir adres de birbirine benzemez.
Bodrum’un dip dibe dizilmiş beldelerinde hayat farklı akar.

Hakiki Bodrum

Birini seven diğerinden hazzetmez... Hazzetmezden de öte; burun büker, dudak kıvırır...
Bodrum yerlisinin de Bodrum’a yerleşmişin de tanıştığı herkese adının hemen ardından adresini sormasının nedeni budur.
Egeli değil mi, illa kestirmeden gidecek. Adresini öğrenecek ki, neyin nesisin bilecek.
Bir yere kadar haklı da.
Ama bir yere kadar...
Yaşamak için, yerleşmek için hatta gelip geçmek için seçilen adres bir ölçüde insanı ele verir ama iş onunla bitmez.
Soğan gibidir de Bodrum aynı zamanda. Kabuğunu bilen çok, soymasını bilen azdır.
Cücüğüne değebilense ondan daha da az...
Kabuk her gün, her gazetede bildiğiniz üzere, renkli fotoğraflar eşliğinde boy göstermekte.
Peki ya cücük? Ondan hiç bahis yok. Oysa Bodrum’u Bodrum yapan o cücüktür. Size dilim döndüğünce cücüğü anlatayım istedim. Kolay olmadı ama... Kuzen Yaman yardım etmese anlatamazdım da.
Anlatamazdım çünkü anlatacağım insanlara ulaşamazdım. “Hangisinden başlıyoruz?” diye soruyorum Yaman’a. “Âmâ Cengiz Kaptan’dan” diyor...

Haberin Devamı

Amâ Cengiz’i gözünde kara gözlükleri, küçük teknesinin kıçına oturmuş bizi beklerken buluyoruz.
Çocukken geçirdiği hastalık nedeniyle görmez olmuş. Işığı bile seçemiyor, amma vellakkin 40 yıldır kaptanlık yapıyor.
Nasıl yapıyor akıl hafsala alır gibi değil.
Soruyorum, anlatıyor: “Dümen tutana serdümen denir. Ben kaptanım, kaptan denizi bilendir. Denize çıkılıp çıkılmayacağına karar verendir.”
Soruma sinirlendi mi ne?
Soluklanmasını fırsat bilip “Dünyadaki tek âmâ kaptan siz olmalısınız” diyecek oluyorum...
“Yok” diyor; “Bir tane daha varmış benim gibi. O da körmüş, Mississippi’de gider gelirmiş. Ama nehir kaptanlığı açık deniz kaptanlığına benzemez.”
Tamam farkını ortaya koydu.
Bodrum’a getiriyorum lafı, “Neydi, ne oldu?” diye soruyorum.
“Kirlendi bu kasaba” diyor.
“Nesi kirlendi? diye sorma sakın.” Kendi kendine konuşur gibi “Nesi kirlenmedi ki?” diye iç geçiriyor: “Havası, denizi, insanı... Hepsi kirlendi. Para kirletti burayı.”
O arada fotoğraf çekimi için açılıyoruz. Başa geçiyor, eğilip radoyu alıyor poz veriyor, elini kara gözlüklerine siper edip ufka bakıyor. Çekim bitimi kıyıya dönerken dümendeki yardımcısına “İskeleye kır, tornistan, boşa al!” diye bağırıyor.
İndiğimizde Yaman’a “Gerçekten görmüyor mu?” diye soruyorum. Hani bulanık bile olsa?
“Hayır” diyor Yaman, “Görmüyor. Sıfır! Bildiğin kör ama gördüğün gibi, bir şekilde gören kör...”

