Gökova’da renkahenk

Geçen hafta hızlı ama keyifli bir yolculuk yaptım. Gökova'nın cennet koylarında maviye boyandım, lezzet duraklarında damak çatlatan yemekler yedim. Bol duraklı bu yolculuk sayesinde zahmetli yolculuklar için epey enerji topladım.Dağ, tepe, yayla derken birden denizi unuttuğumu hatırladım. Yaz bavulunu toplayıp gitme hazırlığında, ben ise ayağımı bile henüz denize sokmamışım. Aslında denizsiz yazlarım çok oldu. Ama ben denize girmeden, güneşe doymadan sonbaharı özleyemiyorum. Güneş altında, saatlerce kavrulan cinsten değilim. Sabahın erken saatlerinde, deniz çarşaf gibiyken girip, uzun uzun yüzerim. Daha sonra bir gölgeye sığınıp, güneş insafa gelinceye kadar kitap okumaya çalışırım. ‘‘Deli bellediğini beller’ hesabı, huyunu suyunu bildiğim yerleri tercih ederim. Kötü sürprizlerle karşılaşıp, kısacık keyif gezilerimin kabusa dönüşmesine asla izin vermem. Onun için yıllardan beri hep aynı yerlere giderim. İşi şansa bırakmam.Bu yıl da yolumdan sapmadım. Yayla turundan sonra ilk durağım, Marmaris-Datça arasında, Gökova'nın cennet körfezlerinden birinde, Bördübed mevkiinde, ormanların içinde kaybolmuş ‘Golden Key’ tatil köyü oldu. Orada, daha önce yola çıkan eşim ve dostlarımla buluşacaktım. ‘Golden Key’e tatil köyü dediğime bakmayın, orası küçücük bir sığınak. 12 saat süren 'sıcak' bir yolculuktan sonra vardığım köyde her şey yerli yerindeydi: Yani deredeki sazanlar, yılan balıkları, kaplumbağalar, kurbağalar, ağaçların arasında koşturup duran tavus kuşu, arada bir görünüp kaybolan tavşanlar, tabii ki çeşit çeşit kuş -çünkü orası kuşların yatağı. Ağustos böcekleri de nefeslerinin yettiğince bağırarak, tüm çevreyi cızırtıya boğmuşlardı. Odama çantaları atıp, kızıl çamların arasına gerilmiş hamaklardan birine uzandım. Akşam yemeğine kadar, yorgunluğun vücudumdan süzülüp gitmesini bekleyecektim. Hafif hafif sallanırken uyuya kalmışım. Rüyasız bir uyku... Eşimin sesiyle uyandığımda, alacakaranlık ormanı sarmıştı. Benim gibi buranın hayranlarından olan Mustafa ile Nazan, köyün yöneticilerinden Erdal ve Kudret ile anlaşıp, bana hoş bir sürpriz hazırlamışlardı. Akşam yemeğini, gündüzleri plaj olarak kullanılan yarımadada, denizin hemen kıyısında yiyecektim. Yemeğe dalga sesleri de katılacaktı. GÖKYÜZÜNDE DOLUNAYYarımadaya vardığımızda yemek masası hazırlanmış, meşaleler yanmıştı. Ada'nın yıllardan beri değişmeyen koruyucusu Yusuf'la hoş beşten sonra yemeğe geçtik. Gecenin ana yemeği, orta büyüklükteki deniz çipurasıydı -sarı yanaklarından anladım. Has zeytinyağı ile tatlandırılmış yeşil salata, ızgara sebzeler, tadımlık deniz börülcesi, yine tadımlık semizotu salatası. Bir tabak da, usta bahçıvan Beytullah'ın bahçeden topladığı taze incir... O gün ayın 14'ü idi. Gecenin geç saatlerine doğru karşı kayalıkların üstü aydınlandı. Gümüşi aydınlık daha sonra, Gökova Körfezi'nin karanlık sularında yansıdı. Denizin üstünde yakamozlardan ışıl ışıl bir yol oluştu. Sonra ay yüzünü gösterdi. Portakal rengini Marmaris üstünde soyunmuş, buraya çırılçıplak gelmişti. Lezzet şölenine bu görsel şöleni de katık edip geceyi bitirdim.Ertesi gün, yüzerek, kitap okuyarak -Kralın Kervanları-, deredeki balıklara ekmek atarak, hamakta sallanarak, gökyüzüne bakarak tembellik hakkımın tadını çıkardım. Akşamüzeri, Datça Yarımadası'nı gören bir tepede güneşi batırdık -bunu her yıl yapıyordum. Bu noktadan sessizliğin eşliğinde, güneşin batışını seyretmeye doyum olmuyordu. Çeşitli renklere boyanan gökyüzü, mor ve siyaha bürünmüş kat kat dağ silueti, altın yakamozların üstünden bir gölge