Arkadaşların hatırına çiğ tavuk da yenir diye gittim, ziyafet sofrasına düştüm

Bundan yirmi yıl önce kızları aşçı olmaya karar veren arkadaşlarımın tepkilerini bugünün değerleri ile inceleyince, arkadaşlarımın tutucu oldukları düşünülebilir.

Ama o zaman kaygılarında pek de haksız değildiler. Bırakın Türkiye’yi, dünyada bile kadın aşçı sayısı azdı. Aşçılık denilen zanaat erkeklerin tekelindeydi ve kentsoylu tabaka tarafından meslek olarak addedilmezdi. Türkiye’nin ilk ve tek dört yıl eğitim veren Gastronomi Bölümü’nün olduğu Yeditepe Üniversitesi Rektörü Ahmet Serpil ve Sedefhan Oğuz ile buluşmaya giderken Kayışdağı yollarında bunu düşünüyordum: Son yirmi yılda değişen değerleri ve Türkiye’yi...

Yıllar önce arkadaşlarımın lise son sınıfta okuyan kızı üniversiteye gitmeyeceğini; babasının ona biçtiği parlak diplomasi kariyerini de annesinin hayallerini süsleyen T cetvelli mimariyi de istemediğini; gönlünde yatanın aşçılık olduğunu söylediğinde ev ahalisi yasa bürünmüş; babanın asılan yüzü kız Fransa’ya gidip döndükten sonra bile gülmemiş, annenin ağlamaktan şişen gözlerine uzun süre uyku girmemişti. Nasıl olur da kızları aşçı olurdu?

Zaten oldum bittim dik başlıydı. İşte gene yapacağını yapmış, tutup Mengenli ustalara özenmişti. Üstelik bu alanda kadınlara yer olmadığını herkes bilirdi. Hadi siyasi bilimler, hukuk, mimari ağır geldi diyelim; iç mimari gibi kız çocuklarına yakışan bir meslek de mi seçemezdi? Ömrünü ocak başında tüketmek olacak iş miydi? Önce doğru dürüst meslek sahibi olacağı bir okulu bitirsin sonra canı çekiyorsa aşçılık okuluna da gitsindi. Dedikleri dedikti. Öyle de yaptılar.

Başka seçeneğinin olmadığını anlayan kız ayakları geri geri Sorbonne’a gitti, hangisi olduğunu şimdi hatırlamadığım bir fakülteyi bitirdi. Ardından da Fransa’nın en ünlü aşçılık okulu Cordon Rouge’a girdi. Şimdi mesleğini severek yapan mutlu ve zengin biri.

Bugünün değerleri ile bakıldığında arkadaşlarımın tutucu oldukları düşünülebilir. Ama bundan yirmi yıl önce kaygılarında pek de haksız değildiler. Bırakın Türkiye’yi dünyada bile kadın aşçı sayısı azdı. Aşçılık denilen zanaat erkeklerin tekelindeydi ve kentsoylu tabaka tarafından meslek olarak addedilmezdi.

Kayışdağı yollarında bunu düşünüyordum: Son yirmi yılda değişen değerleri ve Türkiye’yi.

Neden Kayışdağı yollarına düştüğüme gelince; birkaç akşam önce Sedefhan Oğuz’a rastlamış, hoş beş derken laf lafı açmış söz dönüp dolaşıp uzun süredir görmediğim Ahmet Serpil’e dayanmıştı. Ayrılmadan önce bir gün üçümüz birlikte yemeğe çıkalım dedim, gününü ve saatini Ahmet Serpil’le kararlaştırdıktan sonra bana bildirmesini rica ettim. Ertesi gün Sedefhan arayıp, yemeği Yeditepe Üniversitesi’nde yememizi önerdiğinde şaşırmadım desem yalan olur. Tamam, Ahmet Serpil Yeditepe’nin rektörü, Sedefhan da onun yardımcısı idi ama gene de İstanbul’da gidilecek bunca yer varken lokanta olarak tutup üniversite kantinini seçmek de bir tuhaftı.

BU MİSAFİR BULDUĞUNU DEĞİL, UMDUĞUNU YEDİ

Ne yapalım? İşin ucunda onları görmek varsa, çiğ tavuk da yenir dere tepe aşılıp Kayışdağı’na da gidilir.

Gidilir de nasıl gidilir? Zaten bin kere gittiğim yerlerin bile yolunu doğru dürüst tarif edemem. Nasıl olacak da hayatımda bir kez, o da akşam vakti televizyon çekimi için gittiğim o üniversitenin yolunu hatırlayıp şoföre anlatacağım diye için için dertlenirken, Sedefhan araba yollamayı önerdi. Lafının sonunu getirtmedim, tamam, dedim.

Yeditepe Üniversitesi Kayışdağı’nın ortasında bir vaha gibi. Yurtların çevrelediği fakülteler, spor tesisleri ve kapısından girdiğinizde kapalı dev avlusu ile insanı şaşırtan rektörlük binasından oluşmuş büyük bir kampus.