Haberin Devamı

Hakiki Bodrum

PRENSES TERZİSİ

Bodrum’un aslını soracak olursanız acımasız bir yarımadadır. Üç yanı oynak deniz, gerisi çorak toprak... Bakmayın dışarıdan nasıl göründüğüne. Gelip geçeni besler, serper serpiştirir ama kendine hayrı yoktur.
Dışarıya gösterdiği hoşgörüyü içeriye göstermez asla. Kimsenin hayatına karışmaz, doğru bildiğini ötekine dayatmaz. Bizlerin Ege’ye gelip serilme nedenimiz biraz da budur. Ama gelin bir de buraya gelen gelinlere sorun. Bence cevap belli: Tövbe!
Yaman’a nazlanmış olduğunu biliyordum Asiye Özkeskin’in. Üstelediğinde hatır için çiğ tavuk yeme geleneğinin ağır bastığını da. Hevesli değildi; kuzen hatırına kabul etmişti ve fena halde tedirgindi...
Ama hazırlanmıştı da bir yandan. Bilenin bildiği, ömürden ömür alan bir iğne işi vardır. Ondan koca bir oyayı başına sermiş, üstüne kendi elleriyle diktiği bir elbise giymiş, yetmemiş Bilun Dohmen ile Yağmur Ayaz’ı da çağırmıştı. İkisi de Bodrumlu, ikisi de güzel.
Onlar fotoğrafa hazırlanırken Asiye’yi soru yağmuruna tuttum. Anlattı iki kahkaha: “Kızım bir şey içer misin?” arası “Aman yazma!”
Yazılmayacak neydi peki?
“Kocamın öldüğünü yıllar yılı kimseye söyleyemedim. ‘Kocanız ne iş yapar?’ diye sorulduğunda oğlanların işini söyledim. Şimdi kocadım da ‘rahmetli oldu’ diyebiliyorum. Gene de yazma.”
“Peki nerede satıyorsun bu elbiseleri?” diye soruyorum. “Evde” diyor. “Nasıl biliyorlar burayı?” diyorum. “Bilen biliyor” deyip körfezin bilinen tüm prenseslerinin adlarını sıralıyor.
“Niye dükkân açmıyorsun peki?” diye soruyorum. “Adamın gözünü çıkarır Girit işi. Bir gözümü Girit işi çıkaracak, ötekini de vergi... Almayayım mersi” diyor.
Bir de, yazmazsan iki elim yakanda diye yemin verdiriyor: “Cemil İpekçi’nin de üstümde çok hakkı vardır”.

Haberin Devamı

DENİZCİLER KAHVESİ

Asiye Hanım’dan sonra biraz soluklanmak, bir-iki lokma atıştırmak için Kumbahçe Mahallesi’ne yollanıyoruz.
Sonraki durak önemli. Saat dörtte cücüğün cücüğüne değmek için Denizciler Kahvesi...
Eğer Bodrum’un cücüğü yerlisiyse, cücüğünün cücüğü süngercisidir.
Yaman, Cevat Şakir’i de yakından tanıyan asırlık çınarların da orada olacağını söylüyor.
Meydandaki kahveye kararlaştırdığımız saatten hayli önce gidiyoruz. Ve hepsinin çoktaan gelmiş olduklarını görüyoruz. Merhaba, el sıkışma geldikleri için teşekkür etme faslından sonra susuyorum.
Neyi nasıl soracağımı bilmiyorum. Bir gazete yazısına sığar mı bir ummana sığmamış hayat? İçlerinde en genci 68 yaşında.
Cumhur İlik anlatmaya başlıyor. Namı diğer ‘Tıkır Tıkır Cumhur’... “15’imde başladım dalmaya” diyor; “Nargileyle dalardım. Yedi yıl süngere daldım. Sonra Amerikalı bir adamla tanıştım, adı Peter, onunla batığa dalmaya başladım. Tam 10 batık çıkardık birlikte. İzmir’den Antalya’ya bilmediğim, dalmadığım batık yoktur. Çok eser çıkardık.”
Susuyor. Sonra bir an aklına gelmiş gibi dönüp, “Ola da beni kaçakçı sanma, çıkardığım her eser müzede sergileniyor. Burada da var, İzmir’de de var” diyor.
Bu kadar.
Denizci sustu mu pir susar.

Haberin Devamı

KÜREKLE ALAÇATI

Ali Yuvanç, namı diğer ‘Ladyon’un Ali’ devralıyor onun bıraktığı yerden. Yaş 87 ve felçli.
Tekerlekli sandalyesinde dimdik oturuyor. Ama zor konuşuyor.
13’ünde başlamış dalmaya. Ne nargile var o zaman ne başka şey. Ciğere kuvvet!
Peltek diliyle: “Şimdi sana masal gibi gelecek ama altı metrelik motorsuz kayıkla, çift kürek, dört kürekçi, kürek çeke çeke giderdik süngere. Ben aynacıydım...” diyor.
Anlamadığımı görünce, “Kayığın altında cam olur, dibe bakar süngeri yakalarsın, o işte” diye açıklıyor.
“Allahsız derlerdi bana, öyle disiplin vardı bende. Göz yaşına bakmazdım korkanın, inmeyenin. Dalgıç dediğin derine inecek ve süngeri kapıp gelecek. Korkmak olmaz. Bir defasında hiç unutmam, Gümüşlükten Alaçatı’ya kürek çekerek gittik. Bu eller var ya, kürek çekmekten kütük kesildi. Şimdi bile birinin karnına vursam, deler geçer!”
Gözü kıpırtısız sağ eline gidiyor. Heeyy gidi günler heyy dercesine sol elini sallıyor. Gözü ufka dalıyor...

