Bunlar Kopenhag değil 1839 kriterleri

Daha önce defalarca ‘‘Avrupa Birliği bizi almaz, bu iş gene ertelenecek, fazla hayale kapılmayalım’’ diye yazdım ve maalesef haklı çıktım.

Avrupalılar, Kopenhag'da işi 2004'e bıraktılar ve ‘‘Reformlara enerjik bir şekilde devam edin’’ deyip Kopenhag kriterlerini yeniden önümüze sürdüler. Bu kriterler bizim için aslında ‘‘1839 İstanbul Kriterleri’’ idi. Yani, Tanzimat Fermanı'nı ilán etmemizden beri bizden istenen, tam 163 seneden beri önümüze sürülen, her nedense bir türlü yapamadığımız, yapmaya çalışsak bile bir bahaneyle ‘‘Olmadıııı!’’ cevabını aldığımız kriterler...

MAALESEF haklı çıktım. Daha önce defalarca ‘‘Avrupa Birliği bizi almaz, kesin bir tarih vermez, bu iş gene ertelenecek, fazla hayale kapılmayalım’’ diye yazdım ve yazdıklarımın maalesef doğru çıkması yüzünden de üzüntüdeyim.

Aylardır binbir ümidle beklediğimiz Kopenhag Zirvesi yapıldı ve bitti. Avrupalılar ‘‘Reformlara enerjik bir şekilde devam edin. Siyasi kriterleri karşıladığınıza karar verirsek üyelik müzakerelerini geciktirmeden başlatacağız’’ dediler ve 2004 Aralık'ında, Dublin'de yapılacak zirveyi beklememizi söylediler. Bu kararı şimdi kimimiz zafer, kimimiz de hezimet diye gösteriyoruz ve anlaşılan, önümüzdeki iki sene gene hayal, heves ve tartışma ile geçecek.

‘‘Kopenhag kriterleri’’ denilen kavramlar, yani Avrupa'nın Avrupalı olabilmemiz için bizden uymamızı şart koştuğu kurallar dört temele dayanıyor: Devlet kurumlarının demokrasiyi garanti edecek şekilde istikrarlı bir hale getirilmesi, hukukun üstünlüğünün sadece káğıt üzerinde değil uygulamada da sağlanması, insan haklarına gereken önemin verilmesi ve azınlıkların korunması.

2004'e kadar gündemimizi yine devamlı şekilde meşgul edecek olan ‘‘Kopenhag Kriterleri’’ çerçevesinde yapmamız istenen işler, hiç de yabancımız değildir. Bu temel şartlar bizim için aslında ‘‘1839 İstanbul Kriterleri’’dir. Yani, Tanzimat Fermanı'nı ilán etmemizden beri bizden istenen, tam 163 seneden beri önümüze sürülen, her nedense bir türlü yapamadığımız, yapmaya çalışsak bile bir bahaneyle ‘‘Olmadıııı!’’ cevabını aldığımız kriterler...

İşte, 1839 kriterlerinden bugüne yaşadığımız bu kriter maceramızın önemli dönüm noktalarından bazıları:

Avrupa'ya benzemeyi bundan 250 küsur sene önce, Üçüncü Ahmed'in iktidar yıllarında ‘‘Lále Devri’’ni yaşadığımız sırada hayal etmeye başladık. İlk ciddi denemeler 1700'lerin sonunda yapıldı, reformların öncüsü Üçüncü Selim bu yolda canından oldu, onun yarım bıraktıklarını İkinci Mahmud devam ettirdi.

Resmi adımı, 1839'un 3 Kasım günü ilán ettiğimiz Tanzimat Fermanı ile attık. Avrupa'nın ortaya koyduğu kriterleri káğıt üzerinde hayata geçirdik ama aldığımız karşılık sadece ‘‘Hasta adam’’ benzetmesi ve ‘‘Eksiklerinizi tamamlayın, düşünürüz’’ tavsiyesi oldu.

Derken Kırım Savaşı çıktı. Avrupa ile müttefik olup Rusya'ya karşı savaşa girdik ve kazandık. Artık Avrupalı olacağımızdan emindik. Barış konferansı 1856 Şubat'ında Paris'te toplandı ama Avrupalılardan ‘‘Sizi de aramıza aldık’’ sözünü beklerken büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. ‘‘Yepyeni bir Avrupa kuracağız. Siz de bu düzende yer edinmek istiyorsanız reformlara başlayın; meselá işkenceyi yasaklayın, azınlıklara haklarını verin, tam bir din hürriyeti sağlayın, ekonominizi düzeltin, bütün bunları yapın, sonra gelin konuşalım’’ dediler.

