GeriSeyahat Zarafeti kaldırımlara işlenen şehir
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Zarafeti kaldırımlara işlenen şehir

Zarafeti kaldırımlara işlenen şehir

Vasco de Gama bu şehirden yelken açıp Hindistan’ı keşfetti, Corte-Real ise Kuzey Amerika kıyılarına kadar ulaştı. Okyanusa meydan okuyan cesur denizcilerin limanı Lizbon, Avrupa’nın en eski kentlerinden biri. 300 yıl Mağrip Arapları’nın yönetimi altında kaldı, daha sonra sömürgelerden akan servetle zenginleşti.

Bugün 2,8 milyon nüfuslu şehir, asma köprüsüyle, okyanusa açılan nehriyle İstanbul’un 1970’lerini çağrıştırıyor. Tarihi yapılarıyla UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Binaları mavi seramiklerle, kaldırımları ve meydanları taş desenlerle süslü. Okurumuz, Ankaralı gezgin Prof. Dr. Seriye Sezen kenti gezdi, izlenimlerini yazdı.

2007’de kısa süreli görev seyahatim sırasında kısmen tanıdığım Lizbon’u sevmiş, ikinci ziyareti hak eden bir kent olarak not etmiştim. Ama o tarihte çektiğim vize çilesini bir daha yaşamamak için Lizbon’a bir daha gitmeme kararındaydım. Bu yıl pasaportum vizeden muaf olunca yaz tatili adresim belli olmuştu...

Lizbon, ilk bakışta, birçok Batı Avrupa başkentine oranla çok mütevazı. Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ve Rönesans başkentlerinin tarihselliği, zenginliği, ışıltısı ve “kibiri” belki yok. Avrupa’nın “kendini iyi pazarlayan” kremalarından değil. Bununla birlikte canlı, renkli, keyifli ve fotoğrafik. Üstelik turist akınından bunalıp şımarmamış. Yabancı gezginler, iyi karşılanıyor, yardım görüyor. Konaklama, gıda fiyatları Batı Avrupa kentlerine oranla daha insaflı. Eğer gezginin algıları açıksa, sundukları birçok Batı Avrupa kentinden daha aşağı kalır değil.

Lizbon, İstanbul, İzmir ve bir ölçüde Antalya’nın karışımı bir kent. 1755’teki büyük deprem sonrası yeniden inşa edilmiş. Binalarını farklı renkte begonviller, sokaklarını ve parklarını palmiye, çam, okaliptüs, meşe, zeytin, muz, narenciye ağaçları süslüyor. Yerleşimi yatay, sıkıştırılmamış. Binalar genellikle 4-5 katlı. Elbette yüksek yapılar da var, ama bunlar panoramayı duvar gibi kapatmıyor. Kent henüz gökdelenlerin istilasına uğramamış.

FERAH, HUZURLU, SAKİN

Düz bir kent değil Lizbon, eğimli. Geniş bulvarlarının yanı sıra hayli dar ve pencerelerinden, balkonlarından çamaşırların kurutulduğu dik sokakları İstanbul’un Balat semtini çağrıştırıyor. Kıyısına kurulduğu Tagus (Tejo) Nehri ve iki yakayı birbirine bağlayan köprüler de bu çağrışımı destekliyor. Merkezin dışında ise farklı bir Lizbon var. Futbol kulübüyle ünlü Benfica ve Amadora semtlerine doğru pek estetik, bakımlı olmayan, çok katlı, bitişik nizam yapılar, gecekondularla karşılaşıyorsunuz. Göçmenlerin yaşadığı bu bölgelerde nüfusun yapısı da değişiyor.