Haberin Devamı

OKURLAR İNANMAZ

Sırada Mehmet İmbat...
“Yaşınızı öğrenebilir miyim?” diye soruyorum. “Büyük oğlan 74” diyor ve hınzır hınzır gülümsüyor.
1921 doğumluymuş. Ne eder? 93 mü?
Zehir gibi bir hafıza, sular seller gibi bir anlatım... 12’sinde başlamış dalmaya. “Ben de onun gibi (Ali Yuvanç’ı gösteriyor) kürek çeke çeke gittim burden tee Urla’ya. Urla nere bilir misin? Tam iki buçuk ay sürdü yolculuk. Üç kayıkta 12 kişi... Benim dışımda şimdi hepsi rahmetli.
Cevat Şakir’i iyi tanırım. İyi adamdı ama ‘ekmeğini denizden çıkarırdı’ lafı yalan. Balık tutardı kıyıda o kadar. Nasıl çıksın ki zaten bizim gibi şafakta? Adam sürgün, her sabah gidecek, karakola imza verecek...
Bella Sombra ağaçlarını da o getirmedi Bodrum’a. Yanlış bilinir, o zaman Dr. Mümtaz belediye başkanı, o getirttiydi, balıkçı diktiydi.”
Sessizlik...
“Başka?” diye üsteliyorum.
“Başka ne olacak kızım, bizimki hayat değil ki masal. Anlatsam zaten inanmazsın. Sen inansan da okur inanmaz!
İyisi mi sen, ‘İmbat Mehmet ömrünü süngere vermiş ama evinde tek süngeri yokmuş’ diye yaz; yeter...”
Mehmet Güner Oğuz’un lakabıysa ‘Şanzıman’. “Yaşınız?” diyorum; “35!” diyor.
“Bölecek miyiz, çarpacak mıyız?” diye sorunca kahkahayı patlatıyor.
“Ben denizci değil, sanayiciyim” diyor. “Motor yaptığımdan namım ‘Şanzıman’. Denizci kasketi giyerim, denizi severim ama bunlar gibi dalmadım hiç. Ama bunlara çok emeğim geçti. Şu arkada balıkhane vardır, balıktan dönen gelir, balığı oraya indirir. Yıl 70’lerin başı... Barbunun elim kadar, kilosunun 110 kuruş olduğu zamanlar... Elin İstanbullusu gelir, kilo kilo balık alır götürür. Bir de ayıklatır! Bir gün tuttum; ‘El emeği teşekkürle ödenmez’ diye bir levha yazdırdım; geldim balıkhanenin duvarına astım. Hâlâ orada durur. Ondan sonra gelenler teşekkür etmeyi bıraktılar, ellerini ceplerine attılar. Bunlara kalsa...”