Avrupa'nın dikte ettirdiği şartları 1856'nın 18 Şubat'ındaki Islahat Fermanı ile yerine getirip adına ‘‘İkinci Tanzimat’’ dedik. Ferman sadece birkaç aylığına işe yaradı ve 25 Şubat'ta başlayıp 30 Mart'taki imza merasimiyle sona eren Paris Konferansı'nda Türkiye'nin ‘‘Avrupalı’’ olduğu ilán edildi. O devrin AB'si sayılan ‘‘Avrupa Devletleri Konseyi’’ne de alındık ve resmen ‘‘Avrupalı’’ olduk ama sonra Avrupalılarla ardarda savaşlara girdik ve hem Avrupalı kimliğimiz, hem de topraklarımız elimizden çıktı.

Bir başka ‘‘Avrupalı olma’’ heyecanını, 1876'nın 23 Aralık'ında yaşadık.

Rusya ile savaş halindeydik. Ruslar'ın güçlenmesinden çekinen Avrupalılar İstanbul'da bir barış konferansı toplanmasına karar verdiler ve temsilcilerini gönderdiler. Toplantı 23 Aralık günü Haliç Tersanesi'ndeki ‘‘Bahriye’’, yani Denizcilik Bakanlığı binasında yapıldı ve bu yüzden tarihlere ‘‘Tersane Konferansı’’ diye geçti. Resmi gündem İstanbul'a destek ve Rusya'ya gözdağı vermekti ama görünmeyen talepler çok daha başkaydı: Avrupa Türkiye'den birşeyler kopartabilmenin, Babıáli yani o zamanın Türkiyesi'nin hükümet merkezi ise Avrupalı olabilmenin peşindeydi.

Türkiye, Tersane Konferansı'nın öncesinde, Avrupalı olabilmeyi bu defa başarabilmenin hazırlıklarıyla meşguldü. O zamana kadar hep ‘‘Köklü reformlar yapın, ondan sonra görüşelim’’ cevabını almış ve kapıları bir türlü açtıramamıştık. Alelácele ilán edilmiş bir anayasa ile işi bağlayabileceğimize inanıyorduk.

Bu ilk anayasamız, 23 Aralık sabahı, Tersane Konferansı'nın başladığı saatlerde top atışlarıyla ilán edildi. Avrupalılar'a ‘‘Biz de artık sizler gibi olduk’’ deyip göğsünü gere gere ‘‘Bizi aranıza almanızın önünde bir engel kalmadı’’ dedik ama işler pek öyle gitmedi. Avrupalı delegeler, burnumuza aynı talep listesini dayadılar. ‘‘Dinlere özgürlük, işkenceye son, vergi sisteminin düzelmesi ve ekonomik reform’’ diyorlardı ve neticede aralarına giremedik.

Ama bütün bu Avrupalı olma heveslerimizin neticesi hep aynı oldu: Toprak kaybetmek...

Açıkça söyleyeyim: Ben, Avrupa Birliği'ne gireceğimize, yani resmen ‘‘Avrupalı’’ olacağımıza hiçbir zaman inanmadım. Çok değil, sadece son iki asırlık tarihimiz hakkında yüzeysel de olsa bir bilgiye sahip bulunan hemen herkes, bunun niçin olmayacağını ve geçmişteki çabalarımızın neden hep hüsranla neticelendiğini mutlaka görürdü.

Ama bu uğurda iki asırdan beri her türlü tavizi verdik, geçmişi unuttuğumuzdan, daha doğrusu artık bilmediğimizden dolayı hakaretle karışık tesellilerle avutulduk, bütün bunları sineye çekip kendi kendimize gelin-güvey olduk ve olmaya da devam ediyoruz.

Kopenhag zirvesi öncesinde yazdığım son yazıyı ‘‘Zirveden iki gün sonra, 15 Aralık Pazar günü yazacağım yazıya büyük bir ihtimalle ‘Ben dememiş mi idim?' diye başlık atacağım’’ şeklinde biraz kehanete kaçan bir cümleyle bitirmiştim.

Maalesef haklı çıktım. Şimdi o yazımda söylediğimi yapıyor, yani ‘‘Ben dememiş mi idim?’’ diye soruyor ve iláve ediyorum:

2004’te alacağımız cevap da aynı olacak!


