34, dünyada 60 bin satıyor

Çocukluğumdan bu yana annemin bana yönelik en büyük eleştirisi mal kıymeti bilmemem oldu. Gerçekten de bu güne kadar kırılana ağladığım, solana hayıflandığım görülmemiştir. Üzülsem bile, üzüntüm uzun sürmez. Bilinen lafı tekrarlar geçerim: Cana geleceğine, mala gelsin derim.

Bir tek kitaplar. Onlar kıymetlim. O yüzden kavga da ettim, cimri yaftası da yedim. Aslında sadece kitap da değil, bende evrak sevdası var. Ve dergiler bu metrukenin içinde önemli yer tutarlar.

Geçen yıl ev evden çıkıp kütüphaneyi yeniden düzenlemek vacip olunca eşe dosta haber salındı; alan alacağını aldı, kalan okullara dağıtıldı. Bir tek dergilere dokunulmadı, dokunulamadı. Gerçekten de dergi kitaba benzemez, ikinci baskısı yoktur. Üstelik zamanın nabzını kitaptan iyi tutar.

Bir ara bu sevdanın bizim kuşağa özgü olup olmadığını da düşünmedim değil. Gerçekten de bir zamanlar hayata imza atmak, sesini duyurmak isteyen herkes dergi çıkartırdı. Ama kuşe ama saman, ama hoppa ama yaman bir dergi. Şiir edebiyat, felsefe, mimari, sinema, fotoğraf handiyse her gönül erbabının kendi dergisi vardı. İki kişi bir araya gelir, cebindekini denkleştirir matbaaya koşardı. Birkaçı dışında hiçbiri uzun soluklu olmadı. Bir iki sayı çıkar, batar, yetmezmiş gibi batırırdı.

Sonra zaman geçti, dünya değişti, her alanda olduğu gibi dergicilik de serpilip profesyonelleşti. Moda, sanat, dekorasyon, edebiyat, kadın, erkek, genç derken ortalığı birbirine benzeyen dergiler sardı. Ama ne yazık ki pek azı farklı.

O yüzden 34’ü gördüğümde içimden bir kuş havalandı...

Uçtu uçtu... eski özlemlerin dalına kondu.

Egoist’i ilk görüşüm.

La Hune kitapçısının karşısındaki gazete bayiinde sıralanan dergiler arasında, baskı kalitesi, kapak fotoğrafı ve diğerlerine benzemeyen boyutu ile gözüme çarptı. Çarpıldım ve bütçemi zorlayan fiyatına aldırmadan hemen satın aldım. Zamanla patronunun fotoğraf düşkünü olgun ve cebi dolgun bir hanımefendi olduğunu, derginin adının ona istinaden konduğunu öğrenecek; bizim diyarda böyle bencil zenginlere rastlanmadığı için üzüleceğim.

Sonra başka gözdelerim olacak. FMR diyecek başka bir şey demeyeceğim. Sonra gönlüme Wallpaper oturacak, sonra onun yerini bir diğeri alacak ve sorum hep yanıtsız kalacak: Neden bizde hiçbir yayın Misak-ı-Milli sınırlarını aşmaz, neden hiç kimse zarını dünyaya atmaz?

Ben soruları sora durayım biri atmış bile...

Adı Murat Patavi. Kendisi 34 dergisinin sahibi. İstanbul plakasını dünya markası yapmak için yola çıkan, Wallpaper editörleriyle çalışan, Singapur’dan Tokyo’ya, New-York’tan Dubai’ye yerel muhabir ağı olan ve 65 binlik tirajı ile azımsanmayacak bir başarı yakalayan derginin sahibi.

Dergiyi gördüğüm an Murat’ı merak ettim.

Kimdi, ne yer, ne içer, nerelere giderdi? Aklına böyle bir serüvene atılmak nereden gelmişti? Büyük bütçeler gerektirdiğini bildiğim bu işe yatıracak parayı nasıl bulmuştu? Egoist’in sahibi gibi bencil bir mirasyedi mi, yoksa bütün birikimini bu işe yatıran bir deli miydi? Neyin nesiydi?

Tanışmak elzemdi.

Bilirsiniz, Türkiye küçüktür. Tanışmak istediğiniz biri hep arkadaşınızın arkadaşı çıkar, iş kolaylaşır. Bu kez de öyle oldu. Bir gün Feride Edige ile sohbet ederken laf döndü dolaştı, Murat Patavi’ye geldi ve anında buluşmaya karar verildi.

RESTORANI SEN SEÇ DEDİM, EVİNE DAVET ETTİ

Niyetim üçümüzü yemeğe davet etmek. Ama gideceğimiz yeri Murat seçsin istiyorum. Her seçim insanı ele verir derler ya, bakalım yaşadığı şehre dünya gözüyle bakan biri nereyi seçecek, nereye gitmemizi önerecek? Nedense bilinen mekanların dışında bir yer önereceğini düşünüyorum. Artık Yedikule’nin arka sokaklarında küçük bir lokanta mı olur, adanın kuytu koylarından birinde Rum balıkçı mı derken, Murat bambaşka bir şey önerdi; evinde yememizi teklif etti.

Olur mu olur: Yapacağını söylediği yemeklerden birinin tarifi verilir, iş kılıfına uydurulur.

Sekiz buçukta kapıdaydım.

Modern döşenmiş, zevkli bir ev.

Ve karşımda güleç, açık, sahici bir adam. Gecenin sonunda bu sıfatlara hayalci, hırslı ve yürekli sıfatlarını da ekleyeceğim.