Libardade Bulvarı, Marques de Pombal Meydanı’nı Tagus Nehri’ne bağlıyor. Dört şeritli bulvarın ortasındaki kaldırımda, çınar ağaçlarının gölgesinde yürümek insanı ferahlatıyor. Bu duygu yol boyunca geçilen meydanlarla sürüyor: Restauradores, Dom Pedro IV, Comércio... Kentin turizm merkezine yaklaştıkça canlılık, nüfus yoğunluğu artmakla birlikte, asla kalabalık değil. Lizbon’un çevresiyle birlikte toplam nüfusu 2,8 milyon, merkezinde 600 bin kişi yaşıyor. Dolayısıyla İstiklal Caddesi’nin bunaltıcı yoğunluğundan eser yok. Otobüs ve tramvaylarda zaman zaman sıkışıklığı, yoğunluğu yaşıyorsunuz. Otobüs ve belirli hatlarda çalışan tramvayların yanı sıra bir diğer toplu taşıma aracı da dört hattan oluşan metro.

Lizbon, küçük ve orta boy dükkânları öldürecek boyutta alışveriş merkezi (AVM) saldırısına henüz uğramamış. AVM’lerin sayısı az. Türkiye’de giderek yok olan kumaş, tuhafiye, geleneksel el işi mağazalarına sıkça rastlanıyor. Büyük tekstil zincirleri, butikleri öldürememiş. Kentin belleğimde en çok iz bırakan simgeleri, parke taşlı kaldırımlar, resimli mavi fayanslar (azulejo), tramvay ve balkonda kurutulan çamaşırlar...

ŞEHRİN SİMGESİ FAYANSLAR MÜSLÜMANLARDAN MİRAS

Lizbon’un bence en önemli simgesi, desenlerle süslü taş yolları. Parkelerde geometrik şekiller, yazılar, çiçekler, karmaşık desenler kullanılmış. Parkeler yağmurda hayli kaygan. Lizbon’a giderken bavula, altı sağlam, kaymayan cinsten bir ayakkabı koymalısınız.

Kentin her yerinde, binaların hem iç ve hem dış süslemesinde cömertçe kullanılmış seramik duvar kaplamaları Portekiz’in de simgelerinden. 15’inci yüzyıldan itibaren önemli bir dekoratif unsur olarak kullanılmaya başlanmış. Fayansçılık Sevilla ve Valencia’dan, yani Endülüs’ten ithal edilmiş. İspanya’yı fayansçılıkla tanıştıran ise Müslümanlar.

Portekiz 16’ncı yüzyılda fayans üretmeye başlamış. Müslümanlardan farklı olarak, fayanslara insan figürleri de işlemişler. Bugün nereye giderseniz gidin, ister konut, lokanta, ister resmi, dini bina, duvarlar, tavanlar ya da zeminde mutlaka mavi-beyaz fayanslarla karşılaşırsınız. Rengârenk tramvaylar da kentin önemli turistik simgelerinden. Turistler özellikle São Jorge Kalesi’ne çıkan dar, dik sokaklarda tramvayı tercih ediyor. Binalar arasında makaralı iplerde kurutulan çamaşırlar, ilk bakışta göze aykırı gelse de Lizbon’daki görsel zenginliğin bir parçası.

Engebeli araziye kurulan kenti kuşbakışı izlemek için birçok seçenek var: Alfama bölgesindeki, Lizbon’un en yüksek tepesine kurulu São Jorge Kalesi en popüler gözlem yeri. Kalenin tarihi, Müslümanlara, 10 - 11’inci yüzyıla kadar gidiyor. Ulysses Kulesi’nden 360 derecelik panoramayı görmek mümkün. Çevredeki sokaklar da en az kale kadar ilgi çekici. Baxia’nın, Santa Justa Sokağı’ndaki Santa Justa Asansörü’nün terası ise özellikle Rossio ve Baxia bölgelerini tepeden görme olanağı veriyor. Marquez de Pombal Meydanı’nın kuzeyindeki Eduardo VII Parkı’nın zirvesi, açık havalarda iyi bir gözlem noktası.
 
