Son Güncelleme:
Sürprizi olmayan ülke
Yılın son gezisini Zürih kentine ve kayak merkezi St. Moritz’e yaptım. Her şeyin tıkır tıkır işlediği bu ülkede hiçbir sürprizle karşılaşmadığım için yazıyı yazmakta zorlandım.Gezi sonunda karlar altındaki kış İsviçre’sini değil de dağlarında çiçekler açmış yaz İsviçre’sini daha çok sevdiğime karar verdim.Eski yılın son gezisini İsviçre’nin Zürih kentine yaptım. Gezimin nedeni, Swiss Air Lines’ın kısa bir davetiydi. Nefes nefese bir hafta sonu geçirdim. Önce Zürih, ardından Avrupa’nın ünlü kayak merkezi St.Moritz... Hızlı ama keyifli bir gezi oldu. Bir kış tablosunun içinde dolaşıyormuş gibi hissettim kendimi. Dönüşte notlarıma göz atıp, bu gezi hakkında neler yazacağımı düşündüm. Yazıya başlamakta zorlandım. Bir saat gibi tıkır tıkır işleyen, yaşama dair hiçbir sürpriz sunmayan bir kentin -bir ülkenin- neyini yazacağımı kestiremedim. Onun için benden önce bu ülkeye giden yazarlardan da yardım aldım.Aslında eski gezginlerin ve edebiyat adamlarının, gittiğim yerlerle ilgili anılarını okumayı, onların neleri gördüğünü, nelere dikkat ettiğini, bunları hangi kelimelerle anlattıklarını hep merak ederim. Kendi yazdıklarımla kıyaslarım. Beni çok etkileyenleri de sizlerle paylaşırım. Okurlarım bu huyumu bilir.Bu, Zürih’e ikinci gidişimdi ve hava soğuktu. Göl kıyısındaki otelimin penceresinden dışarı baktığımda, uçuşan sarı yapraklar dışında rıhtımda kimsecikleri göremedim. Belki karanlık bastırdığı için belki de soğuktan, göl boyunca uzanan rıhtımdan el ayak çekilmişti. Halbuki ilk gelişimde -bir yaz başıydı- yürüdüğüm aynı rıhtım şen şakraktı. Yürüyenler, koşanlar, köpeklerini dolaştıranlar... Bir kahveye oturup, şarabımı yudumlarken çevreyi gözlemiştim; Bunca kalabalığı oluşturan insanlar yapayalnızdı. Kendi başlarına koşuyor, yürüyor ve sadece köpekleriyle konuşuyorlardı. Birbirine sokulmuş birkaç sevgili bu yalnızlığı bozuyordu. Belki de onlar buralı değildi!.. O zaman, Zürihlilere acıdığımı anımsıyorum.TABLO GİBİ GÖLLERAkşam yemeğini yiyeceğim lokantaya yürüyerek gitmeyi tercih ettim. Göl kıyısından, başlarını kanatlarının içine gömüp uykuya dalmış kuğuları seyrede seyrede... Çevresinde yükselen karlı dağlar, pencerelerinden ışık saçan iki-üç katlı evler, ağaçlarla göl karanlıkta bir tablo gibi duruyordu. İsviçre’nin bütün gölleri gibi çok güzeldi. Bu güzel göller Yahya Kemal Beyatlı’yı da o kadar etkilemişti ki, ‘Siste Söyleniş’te İstanbul’un güzelliğini anlatabilmek için onlardan esinlenmişti: ‘Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri / Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.’Yemekte İsviçre’ye özgü bir şeyler yedim. Tabii et ve şarküteri ağırlıklı. Tuzlu ve yağlı yemeklerdi. Kırmızı şarapla bastırmaya çalıştım. Mönüde yazılanlar, üç aşağı beş yukarı iki hafta önce Viyana’da yediklerimin aynısıydı. Sürpriz bir tatla karşılaşmadım. Yemekten sonra, Zürih’te yaşayan bir dostumla buluşacaktım. Sokaklar ışıl ışıl süslenmişti. Binlerce küçük lambadan