Biri modacı öbürü işletmeci iki kadın Türkiye budur, iş koşulları budur demeyip çalışanların gününü kurtaran Eat’i açtılar

İş hayatı zordur.

Şehir merkezinden uzak işyerlerinde çalışanların hayatı daha da zordur.

Sabah karanlığında gözünüzde çapak yollara düşmek, gıdım gıdım ilerleyen, kimi zaman duran trafikte çıldırmadan beklemek, ofise vardığınızda nefes almadan kağıtlara gömülmek, uzadıkça uzayan toplantılarda çay üzerine çay içmek, mide gurultunuz gürültüye dönüşürken patronun ne yemek istediğinizi sorması, seçenek olarak çevre pastanelerin yedikçe ağızda büyüyen tuzlularını ya da her ısırışınızda üzerinize damlayan sosuyla burger sunması, gözünüzün önünden dumanı tüten çorbalar, taze salatalar, kütür kütür elmalar geçerken ve yer yemez midenizin yanacağı tecrübeyle sabitken başka şansınızın olmadığını bilmeniz; toplantı bitip de soluklandığınızda ise bırakın iştahı parmağınızı bile oynatacak mecalinizin kalmadığını görmeniz, bu hayatın olmazsa olmazıdır.

Her gün hangi aklıevvelin işyeri olarak bu adresi seçtiğine şaşarak yola çıkar her akşam o kararı verene düşman kesilerek eve dönersiniz.

Peki filmlerde izlediğiniz işyerleri ancak filmlerde mi olur?

Hani yüksek topuklu ayakkabıları ile bakımlı kadınların, sinekkaydı tıraşlı yakışıklı adamlarla asansöre binip kendileri gibi insanlarla dolu mis gibi mekanlara gülüşe oynaşa öğle yemeğine gittikleri yerler?

Hani mesai bitiminde eve dönmeden günün yorgunluğunu atmak için müzik dinlerken lafladıkları yerler?

Evet filmlerde olur.

Hem hayal kurmanın alemi yoktur.

Burası Türkiye’dir, iş koşulları budur.

Gerçekten de birçok arkadaşım sevdiklerini bildiğim işlerini sırf bu koşullara dayanamadıkları için bıraktı.

Bıkmışlardı... Ne kadar büyük, ne kadar yeni, ne kadar modern olursa olsun; bir binaya sıkışmaktan, gün boyu burunlarını dışarı çıkaramamaktan, çıkarsalar bile gidecek yer bulamamaktan, kötü beslenmekten, şişmanlamaktan, hımbıllaşmaktan öylesine bunalmışlardı ki, gözleri maaş, kariyer falan görmedi. Canlarına tak etmişti.

Hadi İstanbul trafiğine çözüm bulamazlardı ona katlanıyorlardı ama merkezde çalışan arkadaşları gibi yaşamak onların da hakkıydı. Ya kendi bünyesinde bu sorunları çözmüş işyerlerine gidecek ya terk-i-diyar edip küçük şehirlere göçeceklerdi.

Öyle de yaptılar.

Eat’i duymuş olsalar, şimdilik Maslak Sun Plaza’nın altında açılan pek yakında şubeler de açacak olan bu mekanı bilseler; kararlarını yeniden gözden geçirirler miydi acaba?

Orasını bilmem. Ama bildiğim bir şey varsa o da Eat’in açıldığından bu yana civar çalışanları için can simidi olduğu.

Eat de ne dediğinizi duyar gibiyim.

BİRİ MODACI, ÖBÜRÜ İŞLETMECİ İKİ KADIN

Eat, bu sorunları yaşayarak öğrenmiş iki işkadınının çalışanların hayatlarını kolaylaştırmak, onları iş hayatının griliğinden bir saatliğine bile olsa uzaklaştırmak amacıyla açtıkları bir mekan.

Londra ya da New York’ta dolaşırken rastladığımız, benzeri bizde de açılsa diye imrenerek baktığımız, mis gibi kahve kokusunu daha önünden geçerken aldığımız yerlerden...