ROSSIO MEYDANI’NDA BİR CUMARTESİ İKİNDİSİ

Dom Pedro IV (Rossio) Meydanı’nda bir cumartesi ikindisi. Az önce Santa Justa asansörüyle çıkıp yukarıdan baktığım meydan şimdi önümde uzanıyor. Bizim bulvarların genişliğindeki yaya kaldırımında, bir ahşap banktan meydandaki yaşamı izliyorum. Sağımda 55-60 yaşlarındaki Afrikalı erkek oturuyor. Gözleri yorgunluk ve sıcaktan kapandı kapanacak. Önümüzden geçen çocuğun haykırışıyla, gözlerini güçlükle aralıyor. Turistlerin arasına, çocuklarıyla alışverişe çıkmış Portekizli aileler karışıyor. Siyah tayyörü, kısa kesilmiş beyaz saçları, boynundaki inci gerdanlığı, klasik siyah çantasıyla 1960’lardan günümüze ışınlanmış izlenimi veren, orta-üst sınıftan Portekizli bir kadın geçiyor. Karşıdaki heykellerin ellerinden fışkıran ve meydana serinlik yayan suların sesine otomobillerin, rüzgârın sesi karışıyor; kaldırımdaki ağaçların yaprakları nazlı nazlı sallanıyor. Gezintiye çıkan yalnızca insanlar değil; yiyecek arayan güvercinler de kaldırımları adımlıyor. Önümdeki durakta duran Cais Sodré otobüsünden inenler hızla meydana dağılıyor. Hemen solumdaki Estacto Eczanesi’nin haç şeklindeki yeşil ışıklı levhası yanıp yanıp sönüyor; eczanenin adı, çalışma saatleri, tarih, saat, sıcaklık bilgileri sırasıyla bu levhanın altından hızla akıyor: 16.07.2011, 15:49, 28º...

Portekizli sürücüler korna kullanmasını bilmiyorlar galiba, korna sesi neredeyse hiç duyulmuyor. Zaten yayalara karşı davranışları da bir tuhaf; yoldan karşıya geçmek isteyeni gördüklerinde hemen duruveriyorlar. Bir elinde Lizbon kitabı ya da harita, diğerinde fotoğraf makinesiyle etrafı tarayan turistler geçiyor meydandan. Sokağa yeni çıkmış ve her gördüğünü pür dikkat inceleyen çocuklar gibi, kentin her köşe, bucağını kendi belleklerine değilse bile fotoğraf makinelerine kaydediyorlar. Bu, “ben buradaydım”ı belgeleme çabası acaba bize neler kaybettiriyor? Sayısal fotoğraf makinelerinin yaygınlaşmasıyla birlikte gezilerde görme, bakmanın yerini artık “fotoğraflama” aldı. İlk kez gidilen, gezilen yerleri incelemek, içimize sindirmek yerine “görmeden” sadece kaydediyoruz. Tıpkı, açlığın bir an önce yatıştırılması amacıyla yemekleri tadına varmadan hızla yuttuğumuz gibi... Evet, belki ne yediğimizi anımsıyoruz ama yediklerimizin tadını, farklılıklarını ayırt edebiliyor muyuz?

Rüzgâr sanki arttı. Zenci bir aile yolun ortasında durarak neşe içinde, yüksek sesle şakalaşarak dondurmalarını yemekte; aileden bir delikanlı cep telefonuyla bu anı fotoğraflıyor. Başında kasketi, kısa kollu gömleğinin üzerine giydiği yeleğiyle yaşlı bir adam koşarak otobüse yetişiyor. Ayaklarında sandaletleriyle genç bir çift sarmaş dolaş önümden geçiyor.

Rüzgâr, banktaki boş dondurma kaplarını yere fırlatıyor. Meraklı turistleri gezdiren kırmızı renkli, Lisboa Sightseeing otobüsü yavaşça önümden bir kez daha geçiyor. Dondurma kaplarının düştüğünü gören sahibi, yerden alıp elindeki poşete koyarken genç bir turist çift, ellerindeki harita ve kitapçığı inceliyor. Arada bir başlarını kaldırıp sağa sola baktıktan sonra tekrar sayfalara gömülüyorlar. Arkamdaki bankta yaşlı bir erkek alçak sesle şarkı söylemeye başlıyor. Hüzünlü bir şarkı; kim bilir, belki de bir halk türküsü. Vücudunu cömertçe sergileyen bir mayo mankeni tüm bu olup bitenleri, otobüs durağındaki reklam panosundan, biraz kaygısızca, şuh bakışlarla izliyor.

