Elele’ye kapak oldum bu da bana kapak oldu

BİR ay boyunca canım arkadaşım Neyyire Özkan ile Santral İstanbul’un içindeki Tamirhane’de çekimler yaptık.

Canla başla çalıştık.

Ve acayip heyecan yaptık.

Bunca yıldan sonra televizyona iş yapacaktım.

Elele’ciler de geldiler güzel güzel fotoğraflarımı çektiler, "Madem artık televizyon için de röportajlar yapacaksın, biz de bu haberi duyuralım, seni kapak yapalım" dediler.

Sonra ben o çekimleri izledim.

Ve şunu fark ettim.

NTV’ciler, Neyyire, onun ekibi ve sevgili yönetmenimiz Şafak (Bakkalbaşı) elinden gelen her şeyi yaptı ama benden televizyona iş çıkmıyor.

Olmuyor yani.

Fazla doğal, fazla hareketli ve fazla amatörüm.

Benim gazetede kalmam gerekiyor, en azından şimdilik, istemedim karşınıza bu şekilde çıkmak.

Ve şunu anladım, insanın gazeteye iyi röportajlar yapması, televizyona da yapacağı anlamına gelmiyor.

Sıradan, vasat bir şeyle çıkmak istemedim karşınıza.

Bir gün elbet çalışır, kendimi geliştirir, içime sinen adam gibi bir programla karşınıza çıkarım.

Çevreye verdiğim zarardan dolayı herkesten özür dilerim.

İstanbul’u özlemek

PAM...

Sarper’in karısı, Erin’in annesi, benim de Dubai’deki en yakın arkadaşlarımdan biri.

Güya Amerikalı...

Ama bence içi Türk, dışı Amerikalı...

Geçen gün "Sultans of Dubai"deki (Dubai’deki Türk kadınlarının yazıştıkları bir internet sitesi) kadınlardan biri, "Kızlar, canınız en çok ne istiyor? Size İstanbul’dan getireyim?" diye yazıyor, o da şu aşağıda gördüğünüz e-mail’i döşeniyor.

İstanbul’da yaşayanlar için bir şey ifade etmeyebilir.

Ama İstanbul’u özleyenlerin yüzünde bir gülümseme oluşabilir.

Buyurun burada okuyun:

Benim özlediğim şeyleri getirmek zor!

İşten çıktığımda sokaklar boş olurdu. Issız Nişantaşı sokaklarını özledim. Ve yürürken topuklarımın çıkardığı sesi.

Manavları özledim. Her an taze bir şey bulabildiğin manavları. En çok da tadı ve kokusu olan domatesleri.

Adam gibi zeytin yemeyi özledim.

Pazara gitmeyi. Sokaklardan yükselen yeşillik kokusunu...

Ülker çikolata özledim. Fıstıklı olanı.

Beyoğlu sokaklarını.

Sürprizli İstanbul yokuşlarını.

Tabii ki Boğaz’ı.

Rakılı ve manzaralı balık sefalarını.

Sokak kedilerini.

Boğaz’dan esen rüzgárı.

Güzel kafeleri.

Sokakta yürümeyi.

Apartmanlara girerken burnuma gelen ev yemeği kokusunu.

Kebapçılarda bahçede oturmayı.

Starbuck’s ve Costa’da içilen kahveyi değil, gerçek kahveyi.

Çay.

Paşabahçe’de dolaşmayı, uygun bir fiyata bir şey bulmayı.

Hisar’da kahvaltı.

Menemen, bal-kaymaklı.

Beyoğlu’nun arkasındaki kalabalık küçük otoparkları.

Ciğer yemeyi.

Profiterol.

Kantin’in cacığını.

Tabii ki balık ekmek.

Arnavutköy’de köfte yemeyi.

Kestane. Hem sıcak kestane hem kestane sekeri.

Gerçek çaylar. Ihlamur, papatya...

Network’ten takım elbise.

Nar ekşisi.

Salep.

Patlıcan. O küçük, kuru patlıcanlarla ne şahane dolma yapılır.

Hotiç ayakkabı.
Yazarın Tüm Yazıları