fışkıran ışık, bir nehir gibi akıp gidiyordu. Soğuk rüzgarın koluna girip, sıkı bir yürüyüşten sonra buluşma yerine vardım. Biraz erken gelmiştim. Pencere kıyısında bir iskemleye oturup beklemeye başladım.Gelip geçenleri seyrederken aklıma, geçmişin ünlü gezgini Ahmed İhsan’ın söyledikleri takıldı. Bunlar övgü dolu cümlelerdi: ‘Gezilerim sırasında tatlı ömür sürdüğüm yerlerin birincisi Zürih’tir. Burada, Almanya şehirlerinde yaptığım gezintilere nazaran 4-5 saat kalmakla her tarafı görebileceğim halde ben iki gece kaldım...’ Üstat bana biraz abartmış gibi geldi. Sonra arkadaşım göründü. O anlattı ben dinledim... Daha çok Zürih’ten uzakları, dünyanın en ilginç noktalarını konuştuk. Konuşa konuşa geceyi ilerlettik.ŞANSLI ÜLKEErtesi sabah gökyüzünde, beyaz bulut kümeleri koşuşturup duruyordu. Gölün kıyısındaki bir banka oturup, bana kenti gezdirecek rehberi beklemeye koyuldum. Kuğular uyanmış, yanlarında siyah ördekler olduğu halde gölün üstünde bir aşağı bir yukarı kayıyorlardı. Martılar her zamanki gibi çığlık çığlığa kanat çırpıyorlardı. Sessiz, soğuk ve güzellikler sunan bir kış sabahıydı. İsviçre’nin şanslı bir ülke olduğunu düşündüm. Bu şansı John Berger arkadaşı Murat Belge’ye şöyle anlatmıştı: ‘İsviçre burjuvazinin El Doradosu’dur. Bir kere öyle ileri derecede sanayileşmiş falan değil. Onun için kapitalizmin getirdiği bir sürü pislikten kurtulmuş. Buna rağmen kapitalist... Güzel ve temiz bir doğası var. Doğayı tamamen evcilleştirmiş. Üç ayrı milletten insan yaşıyor ama tek bir millet. Demek ki bütün o millet falan ilkelliklerini aşmışlar. Yani her bakımdan burjuvazinin bütün ideallerine sahipler...’Ne kadar doğru bir tanımlamaydı. İsviçre’nin ana gelir kaynaklarını şöyle sıralamak olasıydı: Bankacılık, saat, çikolata, çakı, peynir, turizm... Hepsi tertemiz, hepsi dumansızdı. Tüm ülkeye tıkır tıkır işleyen bir düzen hakimdi. Ama bu düzen John Berger’i öfkelendiriyordu: ‘Bu düzeni görmek insanı sinir ediyor, anarşist duygular veriyor. Bir şeyler çalmak veya bir şeylere vurup kırmak istiyorsun. Şiddet içeren bir şey geliyor içinden...’Rehberim tam vaktinde geldi. Esas mesleği otelcilikmiş. Özellikle Arap ülkelerinde yöneticilere eğitim veriyormuş. Ama avukat olan karısının yüzünden Zürih’e demir atmak zorunda kalmış. Tüm bunları bir çırpıda anlattı. Ve kenti yürüyerek gezmeyi teklif etti. O, kentleri yürüyerek öğrenirmiş hep. Tıpkı benim gibi... Eski mahallelere doğru yürürken karşımıza bir heykel çıktı. Bir elinde kutsal kitap, diğer elinde kılıç vardı. Huldrych Zwingli, bu bölgeye protestan anlayışını yerleştiren kahramandı. Onu selamlayıp daracık sokaklara daldık. Rehberin söylediğine göre evler 200-300 yıllıktı. Ama hepsi dün yapılmışçasına bakımlıydı.KENTİN ÜNLÜ KONUKLARIRehberim öyle heyecanlı, öyle yüksek sesle ve oynayarak anlatıyordu ki, gelen geçen bize bakıyordu. İlginç yerlere götürdü beni. Örneğin Lenin’in devrimi planladığı evin bulunduğu sokağa. Koca lider bu eve taşınmadan önce biraz ilerideki bir