BALIK VE DENİZ ÜRÜNLERİ TÜM RESTORANLARIN MÖNÜSÜNDE

Lizbon deniz mutfağında komşusu İspanya ile yarışacak ölçüde iyi. Bizde balık daha çok balık lokantalarında ve hayli pahalı fiyatlarla yenilirken, balık ve diğer deniz ürünleri Portekiz’in tüm lokantalarında mönünün ayrılmaz parçası. En yaygın olarak tüketilen ise ızgara sardalye. Fiyatlar lokantasına göre değişmekle birlikte Türkiye’den pahalı değil. Balığın yanında haşlanmış patates ve yeşillikler servis ediliyor. Çorba ve kırmızı et de yemek listelerinin bileşenlerinden. Kırmızı et sevenler, picanha olarak adlandırılan Brezilya usulü but bifteği deneyebilir. Önemli bir şarap üreticisi olan Portekiz’de ucuz sofra şarabının yanı sıra değişik kalitelerde şaraplar tadılabilir. Lokantalarda ekmek ayrıca ücretlendiriliyor. Müşteri istemeden masaya getirilen ekmek, tereyağı ve pastırma gibi ikram sanılan yiyecekleri iştahla tüketmeden önce bunların hesaba dâhil edileceği unutulmamalı. Hesap önemli değil, diyorsanız sorun yok; aksi takdirde hemen geri göndermenizde yarar var. Gerçek Portekiz mutfağı için, hem servisin hem de mutfağın zayıf olduğu turistik bölgelerdeki lokantalar yerine, turistlerin pek uğramadığı, daha çok yerli halkın yemek yediği lokantalar tercih edilmeli.

KAŞİFLERİN, KEŞİFLERİN ÖYKÜSÜ DENİZ MÜZESİ’NDE

Lizbon farklı ilgi alanlarına dönük müzeleriyle müze gezmekten hoşlanan gezginler için de çekici bir kent. Deniz Müzesi, Ulusal Fayans Müzesi, Calouste Gulbenkian Müzesi, Müzik Müzesi, Fado Müzesi, Çağdaş Sanat Müzesi, Doğu Müzesi, İletişim Müzesi, Radyo ve Televizyon Müzesi, Kukla Müzesi, Klasik Sanat Müzesi, Bilim Müzesi, Etnoloji Müzesi, Chiado Müzesi, Eczacılık Müzesi ilk etapta aklıma gelenler. Ben üçünü gezdim.

* Deniz Müzesi (Museu de Marinha): 1863’te kurulmuş, Belem bölgesindeki Jeronimos Manastırı’nın batı kanadında. Hem keşifler hem de sömürge tarihine ilişkin bilgilerimizi yeniden canlandırmak, küçük bir ülkenin, çoğu Afrika kıtasından birçok ülkeye yıllarca nasıl hükmettiğini bir kez daha görmek ve günümüzde Portekizcenin Brezilya dâhil yedi ülkede daha resmi dil olmasını yorumlamak açısından mutlaka görülmesi gereken bir müze. Her koşulda alışverişi sevenler ise müzenin hediye mağazasından çok memnun kalacak. Deniz temalı pirinç, porselen, gümüş objeler, dekoratif nesneler, süs eşyaları, kitaplar, fayanslar, eşarp ve kravatlar karşısında alışveriş tutkunları kendilerini kaybedebilir.

* Ulusal Fayans Müzesi (Museau Nacional do Azulejo): 15’inci yüzyıldan günümüze kadar fayans koleksiyonunu içeren müzedeki Aziz António Şapeli’nin 18’inci yüzyıl barok dekorasyonu etkileyici olmakla birlikte, aşırı süsleme ve şatafat insanın üzerine bir ağırlık gibi çöküyor. Müzede beni en çok etkileyen koleksiyon en üst kattaki, Lizbon’un 1755’teki depremden önceki halini resmeden panorama oldu (The Great View of Lisbon). Kentin 1755’ten önceki en gelişmiş ikonografisini oluşturan bu fayanslar zinciri, hem hacmi, hem yapımında harcanan emek ve zaman, hem de estetiği açısından beni çok etkiledi.