Raflarında envai çeşit sandviç duran, sandviç yemek istemeyenlere dumanı tüten çorbalar, körpe salatalar sunulan; uzun beyaz masalara oturarak yemenin de, bir kutu alıp yola devam etmenin de mümkün olduğu ve her ayrıntının çalışan insanlar ve onların ihtiyaçları düşünülerek kotarıldığı bir yer.

Mine Soyuer ve Deniz Seferoğlu’nun yolu bundan yıllarca önce birlikte çalıştıkları Beymen’de kesişmiş.

Biri New York’taki ünlü Parsons moda okulundan aldığı diploması, diğeri İTÜ İşletme Fakültesi mezunu olarak işe başlamışlar.

Ben tanıdığımda Deniz Beymen Studio koleksiyonlarını hazırlıyor, Mine finans işlerine gömülmüş anlamadığım için olsa gerek bana dünyanın en zor işi gibi gelen ‘para’ işi ile uğraşıyordu.

Yaratıcılık ve hesap...

İşte yıllar sonra bu iki arkadaş yeteneklerini birleştirip ortak olmaya karar vermişler. Yapmak istediklerinin gıda işi olduğunu keşfedince, Deniz hayale, Mine hesaba durmuş.

İstedikleri, benzeri olan bir yer açmak değilmiş. Uzun araştırmalardan, fizibilite çalışmalarından sonra yıllarca çektikleri için sıkıntısını iyi bildikleri bir alana, yani şirketler ve şirket çalışanlarına yönelik bir yemek sistemi oluşturmaya karar vermişler... İşte Eat, yani Ekmek Arası Tatlar fikri de böyle doğmuş.

EKMEK ARASINDA BİNBİR TAT

Önce mekan araştırmasına girişmişler... Gözlerini her gün bir yenisi dikilen gökdelenleri ile Maslak’a dikmişler ve gökdelenler içinde hem mimari açıdan beğendikleri hem de yapacakları işe en uygun orası olduğu için Sun Plaza’yı seçmişler.

Girişin sağındaki aydınlık dükkan ve alt katta kuracakları mutfak için kocaman bir alan kiralamışlar. Mutfak çok ama çok önemliymiş. Satacakları ürünler günlük olacağı ve her gün o tezgahtan yüzlerce tat çıkacağı için profesyonel bir mutfağa sahip olmak şartmış. Bu iş öyle derme çatma mutfaklarla olmazmış...

Sabah saatlerinde doğru dürüst bir şey yemeden nasıl alelacele yola koyulduklarını unutmadıklarından, işe sabah atıştırmalıklarını düşünerek başlamışlar. O koşturmada kimsenin aklına zeytinli-reçelli kahvaltı gelmez ama kimse gevrek simitle demli çaya, ağızda dağılan kruvasanla koyu kahveye itiraz etmez demiş; bunlara şık ambalajlar içinde satılan minik kekleri ve mevsim meyvelerini eklemişler.

Öğle yemekleri için noodle, çorba, somonlu, karidesli, tavuklu, şunlu bunlu çeşit çeşit salata ve elbette mekana adını veren ekmek arası binbir seçenek hazırlamışlar.

Bu kadarla da kalmamış gün boyu tüketilecek farklı tatlar yaratmışlar. Abur cuburlar, adı abur cubur olmasına rağmen abur cubur olmayan minik paketlerde. Bir de anlattığım uzun toplantıları katlanabilir kılmak için hazırladıkları kutular var. Küçük boy üçgen sandviçlerin yan yana dizildiği, istediğiniz çeşitten istediğiniz adette sipariş verdiğiniz kutular.

Hepsi elbette bu kadar değil ama anlatmakla da olmuyor. Galiba en iyisi gidip nasıl şık bir mekan yarattıklarını görmek. O da olmuyorsa bir telefon açıp sipariş vermek.

Gerçekten de bu iki kadın bir ilki başarmış; ekmek arasına kattıkları binbir tatla çalışma hayatınızı kolaylaştıracak bir sistem kurmuşlar.

Eat’ten çıkarken yükselen gökdelenlere baktım. Ve filmlerde gördüğümüz uygar çalışma ortamlarının öyle gökdelen dikmekle ya da bölgeye ‘Mashattan’ adını vermekle olmayacağını, daha çoook Eat’lere ihtiyacımız olduğunu kavradım.
Yazarın Tüm Yazıları