‘Benzemez kimse sana’ ama herkes diğerinden yararlanabilir

Japonya 2’nci Dünya Savaşı’nda yenilince “kayıtsız şartsız” teslim olmuş ve 1945-52 arasında Amerikan ordusunun işgali altında kalmıştı.

Haberin Devamı

Amerikalılar bu dönemde Japonya’yı siyasal ve ekonomik açıdan kendilerine benzetmeye çalıştılar. Yeni bir anayasa yaptılar, eğitim sistemini değiştirdiler, “zaibatsu” diye bilinen kartelleşmiş büyük şirketleri serbest rekabet ortamına soktular, sade militarizmi değil orduyu tümden yasakladılar.

Ama aynı sırada Japonya’yı tarihi, kültürü vegelenekleri ile anlamaya da çalıştılar. Samuraileri, geyşaları, şogunları, harakiriyi falan kendilerince öğrendiler.

“Japonya’yı anlamak” konulu çabalar, Hollywood filmlerine de yansıdı. Amerikalılar Japonya’yı anlamaya çalışırken, bu ülkenin kültüründen etkilendiler de. Örneğin Marlon Brando’nun bile Japon gelenekleri ve kadınları üzerinde iki filmi vardır. Sinemaseverler “Ağustos Ayı Çayhanesi”ni(1956) ve “Sayanora”yı (1957) unutabilir mi?

Haberin Devamı

 

Japon kovboylar

 

Bu filmlerden bazılarında, Amerikalıların Japonya’yı kendilerine benzetme çabaları alaya da alınırdı.

Konusunu unutmadığım ama adını hatırlayamadığım bir filmde (“Cry For Happy” olabilir ), işgalci Amerikan ordusunun kurmayları, filmler yoluyla Japonları Amerikan kültürü ile kaynaştırmayı amaçlıyorlardı. Bunun için de bir Japon rejisöre Japon aktörler ve figüranlarla Japonya’da geçen bir kovboy filmi çektiriliyordu.

Ortaya çıkan filmdeki bir sahne unutulacak gibi değildi.

Bu sahnede “Vahşi Batı” modeli bir barda Japon kovboylar “saki”lerini yudumlarken, bir atlı Japon kovboy barın kapısına geliyor, atının sırtından düşercesine atlayıp, nefes nefese bara giriyordu. Bu kovboy kasabaya Kızılderililerin saldırmak üzere olduğunu anlatmaya çalışırken, barın başındaki kovboyların hepsi birden onun çizmelerini işaret ediyorlardı.

Telaş içindeki kovboy bunu üzerine başını öne eğip çizmelerine bakıyor ve o anda hatasını anlıyordu.

Hemen dışarı çıkıyor, çizmelerini çıkartıyor ve beyaz çoraplı ayaklarının üzerinde bara yeniden giriyordu.

Tam o sırada bir sürü çekik gözlü ve sarı benizli Kızılderili kasabaya saldırıyordu.

 

Haberin Devamı

Yararlı olanı almak

 

Japonları Amerikalılaştırmak projesinin nefis bir eleştirisiydi bu sahne.

Japonya Amerikanlaşmadı. Ama Amerika’nın farkında olmadığı Amerikan değerlerini alıp, kendilerine uyarladılar. Yazar David Halberstam “The Reckoning” kitabında, Detroit’in görmezden geldiği “topyekun kalite” kavramının yaratıcısı William Edwards Denning’in Nissan tarafından nasıl baş tacı edildiğini ve Japonların bu sayede Amerikan otomotiv pazarını nasıl ele geçirdiklerini anlatır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yolundaki serüvenini izlerken, Japonya’nın yeniden-yapılanma sürecini de hep hatırlıyorum.

Başbakan Erdoğan’ın “Kopenhag Kriterleri olmazsa Ankara Kriterleri olur” doğrultusundaki söyleminin üzerinden epeyi zaman geçti.

Haberin Devamı

Bu zaman boyunca, “Ankara Kriterleri”nin kronik sorunlara çözümler üretemediklerini ve tersine sayısız yeni sorunların kaynağı olduklarını da gördük. Örneğin yasama ile yargı arasındaki anlayış farkları, 2007’ye “Cumhurbaşkanı seçimi krizi” ile damgasını vurdu.

 

Ankara kriterleri bizi zorluyor

 

Neticede bugün de sivil ve özgürlükçü bir yeni anayasa yapma çabalarımız, “türban polemikleri”ne kilitlendi. Yine yasama ve yürütme, yargı ile karşı karşıya.

Veya Türk Lirası’nı Euro’ya endeksleme çabalarını konuşmak yerine “Merkez Bankası’nıİstanbul’a taşımak” konusunu, rejim tartışmalarına konu etmekteyiz.

“Kürt realitesi”ni “PKK’nın bölücü terörü” olgusundan soyutlamayı hâlâ başaramadık.

Haberin Devamı

Acaba şu “Ankara Kriterleri”ni rafa kaldırmayı denesek olmaz mı?

Biz de Japonlar gibiyiz. Ne Fransa’ya, ne İngiltere’ye benzememiz mümkün.

Aslında İngiltere de Fransa’ya benzeyemez ki.

Ama onların ortak değerler olarak kabul ettikleri ilkeleri biz de ön şart koşmadan benimseyip, bunlara tam uyum gösterirsek, Ankara Kriterleri’nin getirdiği çözümsüzlükleri herhalde geçmişte bırakabiliriz.

Bu kadar fazla patinaj yapmak ve “kayıp yıllar” listesine sürekli yenilerini eklemek, gerçekten yorucu oluyor. 1920’ler ve 30’larda tartıştığımız konuları 2008’de de aynı söylemlerle tartışıp kamplaşmak, hepimizi düşündürmelidir.

Yazarın Tüm Yazıları