* Calouste Gulbenkian Müzesi: Üsküdar doğumlu, Ermeni kökenli ABD’li bir işadamı olan Gulbekyan’ın koleksiyonlarından oluşan müze, kapsam olarak Victoria ve Albert Müzesi’ni anımsatmakla birlikte hayli eklektik kalıyor. Müzede, Gulbekyan’ın çoğunlukla Orta Doğu ve Asya ülkelerinden topladığı para, cam, çömlek, fayans, halı, porselen, resim, heykel, mobilya, mutfak malzemeleri ve süs eşyaları sergileniyor. 16’ncı yüzyıl Osmanlı çinileri ile 16 ve 17’nci yüzyıl Bursa ve İstanbul halıları da sergilenenler arasında.

 LİZBON’UN RUHU KAHVELER ve PASTANELERDE SAKLI

Confeitaria Nacional’ı 183 yıldır aynı aile işletiyor

Yurtdışı tatillerin bence en keyifli anları kahvelerde geçirilen uzun zamanlardır. Uzun yürüyüşler ya da yorucu bir müze gezisinden sonra, bir içecek eşliğinde tembellik etmek, gelip geçenleri seyretmek, dinçleşip bir sonraki maraton için enerji toplanabilecek ideal yerlerdir buralar...
Avrupa coğrafyasında kahve deyince zihinlerde Paris ve belki Viyana’nın çağrışması olağandır. Ama iki ülke arasındaki temel ayırım, kahvenin dış mekânla ilişkisidir. Kaldırım ya da bulvar kahveleri türündeki Paris kahvelerinde yaşam daha çok dışarıda geçer, dolayısıyla dış mekân daha önemlidir. Buna karşın, giderek değişmekle birlikte Viyana’nın kahvelerinde iç mekân daha önemlidir. Paris kahve kültüründe, belki de dış mekânın bu önceliği nedeniyle, alandaki masa yoğunluğu daha fazladır. Bizim pirinç ayıklanan tepsilerimiz büyüklüğündeki daracık masalarında, insanları sırt sırta oturtmaya mahkûm eden Paris kahvelerinden pek hazzetmem. Siyah pantolon üzerine beyaz gömlek ve siyah yelekten (kimi zaman beyaz ceket ve papyon kravattan) oluşan giysileri, uzun önlükleriyle ünlü selamsız, havalı garsonlarını da sıkıcı bulduğumu söylemeliyim. Beden dilleri, tavırları ve ses tonlarının “kendine güven” üzerine şekillendiği bu garsonlar adeta hizmet vermez, “bahşeder.” Bardak altları neredeyse önünüze atılır, siz daha ne oluyor diye şaşkınlıkla bakarken siparişler ışık hızında masaya bırakılır... Ardından garson zarif ve kıvrak bir hamleyle hesap fişini yerleştirip yine hızla gözden kaybolur. Bizde kimi lokantalarda zaman zaman insanı bunaltan yavaşlık ya da ortalıkta gezinen garsonlara bir türlü kendini fark ettirememe durumu buralarda söz konusu değildir.
Günümüzde küresel kahve zincirleri giderek tüm ülkeleri teslim almış olsa da benim tercihim her zaman, bulunduğum kentin yerli ve tarihselliği olan kahvelerinden yanadır. Bu kahvelerde hem o kente özgü tatlar, ilişkiler, dekorasyon hem de kentin halkı bulunabilir. Buralarda sizi, içeceğiniz kahveden kullanacağınız peçeteye kadar küresel ve bilindik standartlar değil yerel kültürün farklılıkları karşılar. Paris’te La Select, Budapeşte’de New York Café, Viyana’da Café Landtman, Porto’da Café Majestic, Varşova’da Café Blikle bu lezzetlerin tadılabileceği kahvelerdir.

