Bir vosvosta büyümek

Kişisel tarihinizin başlangıcına dair neler hatırlıyorsunuz?

Bir oyuncağınız. Mama kabınız. Annenizin saçları. Babanızın arabası...
Hop! Stop! İşte benimki.
Koyu yeşil bir vosvos. Tam tosbağa. O tosbağanın arka koltuğunda yuvarlanmak. TORTORTORTOR diye gittiği ve çılgıncasına sarsıldığı için sürekli midemin bulanması. Boğaz kıyısına gezmeye gitmek. Yolda Türk sanat müziği dinlemek. Anadolu Hisarı’nda halaya, kuzenlere uğramak. Bahçede koşturmak, ağaçtan erik toplamak ve anında mideye indirmek... Hala pilavı yemek. Havuza taş atmak, kurbağaları korkutmak... Çatı katına çıkmak için halaya yalvarmak...
“Hazine” var ya, orada onu bulacağım işte. Ya da bir sandık-mandık olmalı; onu açmam, keşifler yapmam lazım. Ayıca kesin bir yerlerde bir gizli geçit olmalı. O da muhakkak bulunacak. Milyoner ve İpucu oynamaktan kafayı sıyırmışım işte, her yerde deli gibi gizli geçit arıyorum. Duvarlara vuruyor, boşluk arıyorum.
Bu arada vosvos, Arnavut kaldırımlı yokuşta, kapıda duruyor. Bizi bekliyor. ıki saat oturacağız, sonra vosvosa bineceğiz, ben arkada uyuyacağım, uyandığımda kendimi evde bulacağım.
Bu bulanık anıların ilk seyahat aracı yeşil vosvos. Sonra yeşil gitti, bal rengi geldi. Bal rengi gitti, beyaz geldi. Beyaz gitti, turuncu geldi. Turuncu gitti, sarı geldi.
Ailede, durmak bilmeyen bu deviniminden ötürü, ailenin erkek çocukları iflah olmaz birer vosvos meraklısı olarak yetişti.
Sonra sıra bana geldi. 12-13 yaşından itibaren tutturmaya başladım “öğretin bana, ben de kullanacağım” diye. Eh, haliyle ilk “sürüş deneyimlerim” bizim sarı vosvoslaydı...
Kaç yaşındaydım, 16 mı ne... ışte o zamanlar, şu anda yerinde olmayan Yalova’daki yazlığımızın sırtını verdiği Samanlı Dağları’nın patika yollarında, bir tane sarı vosvos, bir heyecanlı genç ve bir sinirli baba vardı.
Babalar çocuklarına araba kullanmayı öğretirken neden sinirlenir Allah aşkına? Bir tane baba görmedim ki evladına tatlı tatlı öğretmenlik yapsın... Hep bir sinir harbi...
Bu arada, o vosvosun direksiyonuna hakim olabilen bir insan evladı her türlü aracı kullanır arkadaşım. Ver bana iş makinesi, damperli kamyon, hepsini kullanırım. Otobüs bile kullanırım. Otomatik vites konusuna girmiyorum bile.
Ve tosbağayı ilk kaçırdığım zaman... Allah’ım, kaslarımdaki acıyı hâlâ hissedebiliyorum. Bin bir zorlukla arabayı otoparktan çıkar, kendini sokaklara vur. 2 saat kaza yapmadan gezmeyi becer... Ama sonrası...
Beş gün boyunca vücudumun en ilgisiz yerindeki kasların bile ağrıması...
O arabayı kullanırken kendimi öyle bir sıkmışım ki sonraki günler ayağa kalkamadım. Ah bir de o vosvosun kamyon direksiyonu halleri... Çevir Allah çevir bitmez...
Ailemize dahil olan bu son kaplumbağa, yaşım geldiğinde benim oldu. Beş yıl kullandım o vosvosu.
Ve ayrılık... Altı sene önce bir dörtyol ağzında frenlerim tutmayıp da bir minibüsle çarpıştığım gün veda ettim canım sarı vosvosuma. Tamir edildi, elden geçirildi ve ne talihliyim ki, yeni sahibi yan komşu oldu. O vakitten beri her sabah yan bahçede dinleniyor bizim Herbie. Her sabah selamlaşıyoruz kendisiyle.
Ha bir de yeni modelleri var biliyorsunuz 98’den beri üretilen. Yeni beetle’ların ilk haberini aldığımda nefesim tıkanmıştı. Elbette benim o eski 72 model vosvosumun yerini hiçbir şey tutamazdı. Yenilerinin “olayı” başka...
Aman ne çok anlattım vosvosumu. Daha da anlatırım ha, bizim ailede en az 30 yıllık geçmişi var yahu.
şimdi kimse, hiçbir otomobil hastası bana gelip “hayır efendim” demesin. 10 yıldır bütün markaların bütün otomobilleri birbirine benziyor arkadaşım. Hiçbiri heyecan vermiyor. Hiçbiri insanda “canım arabacığım” hissi yaratmıyor. Yahu ben bu vosvosu, bakın abartmıyorum, sever, okşardım, konuşurdum; Stephen King’in Christine’i gibiydi velet. Onun melek versiyonu tabii...
Bazen düşünürüm eşya bağımlılığım mı var acaba diye.
Sevgili araba kullanmayı babasından öğrenmiş, direksiyonda “baba siniri” çekmiş Habitus okuru, sana bir şey diyeyim mi... Mesele vallahi o değil.
Kabul et, fabrikasyon olduğunu hissettiğin her şey insanı kendisine yabancılaştırıyor. Bir sene içinde otomobilin, 5 ay içinde cep telefonun eskiyor. Yeni gelenler, ötekileri derhal çöpe fırlatman için sana emir veriyor. ıhtiyacın olmayan mallara karşı “almazsam ölürüm” demene sebep oluyor. Henüz aldığın ama halihazırda eskimiş “yeni hurdalar” diyarında hiçbir eşyaya duygusal bağlılık hissetmeyerek yaşayıp gidiyorsun.
Bunu söyleyeceğimi düşünmezdim ama ben eşyalarıma bağlandığım zamanları özlüyorum.
Ya sen?

31 Aralık bundan böyle bitmiştir!

Evet bu sene de şaşmadı. şaşsaydı, güzel geçseydi zaten o yılbaşı kutlamasını 4 gün 4 geceye yaymak konusunda kararlıydım!
Aileyle yemek yendi (bak bu kısım şahaneydi), giyinildi süslenildi ve can arkadaşların ev partisine gidildi. Sonra biraz bünye sokaklara vuruldu ve bundan böyle 31 Aralık’ı 3 Kasım gibi bir rastgele tarih olarak kabul edip kutlamama kararı alındı.
Yok arkadaş, eğlenilmiyor yılbaşında.
Çünkü yine aynı hatayı yapıp “kesin çok eğlenicez” kafasına girdik. Bu arada sokaklardan bir not: Kadınların tamamına yakını payetli kıyafetler giymişti. Öneriyorum; payetli elbiseler ve bluzlarınızı gardırobunuzda UGG’larınızın yanına yerleştiriniz. Onları uzunca bir süre dolaptan çıkarmayınız. Çok rica ediyorum.
Ve evet, bundan sonra yeni yıla hiç girmeyeceğim.
Pes ediyorum, ediyorum, eeeeeet-tim!
Yazarın Tüm Yazıları