gibi süzülen tekne, kızıllıklar arasında kanat çırpan beyaz bir martı, ‘renkahenk’ tabloyu daha büyülü kılıyordu.KOY KOY DATÇAO akşam yemeği Bozburun yolunda Selimiye'de, yat limanının hemen yanındaki Zuhal Hanım’ın restoranında yedik. Bir lezzet düşkünü olan Zuhal Hanım, mönüsünde yine en leziz yemekleri sıralamıştı. Ben seçim yapmakta her zamanki gibi zorlandım. Kendi tabağımı silip süpürdükten sonra, çatalımı masa arkadaşlarımın tabaklarına daldırıp çıkardım. Bir sonraki günün programında ‘mini mavi tur’ vardı. Hisarönü'nde Turgut Köyü'nden kalkan teknenin ilk uğrak yeri Tavşanlık Koyu oldu. Sordum soruşturdum, tavşan yaşamayan adaya neden bu adın verildiğini öğrenemedim. Daha sonraki uğrak yeri olan Dişlice Koyu'nda, suların rengini tarif etmekte zorlandım. Açıkta boncuk mavisi olan su, kıyıda cam yeşiline dönüşüyordu. Biraz ötedeki küçük kumluklarda ise turkuvaz havuzlar oluşuyordu. Azı dişini andıran kırımızı kayalar, Akdeniz'den gelen rüzgara siper olmuştu. Fazla dayanamayıp bu renk cümbüşünün kollarına kendimi bıraktım. Nefesim kesilinceye kadar kulaç attım. Nefesim kesilmek bilmedi.Bir sonraki durak, mavi yolcuların cennet sığınağı Belcik Koyu idi. Ağaçların gölgesindeki yeşil sular da bir önceki koy gibi davetkardı. Cır, cır, cır... Ağustos böcekleri ağız birliği etmiş, ağustos sıcağını seslendiriyorlardı. Serin sudan çıkıp, teknenin gölgesine sığındım. Yattığım yerden, Gökova'nın renklerini düşündüm. Ana renk olan lacivert, zemindeki yosunun, kumun, çakılın etkisiyle bir tondan başka bir tona atlıyordu. Kamelya Adası'nda küçük bir koyda öğle yemeği molası verdik -taze nane, fesleğen ve domates soslu penne. Teknelerin hücumuna uğramış olan Manastır koyunu kıyı kıyı geçip, son durak olan Amerikan Koyu'nda demirledik. Bir işadamı bu adada Amerikalı eşine, taştan bir malikane yaptırdığı için koy bu adı almıştı. Uzun süre denize hasret kalacağımı bildiğim için, koyun şırıl şırıl suyunda uzun uzun yüzdüm. Tekneye çıktığımda, tüm benliğimin maviye boyandığını hissettim. Yolculuğun başladığı Turgut Köyü'nde, istemeye istemeye tekneden ayrıldım. Ama ruhum orada kaldı. İki gün sonra ‘Golden Key’e veda ettim. Bahçıvan Beytullah, konserve kutularına ektiği begonyaları, boru boru mavi çiçek açan zakkum fidanlarını, bahçeden topladığı meyvelerle dolu sepeti bagaja itinayla yerleştirdi. Hedefimizde Çeşme ve Alaçatı vardı.Selçuk'ta otoyolu terk edip, direksiyonu Tire'ye doğru çevirdim. Niyetim Mustafa ile Nazan'a, Kaplan Köyü'nde ziyafet çekmekti. Kıvrıla kıvrıla çıkan dağ yolu baharda daha güzeldi. Çünkü o mevsimde yeşil daha parlak, papatyalar diz boyu idi. Şimdi ise acımasız sıcak, dağı taşı sarartmıştı. Kaplan Restoran'da bizi Hürmüz Hanım karşıladı. Lütfü Tire'ye inmişti. Otun en az olduğu dönemde Hürmüz'ün neler hazırlayacağını merak ettim. Biraz kabak çiçeği dolması, biraz marul yemeği, soya soslu küçük kabak -Girit kabağı-, zeytinyağlı sarma, yoğurtlu pazı, karpuz büyüklüğünde domates dilimleri, tabii ki keşkek, domates soslu Tire kebabı, biraz soğanlı köfte. Bu nefis yemeklerin üstüne de kıtır kıtır karpuz reçeli ile karadut marmeladı ile tatlandırılmış lor peyniri geldi -Tire'nin tatlı loru insana parmaklarını yedirir. Muhteşem manzara eşliğinde yediğim bu yemeklerden sonra direksiyona oturmaya cesaret edemedim, bu zor görevi eşime devrettim.