PORSELEN DEMLİKTE ÇAY BİR DİLİM BADEMLİ KEK

Lizbon’da, Paris ya da Viyana kadar olmasa da hatırı sayılır bir kahve kültürü var. Kahveler arasında en çok rağbet göreni Chiado bölgesindeki A Brasileria. Gördüğü ilgiye karşın, terasındaki bakımsız, yer yer paslı metal masa-sandalyeleriyle Art Nouveau stili güzel binası arasındaki çelişki bir yana hizmet kalitesiyle de bu ünü hak etmediği kanısındayım. Liberdade Bulvarı’ndaki Tivoli Oteli’nin çatı terasındaki Tivoli Café, kenti kuşbakışı seyretmek için elverişli. Aynı bulvardan girilen Travessa Salitre’deki Lizboa Plaza Oteli’nin kahvesi de (Café Plaza), özellikle sıcak havalardan bunalan gezginlerin sığınacağı sessiz, serin ve dingin bir liman. Klasik İngiliz tarzında ve bej-kahverengi ağırlıklı döşenmiş ana salonun duvarlarında at ve binicilik resimleri cömertçe kullanılmış. Café Plaza kapalı bir mekân olmasına rağmen, gerek iç alanda kullanılan yapay bitkiler, çiçekler gerekse sokağa bakan ve tabana kadar inen geniş pencere önüne dışarıdan yerleştirilen bitkiler sayesinde adeta yapay bir bahçe oluşturulmuş. Ana salondan şık bir kapıyla bölünmüş şömineli salon sigara içenler için ayrılmış.
Ama bana kalırsa asıl Lizbon’u ve Lizbonluları bulacağınız yerler kahvelerden çok pastaneler.
Bu pastanelerden biri, kent merkezindeki Confeitaria Nacional. 1829’da kurulan pastanenin günümüze kadar ne sahipliği değişmiş ne de dekorasyonu. Figueria Meydanı’nda, sekiz kuşaktan beri aynı aile tarafından işletiliyor.
Daha çok, satışların yapıldığı giriş katında, ayaküstü atıştırmalar için yüksek masaların yanı sıra, köşelerde oturma yerleri de var. Ama asıl servis, ahşap bir merdivenle çıkılan üst kattaki iki salonda yapılıyor. Figueria Meydanı’na bakan çay salonunun işlemeli yüksek tavanlarından klasik tarzda uzun avizeler sarkıyor. Beyaz duvarlar, Lizbon’un eski siyah beyaz fotoğraflarıyla ve apliklerle süslenmiş. Bu fotoğraflar pastanenin tarihselliğini de sergiliyor. Zemindeki bakımsız ahşap parkeler hayli yıpranmış, adımlarınıza gıcırtıları eşlik ediyor. Fransız balkonların önlerine yerleştirmiş plastik sardunyalar uzaktan hoş görünse de, içeriden bakıldığında, bu ağırbaşlı ve geleneksel ortamla çatışma içinde. Yine de, meydana bakarak, bademli bir dilim kek eşliğinde porselen demlikte servis edilen çayı yudumlarken yapma çiçeklerin varlığını unutuyorsunuz.
Confeitaria Nacional’in müşterileri sanki çoğunlukla Lizbonlu. Çocuklarıyla bir alışveriş sonrası yorgunluğunu atan bir anne-baba, giyim-kuşamları ve davranışlarıyla kız meslek lisesi öğretmenlerini anımsatan ve buranın müdavimi oldukları belli yaşlı bir kadınlar grubu, genç kuşaktan modern giyimli iki kız, hemen arka masamızda genç bir çift, çay salonunun müşterileri arasında. Ama orta ve üst yaş grubundan turistler de pastaneyi seviyor. Yan masada iyi giyimli üç Fransız kadın, en az yedikleri kadar sohbetten de tat alıyor.