Avrupa 1839’da da bunları istemişti


İşkence, fiziksel ceza, eziyet ve bunlara benzer bütün uygulamalar yasaktır. Buna rağmen işkence yapanlar veya yaptıranlar ceza kanununa konacak yeni maddelere göre şiddetle cezalandırılacaklardır.

Cezaevlerinde insanlıkla ve adaletle uyum sağlayacak şekilde ıslahata gidilecektir.

Cezalar, şahsidir. Suçlular çıkartılacak kanunlara göre yargılanacak, hiçbir şekilde işkenceye uğramayacak, suçlarından dolayı várisleri yahut yakınları herhangi bir ceza görmeyecek, malları müsadere edilmeyecektir.

Müslümanlarla diğer dinlerden olanlar kanun karşısında eşit sayılacak, bunlara herhangi bir ayırım uygulanmayacaktır. Mezhepler arasında ‘‘küçük’’ ve ‘‘büyük’’ ayırımı yapılmayacak, din hürriyetinden bütün mezhepler istifade edeceklerdir.

Hiçkimse hakkında mahkemeye çıkartılmadan gizli veya açık bir şekilde idam cezası tatbik edilmeyecek, davalar herkese açık biçimde görülecek ve bunun için bir ceza kanunu çıkartılacaktır.

Can, ırz, namus ve mal konularında herkes tam bir emniyet içerisindedir. İster álimlerden, isterse de bakanlardan olsun, herhangi bir kişi kabahat yapıp suç işlediği takdirde rütbelerine, hatırlarına ve gönüllerine bakılmadan cezalandırılacaktır.

Ticaret ve ceza davalarını görecek olan karma mahkemelerle ilgili kanunlar bir an önce çıkartılacak ve İmparatorlukta konuşulan bütün dillere tercüme edilerek yayınlanacaktır.

Vergiler doğrudan doğruya devlet tarafından tahsil edilecek, ‘‘iltizam’’ denilen aracı sisteminden vazgeçilecek ve yıllık bütçe kanununa uyulmasına özen gösterilecektir.

Aylıklar düzenli olarak ödenecektir.

Yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalardan sonra ecnebilerin de Türkiye'de gayrımenkul edinmeleri sağlanacaktır.

Müslümanlarla Hristiyanlar ve diğer gayrımüslimler askerlik görevlerini fiilen veya diledikleri takdirde bedelli olarak yapabileceklerdir. Bedel ödeyenler askerliklerini yapmış sayılacaklardır.


En büyük sözlüğümüzü bir Avusturyalı yazdı


AVUSTURYALI álim Andreas Tietze, dünyanın en seçkin Türkologlarındandır. Şimdi 88 yaşında olan Tietze, neredeyse yarım asırdan beri üzerinde çalıştığı en önemli eserinin ilk cildini geçenlerde yayınladı: ‘‘Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı’’.

‘‘Kelimenin kökeni, geçmişi’’
demek olan ‘‘etimoloji’’, bir yerde kelimelerin tarihidir. Andreas Tietze, eserinin ilk cildinde A'dan E'ye kadar olan harflerle başlayan kelimelerin geçmişini yani etimolojisini veriyor. Meselá ‘‘anahtar’’ kelimesinin eskiden ‘‘anıhtar’’ diye teláffuz edildiğini, bunun eski Yunanca ‘‘anihtari’’den geldiğini, ‘‘deprem’’ sözünün aslının ‘‘tepre’’ olduğunu, ‘‘ana’’nın aynı zamanda ‘‘ağaç gövdesi’’, ‘‘baba’’nın da ‘‘hastalık’’ mánásına geldiğini görüyor ve böyle daha binlerce kelimenin tarihini öğreniyorsunuz.

Ama, işin garip bir tarafı var: Türkoloji çevrelerinde senelerden beri merakla beklenen bu eseri Türk Dil Kurumu gibi bu sahada görevli tek resmi müessesenin değil bir özel yayınevinin, Simurg Kitabevi'nin çıkartmış olması. Daha önce ‘‘Meninski Sözlüğü’’ gibi altı cildlik dev bir eseri de Türkiye'ye kazandırmış olan Simurg Kitabevi'nin sahibi İbrahim Yılmaz'ı yeniden kutluyor ve şimdi hayatının sonbaharını bile geride bırakmış olan Profesör Andreas Tietze'ye bu büyük eserini tamamlayabilmesi için çok daha uzun bir ömür temenni ediyorum.
Yazarın Tüm Yazıları