İLK MAVİ YOLCULUK

İsmet Özsarsılmaz’a da yaşını sorarak başlıyorum:
“84.5’tan 85... 7 yaşında çıktım denize. Babam süngerci. Yıl 1949, bir gün bir Yunanlı bana bir motor verdi. Taktım şırnığın kıçına balığa çıktım. Çıkış o çıkış!
Haa bi de kayığı, Fatih gibi karadan yürütmüşlüğüm var. ‘Bitez balık kaynıyor’ dedi biri, denizden gidene kadar balık kaçar, kızağa taktığımla şırnığı Bitez’e gittim. O Bitez ahalisini görecektin, hepsi faltaşı!”
Son olarak Ahmet Şerif Övcü alıyor sözü: “Yaş 81” diyor ben sormadan; “Babam da büyük babam da Bodrumlu, onlar süngerci ben turizmci.
Ciğerim yoktu, dalmadım.
1948’de 5 kuruşa liman turu attırırdım isteyene.
1955’de yedi ortak, yedi metre kayak, yedi beygir motor aldım; tam beş yıl İstanköy’e adam taşıdım.
1967’de ilk ayna kıçı aldım ve Mavi Yolculuk’u başlattım.
Harita yok, pusula da yok... Hiç unutmam Kemal Kaptan ‘Korkacak bir şey yok, hep güneşe bak Alanya’yı bulursun’ dediydi ilk seferde, bulduk alimallah...
Azra Erhat, Mina Urgan, hepsini gezdirmişliğim var.
Haa bir de toprağı bol olsun, Fikret Kızılok’u...”
Fotomuhabiri Murat, güneş düşecek diye korkuyor; bir an önce fotoğraf çekmek istiyor.
Oturduğumuz kahve ona göre değil, ilerideki iskeleyi gösteriyor: “Oraya gidebilir miyiz?” “Tabii” diyorlar. “Peki sandalye de götürebilir miyiz?” Sandalyeleri kapıyorlar.
Rap rap... Ne sendeleme ne sallanma...
Arkalarından bakıyor, “Ömrünüzün son gününe kadar keder nedir bilmeyin” diye dua ediyorum...

CEM YILMAZ MIYIM?

Fotoğraf faslı bitti ama ben de bittim. Bitmesine bittim de Allah kahretsin iş bitmedi.
Bağarasına; tabiri caizse değil, caiz; Deli İsmail ile Ümmühan’ın Bodrum’daki ödüllü ve tabelasız lokantasına gidiyoruz.
İsmail, “Vayy ablam gelmiş” diye bizi karşılıyor ve VIP masasına buyur ediyor.
VIP masası dediği, hep kendinin oturduğu mutfağın bahçeye açılan penceresinin önündeki cam masa. Koca bahçede bizi oturtabileceği başka boş masa yok çünkü. Mandalina bahçesinden lokantaya devşirilmiş büyükçe bahçedeki masaların tümü dolu. Hep dolu. Bütün yaz dolu.
Bundan altı-yedi yıl önce, annemin “Gel seninle bir çikolata sufle yiyelim” diye alıp beni götürdüğü virane Bitez evi, şimdi bilenin bildiği, tertemiz ve ‘very trendy’ bir lokanta artık.
Deli İsmail’in arkamdan saydıracağını bile bile, başarısının sırrının Ümmühan’ın inadı olduğuna inanıyorum.
Ümmühan Fethiyeli. İsmail Bitezli. Biri 40, diğeri 45 yaşında. Bir şekilde araya birileri girmiş ve görücü usulü evlenmişler. Bence İsmail’e ‘evet’ diyecek kız bulamadı aile Bitez’de, ondan Fethiye’ye uzanıvedileee’...
Üç kere görüşmüş, dördüncüde nikâh masasına oturuvimişle. Öyle anlatıyor Ümmühan.
“Saftı, şefkatliydi, deliliği yok değildi ama görmezden geldim” diyerek...
10’uncu ayda ilk çocuk.
Para yok, pul yok. İsmail üstüne maço, çalışmasına izin yok, iki yıl sabretmiş sonra attığıyla çığlığı, Aktur’daki lokantaya girmiş.
Akıllı; öğrenmiş.
Akıllı; yetmemiş kurslara gitmiş.
Akıllı olmanın değil yaratıcı olmanın önemini kavramış, kendi tariflerini geliştirmiş.
“Marmara Oteli, ödül filan almaca, bu günlere geldi. Hakkını yemeyeyim ama İsmail’in de bu başarıda payı çok: İsmail, gecenin bir ortası, hele ki nasırına basacak birini bulsun, iskemleye çıktığıyla başlıyor fıkra anlatmaya.”
VIP masasındayız ya, habire telefon çalıyor: “Alkol kullanıyor musunuz?” diye soruyor arayana. “Hee” diyor, “O zaman beş gün sonrasına iki kişilik yerimiz var...”
Sonra bana dönüp, “Ablam” diyor, birileri geliyor, bir şişe su, bir köfte, fıkra anlatayım diye bekliyor. Len Cem Yılmaz mıyım ben? Öne gaç para veriyen?
Abemin ‘eytim şart’ dimesi gibi ‘alkol şart’ dimem o yüzden!
Yiğmi liralık yiyoo, gece boyu fikra enletmemi istiyoo şerefsizle!”
Dedim ya, deli...

Yazarın Tüm Yazıları