BELEM’İN SIRRI

Kentin bir diğer tarihsel pastanesi, Belém bölgesindeki ünlü Belém Pastanesi (Antiga Confeitaria de Belém). 1837’den beri hizmet veren bu pastane hem Lizbonlular hem de yabancı gezginler arasında oldukça popüler. Pastaneyi bu kadar ünlendiren Lizbon’daki hemen her türlü unlu mamul dükkânlarında, pastéis de nata adıyla, burada ise pastéis de Belém adıyla satılan kremalı pasta. Adeta bizde simit ne ise Portekiz’de pastéis de nata o. İki üç lokmada bitiveren, içi kremalı küçük, yuvarlak bir pasta. Hatta paket servisler için bu pastalara özel şık, karton ambalajlar yapılmış.
Burası, hem hacim hem tür hem de ortam olarak Confeitaria Nacional’den daha farklı. Herşeyden önce fazla turistik. Lizbonluların yanı sıra dünyanın hemen her ülkesinden gelenler bir arada ve çoğunlukla tüketilen kahve eşliğinde pastéis de nata. Pastanenin çok geniş olmayan girişi her saatte tıklım tıklım. Servis, arkada, dehliz şeklinde içiçe geçen salonlarda yapılıyor. Duvarları güzel çinilerle süslü, küçük pencereli bu geniş, kalabalık ve mermer ağırlıklı salonların sıcak bir atmosfer yarattığını söyleyemeyeceğim. Bu görüntü bana, bir pastaneden daha çok, fast food lokantaları ve tren garlarındaki soğuk kafeteryaları, hatta bizim hamamları çağrıştırdı. Aynı anda 500 kişiye hizmet verilen pastanede günde binlerce pastéis de Belém satılıyor. Bu yoğunluğa rağmen hizmet aksamıyor; garsonlar güler yüzlü, nazik. Garsonumuz, belki binlerce defa karşılaştığı, “peki bu pasta nasıl yapılıyor” sorusunu “bu bir sır” diyerek nazikçe geçiştiriyor. Ama yan masadaki İspanyol çiftten erkek olan bana yardımcı oluyor. Kendisi internette bulduğu tarif üzerine denemiş; “hiç kolay değil” diyor; “kremanın kıvamını tutturmak hayli zor.” O kadar dikkatle ve ayrıntılı anlatıyor ki “yoksa siz aşçı mısınız” diyorum. “Hayır” diyor, “ben yalnızca karım için yemek yapıyorum.”
Belém Pastanesi, Confeitaria Nacional gibi, öyle saatlerce oturup sohbet edebilecek, zaman geçirilecek bir yer değil. Ne atmosferi buna uygun ne de kapalı ve insana kaybolmuş hissi uyandıran geniş mekânı. Bütün o tarihselliğine rağmen, siparişlerinizi bir an önce yiyip kalkacağınız bir tür fast food lokantası havasında.

TAKSİ UCUZ AMA AÇIKGÖZ SÜRÜCÜLERE DİKKAT

Lizbon havaalanından taksiye binerken kendimce tüm önlemlerimi almıştım. Önceden taksi tarifelerini not almış, resmi taksiye binmiş ve girer girmez taksimetrenin çalışıp çalışmadığını kontrol etmiştim. Ama otele geldiğimizde sürücü taksimetredeki fiyatın iki katını isteyince, aldığım önlemlerin de yeterli olmadığını anladım. “Taksimetre 7,55 Euro, iki bagajımız 1,60’dan 3,20 Euro, toplam 10,75 Euro eder, 19 Euro nereden çıktı” soruma verdiği, “evet ama siz iki kişisiniz, bu tek kişi ücreti” yanıtının saçmalığı karşısında bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Neyse ki hızla kendimi toparladım, kiralananın taksi olduğunu ve bu ücretimi ödemeyeceğimi söyleyince ısrar etmedi ve 10 Euro yeterli dedi. Anladım ki, İstanbullu meslektaşları gibi kötü ünlenen Portekizli taksi sürücüleri, “fazladan para kazanma” konusunda hayli yetenekli. Aslında Portekiz, taksi ücretlerinin düşük olduğu bir ülke; havaalanı da kent merkezine çok uzak değil. Kent merkezine 3,5 Euro ödeyerek havaalanı otobüsü (Aerobus) ile veya bileti 1,40 Euro olan 475, 83 veya 44 numaralı belediye otobüsleriyle ulaşmak mümkün.

False