Bir manken hikáyesi

Gece yarısı bir şeyler atıştırmak için buzdolabını açtığımda tamtakır kuru bakır bir manzarayla karşılaşıyorum.

Albenili yavuklu uğruna şimdi zafiyete uğrayacak ve anoreksi denilen sıskalık hastalığından mustarip düşeceğim ki, fesuphanallah!

BELKİ yirmi sene var, fi tarihinde manken bir yavuklum olmuştu.

Yalan söyleyecek değilim, o sıralarda starlık mıtarlık merdivenlerini tırmanmamıştı.

Şu ajansa yalvar, bu ajansa yakar, podyumlara çıkabilmek için akla karayı seçerdi.

Sonra, ayağım mı uğurlu geldi; yoksa Allah benden kurtuluşunu mükáfatlandırmak için mi "yürü ya kulum" dedi orasını bilemeyeceğim ama, bir ara bayağı şöhrete kavuştu.

Ancak dediğim gibi, birlikte boy gösterdiğimiz dönemde o boyu ve o bosu yerinde; eli yüzü düzgün; endámı pek albenili, fakat eninde sonunda "meşhur meçhul" bir kızcağızdı.

"Bir yıldız doğurttum" diye böbürlenecek değilim, konuyu şuna getirmek istiyorum.

İnkárı yok, Freud’ün psikanaliz kanepesine uzanmayı gerektirecek ölçüde kıskanç olanlar hariç, biz erkek milleti yukarıdaki tür kadınlarla kendimizi teşhir etmeyi çok severiz.

Refakátçilerimizin dönülüp de bakılacak oranda cazibe yayması "ego"muzu okşar.

Çünkü, yanımızdaki kadınların cezbediciliğinden aslında kendimize pay çıkartırız.

Ve, burada da yalan söyleyecek değilim, ben de öyleyimdir!

Hele hele, manken sevgiliyle aşna fişne ederken o "ego"mu tam okşuyordum.

Sinema, kokteyl, davet, respsiyon falan, bütün gözler yakamozlu refakátçimle kamaştığı; dolayısıyla da, böyle bir pırıltı aslında beni ışıldattığı için, horoz gibi şişiniyordum.

Ancak, o sıralarda bile bu kokteyllerle, bu davetlerle, bu resepsiyonlarla hiç aram olmadığından ve her halükárda da dışarıda yemeyi çok sevdiğimden, geçmişte şimdikinden bile beter züğürtlük çeksem dahi, benim esas "teşhir mekánı"mı (!) lokantalar oluştururdu.

Şef, garson, komi sizler selám durun; siz erkek müşteriler, gözlerinizi o kadar da faltaşı gibi açmayın; ve siz kadın müşteriler, hasetinizden o kadar da çatlamayın, işte elini belime aşıkáne dolamış manken sevgilimle içeri girdik ve masamıza oturuyoruz.

Önce aperitif gelsin, sonra da bugün mönü ne var?

*

KUŞ sütü olsa ne yazar!

"Beluga" taneli İran havyarı veya domalan mantarı rayihalı kaz ciğeri olsa ne değişir!

Yemeyecek ki! Taam eylemeyecek ki!

Tabaktaki nefáseti biçimli elleri ve nárin jestleriyle cazibeli ağzına şöyle bir götürecek; sözüm ona tadına bakmış olacak; daha doğrusu koklayacak, sonra da bırakacak.

Eyvah, ya bel ölçüsü bir santim genişlerse? Aman, ya terazi on gram fazla gösterirse?

Ve, bir, iki, üç, beş, her defasında aynı senaryo tekrarlanıyor!

Oysa ben, "Şu cánım lüferi ye be kızcağızım. Izgara balık şişmanlatmaz"; yahut, "Kremanın dudaklarına bulaşması çok hoşuma gidiyor. Bir kaşık al" diye yalvarıyorum ama o da bana, "N’olur beni anla, podyumda kariyer yapmak istiyorum" diye yalvarıyor.

Sonra da, Doğu Avrupa’dan "manken" (!) niyetine devşirilen ve anında bir deri bir kemik rejimine tábi tutulan küçümen kızlar henüz piyasa çıkmamış ama, çevresinde olan biteni anlatıyor.

Modacıların ölçek despotizmini; ajansların terazi budalalığını; fotoğrafçıların objektif tahakkümünü; "kreatör"lerin mezura esaretçiliğini anlatıyor ki, haniyse ağlayasım geliyor.

Artı, oda bisikleti bir yandan; salon cimnastiği diğer yandan; cumartesi pazar koşusu da başka bir yandan, sanki olimpiyat rekoruna hazırlanan bir atletmişçesine yaşıyor.

Daha artı, bazen onun evinde kaldığım oluyor ve geceyarısı karnım acıkıp da bir şeyler atıştırmak için buzdolabını açtığımda, yağsız yoğurt kásesi ve soğuk su şisesi dışında tamtakır kara bakır bir manzarayla karşılaşıyorum.

Ve nihayet daha daha artı, o da benim evimde kaldığından, tatlı tatlı "Orada dururlarsa dayanamam, n’olur artık sen de feragát et" diyerek, mutfağımdaki, dolabımdaki, kilerimdeki bilûmum yiyecek ve erzağı yavaştan yavaşa tasfiye başladı.

Buyrun bakalım, albenili yavuklu uğruna şimdi ben de zafiyete uğrayacak ve "anoreksi" denilen sıskalık hastalığından mustarip düşeceğim ki, fesuphanallah!

*

EVET fesuphanallah ve her ne kadar kazak erkek türü maçolukla uzak yakın ilişkim yoksa bile, bir yerden sonra artık canıma tak etti. Açıkçası, rest çektim.

Anladık, cazibeli refakátçi, pırıltılı "ego" falan ama mazoşizmin de bir haddi var!

Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin diyecek ölçüde ham ve nezaketsiz davranmadıysam da, işin böyle yürüyemeyeceğini üstü kapalı, fakat şüpheye mahal bırakmayacak biçimde hissettirdim.

Çünkü, tam sıra "moda alemi"nin ölçüleri daha da mı daraldı ne, benim manken yavuklu ha bre "Senin pisboğaz oburluğun ve etine buduna kadın budalalığın yüzünden davula döndüm" diye söylenip duruyor.

Gizliden çikolata atıştırıp bilmem kaç gram almış, faturasını bana çıkartıyor.

Oysa, tövbe tövbe, ne davulu be hatun, işte sırf "hákim estetik kıstaslar"ın gönlü yerine gelsin; yani dışarıya karşı göstermelik "ego"m tatmin olsun diye, gerçek ve mahrem "erotika arzular"ımı hadım edip duruyorum.

Aman açtırtma kutuyu ve söyletme kötüyü!

Neyse, kavgasız gürültüsüz defteri kapattık ve herkes kendi yoluna gitti.

Sonra, bayağı bayağı şöhrete eriştikten sonra dergilerde falan fotoğraflarını gördüm.

Daha daha da zayıflamış ve dal iken dikene dönmüştü ki, Allah sahibine bağışlasın.

Bendenizse o gün bugündür "ego"mu "sıskalık" empoze eden "estetik kuralları"yla prangaya vurmaktan vazgeçtim.
Yazarın Tüm Yazıları