Masaya geçtik ve hiç yabancılık çekmeden saatlerce sohbet ettik.

Aslında hikayenin başı sıradan. Üniversite yıllarında, Türkiye’de işletme bitirilip San Francisco’da ikinci bir öğrenim olarak grafik tasarım okunurken Wallpaper ile tanışılır. İlk görüşte aşk. Onun önerdiği yerlere gidilir, trendler ondan izlenir, editörlerin imzaları bellenir. Sonra dönüş. Reklamcılık sektörüne bulaşılır, kan ter gözyaşı derken bir gün çıraklığın bittiğine karar verilir, şirket kurulur, para kazanılır.

Dediğim gibi hikayenin buraya kadar olan kısmı sıradan değilse de bilindik.

Ama bundan sonrası düpedüz delilik.

MURAT’I DİNLERKEN YEMEKLERİ UNUTTUM

Genellikle bu sektörde çalışıp para kazananlar önce kendilerine bir ev alır, altlarına cip çeker, tasarım harikası saatler takıp, sevgilileri ile egzotik ülkelere giderler. En büyük hayallerinin de ya bir Egg Chair sahibi olmak ya da uzun metraj film çekmek olduğunu söylerler.

Kimsenin aklına dergi çıkartmak gelmez. Belki gelir de, dünyanın en önemli kentlerinin kitapçı vitrinlerinde yerini alacak, ünlü editörler tarafından hazırlanacak 60 küsur bin tirajlı İngilizce bir dergi çıkartmak gelmez. Burada tasarlanan, dünyada hazırlanan, İstanbul’da basılıp TIR’larla dağıtılan, UCLA’nın Grafik bölümünde Future East adı altında ders olarak okutulan bir dergi.

İşte Murat’ın deliliği burada. Kimsenin göze alamadığını yapması ve bütün parasını bu hayale yatırmasında.

Aval aval Murat’ı dinlemekten kabak kızartmasına elimi bile süremedim.

O alt kata zencefilli levreği hazırlamaya gittiğinde fırsat bu fırsat, önümdeki tabaktan bir iki çatal aldım. İyi de aşçı...

Tam levreğin tadını çıkaracağımı düşünürken, Feride ortaya Haaz diye bir laf attı.

Neydi bu a’sı uzatılmış Haz?

Feride, anlatsana der gibi Murat’a bakıyor, Murat henüz hayata geçmeyen hayallerinden bahsetmekten hoşlanmayan biri olarak sıkılgan; anlatsa mı sussa mı bilemiyor.

Belli, levrek de güme gitti.

YARININ TASARIMLARINI DÜŞ EVİNDE DENEYİN

Haaz, vitrini Kanyon’da açılacak ama esası Sun Plaza’nın altında kurulacak 850 metrekarelik bir düş evi imiş. Bir yerleştirme mekanı, bir tasarım sahnesi, bir gelecek projesi. Zaten adından da belli: Design for Tomorrow.

Oraya gidecekler bir liradan bin liraya satın alabilecekleri malların, yarın hayatımızı nasıl etkileyeceğini yaşayarak göreceklermiş. Telefon mu, çalışanlar o telefonu kullanacak, çatal mı, onunla yiyecek, kalemse onunla yazacak; lafın kısası, gelecekte hayatımıza girecek her nesneyi tansık gibi gözümüzün önüne sereceklermiş.

Biliyorum, anlatınca, olmuyor.

İyisi mi bekleyip, görmek gerek.

Her milletin bir illeti olur ya bizim illetimiz de başarıyı önemseyip, övmememiz. Kim ki başarır, sevgili yurdumda övgü değil ceza alır.

Umarım bu kez öyle olmaz, genç bir hayal tacirinin başarısı suskunlukla karşılanmaz.

BALLI VE ZENCEFİLLİ ZEYTİNYAĞLI ENGİNAR

Ben Murat’ı dinlemekten yemeklerin çok farkına varamadım ama sanmayın ki güzel değillerdi. Murat, iyi aşçıymış. İşte size onun ellerinden çıkma enginarın tarifi.

Malzeme

6 enginar, 2 kuru soğan, 500 gr. haşlanmış bezelye, 3 havuç, 1 demet dereotu, yarım limon, 1 çay bardağı zeytinyağı, 2 yemek kaşığı bal, tuz, enginarları kapatacak kadar su, 1 taze zencefil, 5 adet tane karabiber.

Sosun hazırlanışı

Küçük bir kapta bal ve ince kıyılmış zencefilleri limon suyu ve karabiber taneleri ile kaynatıp bekletin.

Tarif

Enginarları soyun. Kararmaması için tuz ve limonla ovmayı unutmayın, limonlu suya koyun. 1 çay bardağı zeytinyağını ve doğranmış soğanı kavurun; bezelye ve küp küp doğranmış havuçları tencereye koyun. Daha da lezzet katmak için isterseniz arpacık soğanını tane tane tencereye koyabilirsiniz. Şimdi enginarları bezelye ve havuçların üzerine ters çevirerek dizin.

Tuzunu serpin, ve zencefilli sosu ekleyin. Enginarları kapatacak kadar suyu dökün, kapağını kapatın. Enginarlar yumuşayana kadar pişirin.

Piştiğinden emin olduktan sonra enginarları servis tabağına alın, havuç ve bezelyeleri enginarların içlerine doldurun. Dereotuyla süsleyin.

Afiyet olsun...
Yazarın Tüm Yazıları