Başka ne yapacaktı?

İLGİNÇ bir demokrasi anlayışımız var... Demokrasilerin her konuyu tartışmaya izin veren, özgürlükçü rejimler olduğunu biliyoruz ama, ‘‘her konu’’dan, bizi rahatsız edenlerin tartışılmasını istemiyoruz.

İstememekle kalmıyor, tartışmaya kalkanı azarlıyoruz.

ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ın ANAP Büyük Kongresi'nde ‘‘ulusal güvenlik kavramının tartışılmasını’’ istemesi böyle bir tepkiye yol açtı. Genelkurmay Başkanlığı Mesut Yılmaz'ı çok ağır sözlerle suçladı. Hatta, kendi partisinin Büyük Kongresi'nde bu konuyu tartışmaya açmasını ‘‘meşru’’ görmediğini ilan etti. Bununla kalmadı... Yılmaz'ın ‘‘konuyu meşru zeminlerde tartışmak yerine dünyaya şikayet etmek şeklinde’’ gündeme getirdiğini söyleyerek bu hareketin ‘‘onurlu bir yaklaşım olarak kabul edilemeyeceğini’’ vurguladı.

Bugünkü gazetelerde Anavatan Partisi Merkez Karar ve Yönetim Kurulu'nun bu sert tepkiye hayli serinkanlı bir ifadeyle verdiği yanıtı göreceksiniz.

Hemen belirtelim:

ANAP'ın tutumu isabetlidir. Çünkü özellikle Türkiye gibi, Silahlı Kuvvetler'in toplumsal yaşamda ağırlıklı bir rol üstlendiği bir ülkede bu kurumla gerilim yaratmanın ne anlamı vardır, ne de yararı.

Ancak Silahlı Kuvvetler'le gerilim yaratmamak için gösterilecek dikkat, ‘‘doğru’’ olanın söylenmesini engellememelidir.

Bu sütunda daha önce de ifade ettiğimiz gibi Mesut Yılmaz'ın ‘‘ulusal güvenlik kavramını tartışmaya açması’’ kanaatimizce çok doğru olmuştur.

Genelkurmay Başkanlığı Yılmaz'a verdiği yanıtta bu kavramın teorideki yerini, önemini ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde hangi prosedürlerden geçerek oluştuğunu gayet açık bir şekilde söylemektedir.

Bunları tartışan yoktur.

Dahası... Ulusal güvenliğe ilişkin temel düzenlemeler sonucu bugüne kadar ortaya çıkmış ilkeleri veya bunlar arasındaki öncelikler konusunu da tartışmaya açan yoktur. Kaldı ki bu belgelerin pek çoğunun altında Sayın Mesut Yılmaz'ın da imzası olduğu bir gerçektir.

Yılmaz'ın gündeme getirdiği bu ilkelerin günlük uygulamaya nasıl yansıdığı hususudur. Nitekim Yılmaz'ın değindiği bir örneğe bakalım:

Türkiye, Avrupa Birliği'ne girmeye kararlıdır. Bununla ilgili olarak kendisinden beklenen tüm taahhütlerin altına da imza atmıştır. Örneğin yargı tam olarak bağımsız hale getirilecektir. İfade özgürlüğü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin saptadığı sınırlara göre genişletilecektir. Bunun sonucu olarak örneğin yargı reformu yapılacak, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılacak; Ceza Kanunu'nun 312'nci maddesi, Terörle Mücadele Kanunu'nun 8'nci maddesi gibi uygulamada haksızlık var dedirten hükümler düzeltilecektir. Herkes biliyor ki bunlar yapılmadıkça Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi söz konusu dahi olmayacaktır.

Bu adımların karşısına ikide bir ‘‘ulusal güvenlik’’ gerekçesi çıkıyorsa, Yılmaz şikáyetini kendi milletine duyurmayıp da ne yapacaktı?
Yazarın Tüm Yazıları