Ahmet Serpil’in odasına çıkıp soluklandıktan sonra yemeğe gitmek için ayaklandık. Ben ya kantine ya öğretim üyelerinin gittiği yemek salonuna gideceğimizi düşünürken arabaya bindik ve bambaşka bir yere, Gastronomi Bölümü’nün bulunduğu binaya gittik. İçerisinde birkaç masa ile arkasında geniş profesyonel bir mutfak bulunan, duvarlarında Güzel Sanatlar öğrencilerinin çalışmaları asılı şirin bir salona girdik.

Bizi Gülistan ve David Shipman karşıladı.

Çocuklar, yaklaşık otuz kişi kadar, sabahtan beri hünerlerini sergiliyor bizi ağırlamak için bütün marifetlerini döktürüyorlarmış. Hatta içlerinden biri o kadar heyecanlanmış o kadar heyecanlanmış ki biz gelmeden az önce düşmüş bayılmış.

Sofraya değişik üç ekmek konmuş: Domatesli, zeytinli, peynirli. Giriş olarak somon tartar, ardından ravioli, ana yemek olarak da püreli bonfile yapmışlar. Salata ve tatlı da var elbette.

GENETİK LABORATUVARI BENİ AŞAR...

Siz hiç otuz kişinin canla başla hazırladığı, içine beklentilerini, heyecanlarını kattığı bir yemek yediniz mi? İnanın tadı farklı!

Gülistan Shipman ekmek hocasıymış, eşi David ise nasıl söylemeli, pastadan şaraba, etten tavuğa, ottan baharata kısaca yemek denildiğinde akla gelen her şeyden sorumlu hoca.

Bölüm, Türkiye’nin ilk ve tek dört yıl eğitim veren Gastronomi okuluymuş. Bu yıl ilk mezunlarını verecek bölüme kabul edilen öğrenciler burada sadece yemek yapmayı değil, aynı zamanda restoran işletmeciliğini de öğreniyor, yemek kültürü, yemek tarihi ve beslenme üzerine eğitim alıyorlarmış. İlk yıllar ortak derslere giriyor, son yıl ise seçtikleri alana göre sınıflara ayrılıyorlarmış. Dolayısıyla okulu bitirenler sadece şef olmuyor, tıpkı Avrupa’nın ünlü gastronomi okullarından mezun olanlar gibi gastronominin çeşitli alanlarında çalışmak üzere yetişiyorlarmış.

Biraz sonra yanımıza bölümün kurucusu ve başkanı Bike Kocaoğlu geldi. Açılır açılmaz bölümün gördüğü ilgiyi, her geçen yıl başvurulardaki artışı anlattı. Onu kutladım ve yirmi yıl önce arkadaşımın kızının başına gelenleri anlattım.

Söz uzadı, sohbet koyulaştı. Ahmet Serpil’le, onun dekan benim kıytırık okutman olduğum Marmara Üniversitesi günlerine gittik. Sedefhan’ın babası Orhan Oğuz’un yazdığı anı kitabına ve onun eğitim için verdiği savaşa değindik. Kahvelerden sonra durduğu yerde duramayan Ahmet Serpil "Hadi okula" komutu verdi.

Tıp Fakültesini, Eczacılığı, Matematik Bölümünü, Mühendisliği gezdirdi. Koridorda rastladığı öğrencilerle şakalaştı, öğretim üyeleriyle kucaklaştı. Üşenmeden bütün laboratuvarlarda üretilen işleri bir bir anlattı. Sesindeki coşkudan, hepsine az buz emeğinin geçmediği anlaşılıyordu. Katları dört döndükten, hemen her yeri gezdikten sonra koridorlarında diğer bölümlere göre pek az öğrencinin dolaştığı Genetik Mühendisliği bölümüne geldik.

Belli bu bölüm onun gözbebeği. El kadar aletlerin milyon dolarlar ettiği bir laboratuvar düşünün. İçine üç tane otuz yaş civarında Nobel ödülü almaya azimli bilim adamı yerleştirin. Birinin Erzurum, diğerinin Adana, berikinin Ankara’da başlayan; Amerikan ve İngiliz üniversitelerinden geçtikten sonra Yeditepe Üniversitesi’nde kesişen serüvenlerini, işleriyle ilgili konuşmalarını ve anlattıkları içerisinde anladığınız tek lafın da DNA olduğunu düşleyin. Ne yaparsınız?

Benim gibi dört kulak dinler, küçük notlar alır, iş yazmaya gelince, anlatılanların tek kelimesini bile anlamadığınızı görüp kendinize mi kızarsınız, yoksa başınıza gelecekleri tahmin edip o göz bebeği bölüme adımınızı bile atmaz mısınız?

Aslına bakarsanız doğrusu ne birincisi ne ikincisi. Doğrusu, bu işten anlayan biri ile oraya tekrar gitmek ve yapılan çalışmaları kavradıktan sonra bunu bir dizi haline getirmek. Ben de öyle yapacak, bu yazıyı da burada noktalayacağım.
Yazarın Tüm Yazıları