ÇEŞME'NİN GÜRÜLTÜSÜÇeşme ve Alaçatı, tatil dönemlerinde hiç ihmal etmediğim ikili. Çeşme'nin medeni görünümü, Dalyan'ın balık restoranları, birbirinden güzel koylar gelenleri kendine aşık eder. Bu gidişimde gürültünün biraz arttığını gözledim. Yol kıyısına sıralanan ilan panolarına bakınca, ünlü ünsüz bütün şarkıcı türkücü takımının Çeşme'ye akın ettiğini gördüm. Bodrum'dan sıkılanların, Çeşme'yi ‘Bodrumlaştırmaya’ çalıştıklarını gözledim. Onlar ki, cennet Bodrum'u gürültüye boğmuş, dağı tepeyi binayla kapatmış, güzelim koylarını kirletmiş, gürültüyü ayyuka çıkartmış, gerçek Bodrum severleri kaçırtmış, sonunda orayı terk edip, bozacak yeni yerlerin peşine düşmüşlerdi. Yeni adres Çeşme ve Alaçatı'ydı. Dalyan'da kaldığım Ontur Oteli pek hoşuma gitmedi. Binanın mimarisi, deniz kıyısı otelinden daha çok bir dağ otelini andırıyordu. Başta plaj bölümündeki servis elemanları olmak üzere, çalışanlar müşterilerle iyi iletişim kuramıyorlardı. Aslında böyle büyük, bol yıldızlı otellerde kalmak adetim değildir. Ama hiçbir yerde yer bulamadığım için burada konaklamak zorunda kaldım. Eleştirimin yanı sıra, otelin denizinin muhteşem olduğunu da belirtmekte yarar görüyorum.Alaçatı'ya ne zaman gitsem, daracık sokaklardaki taş evlerin bir kaçının daha minik bir otele, restorana veya kahveye dönüştüğünü görürüm. Bu sefer de öyle oldu. Yeni açılan küçük otellere hayran oldum. Hele zevkle döşenmiş birkaç restoran gördüm ki, sahiplerini bulup kutlamak istedim. Alaçatı yeni görünümüyle Bodrum'un ilk yıllarını andırıyordu. İçimden böyle kalmasını diledim.Hava ne kadar sıcak olursa olsun ne Çeşme'de ne Alaçatı'da bunalırım. Püfür püfür esen rüzgar, sıcağı hissettirmez. İnsan kendini burada, bir teknenin içinde yolculuk ediyormuş gibi hisseder. Bu güzelim beldede iki gün kaldıktan sonra, Mustafa ile Nazan'ı taş evlere emanet edip direksiyonu Cunda Adası'na - veya Alibey- doğru çevirdim. Çünkü Cunda'da Papalina mevsimiydi.Çeşme-Cunda arası hemencecik bitti. Erkenden adada oldum. Bilen bilir, Cunda'nın kıyısında sıra sıra lezzet durakları vardır. Onlar meze çeşidi konusunda birbirleriyle yarışırlar. Yaz akşamları hepsi de tıklım tıklımdır. Kadeh seslerinden, şen kahkahalardan geçilmez. Ben onlardan biri olan Nesos'a giderim -yıllardan beri. Sahipleri, Ahmet ile Murat adlı adalı iki kardeştir. Babaları da ünlü tostçudur. Arabası Taş Kahve'nin duvarına bitişiktir. Kardeşler bu yıl Rum evlerinin arasında, ada mimarisini bozmadan küçük bir otel yaptırmışlardı. Onun adını da Nesos koymuşlardı -ilgilenenlere: 266-327 1748. Ada manzaralı, temiz, konforlu bir oteldi. Odaya çantayı atıp, kıyıya indik. Sıkı bir pazarlıkla, Yakamoz'un kaptanını ikna ettik. Yakamoz, yeni Volvo Penta motoru ile bizi adaların arasında uçurdu, akvaryum gibi koylara götürdü.Benim aklımda fikrimde akşam vardı. Güneş elini eteğini çekerken denizin kıyısında bir masaya oturduk. Ardından mezeler sökün etti. Deniz kestanesinden, kalamar yumurtasına kadar. Say say bitmez ki... Her tabakta ayrı bir damak çatlatan geliyordu. Ama ben oyuna gelip midemi doldurmadım. Çünkü Papalina denen sardalye yavrusundan doya doya yemeye niyetlenmiştim. Yemekler bittiğinde gece de bitti.Ertesi gün dönüş yoluna çıkmadan önce kahvaltı masasını görünce, akşam çok yediğimi bir anda unuttum. Çeşit çeşit siyah, yeşil zeytin -sele, kırma, çizik-, sepet peyniri, teneke tulumu, eski kaşar, Ezine'den beyaz peynir, bahçeden domates, yeşil biber, has sızma zeytinyağı, masaya gölge yapan ağaçtan mor incir, bal, çeşit çeşit ev reçeli, bir de ev yapımı nefis börek... Kendimi tuttum, birkaç şeyin tadına bakmakla yetindim.Bu kısa ama yoğun yolculukla yaz tatiline nokta koydum. Yine kent, kasaba, dağ, bayır yollara düşüp, ilginç rotalar ve mekánlar bulmaya çalışacağım.
Yazarın Tüm Yazıları