sokakta, kırık dökük bir evde, alkolikler ve orospularla birlikte oturmak zorunda kalmıştı. Bir başka sokakta da Albert Einstein’i anlattı. Oturduğu evi gösterip bir de dedikodu sıkıştırdı: ‘Buluşları aslında matematikçi karısının yaptığı’ uzun süre bu sokaklarda konuşulmuştu.Bir başka sokakta bir restoranın önünde durup, bu kez de röntgen ışınlarını bulan Wilhelm Conrad Röntgen’in dedikodusunu yaptı. Koca alim meğerse restoranın sahibinin kızına abayı yakmış, evleninceye kadar gece gündüz bu sokağı arşınlayıp durmuştu. Küçücük Zürih meğerse ne kadar çok ünlüyü misafir etmişti!.. Ahmed İhsan’ın dediği gibi, 3 saatlik bir yürüyüş sonunda kentin büyük bir bölümünü gezmiştim.Rehberimden ayrılıp, St. Moritz’e gidecek trene binmek için gara gittim. Vagonun üst katında rahat bir koltuğa oturup hareket saatini bekledim. İsviçreliler trenlerinin tam vaktinde kalkmasıyla da çok övünüyorlardı. Gerçekten de tren tamı tamına söylenen saniyede hareket etti. Başımı soğuk cama dayayıp, akıp giden manzarayı yakalamaya çalıştım.NAZIM’IN GÖZÜNDENBurada sözü fazla uzatmadan, kalemi Nazım Hikmet’e bırakmak lazım. Ünlü şair vagon penceresinden gördüğü İsviçre’yi şöyle anlatmıştı:‘Geçiyor İsviçre camdangüneşli bir akvaryumdangeçen bir balık gibi,çok renkli bir balık.Bakıyorum vagonumdankederlialaycıöfkeli biraz da alıkbakıyorum vagonumdannot alıyorumİsviçre üstüne doğru yanlış bildiklerimigördüklerimi katarak.Hava ne soğuk ne sıcak,burda her şey böyle galiba, gülüm,ne soğuk, ne sıcak,ne serin, ne ılık.Ayarlı bir saatmarkası ünlü bir kol saati...İsviçre oyuncak bir memleketdev dağlarla karışık.Dev dağlar, gülüm,çocukluğumun dağlarıTobler çikolatasının.Uzaklardan gelen sütlü bir tad ağzımdave çocukluğumu hatırlamanın kederidüğümlendi boğazımda...’St. Moritz’e vardığımda karanlık basmış, kar hızlanmıştı. Beni karşılayan otel görevlisi, karın yağış hızından memnun değildi. Daha çok kar istiyordu. Çünkü burada kar para demekti. St. Moritz diğer İsviçre kasabalarına benzemiyordu. Geleneksel köy evleri burada yerini apartmanlara bırakmıştı. Otel fiyatları yanına yaklaşılacak gibi değildi. En ucuz oda fiyatı 500 dolardan başlıyor, çıkabildiği kadar çıkıyordu. Ben geceliği 15 bin dolar olan bir süit daire bile gördüm.FİYATLAR EL YAKIYORAvrupa’nın sosyetesi, kaymak için buraya geliyordu. Bu ünlü simaları, otel lobilerinde görmenin imkanı yoktu. Onlar dağın yamacında, 40-50 milyon dolarlık özel evlerde kendilerini gizliyorlardı. Bir telesiyeje oturup, dona dona kayak pistlerinin olduğu yere çıktım. Renkli kayak elbiseleri yüzünden dağ, çiçeklenmiş gibi görünüyordu. Bir bardak sıcak şarap eşliğinde kayanları seyrettim. Kayakla aram olmadığı için, pistlerin iyi olup olmadığını kestiremedim.Bembeyaz St. Moritz’de bir gün kaldım. Bütün keşiflerimi bu bir güne sıkıştırmak zorunda kaldım. En büyük keşiflerimden biri de, Waldhaus Am See otelinin ‘Devils Place’ adlı barı oldu. Bu bar, dünyanın en zengin viski koleksiyonunu barındırıyordu. Raflarda ve alt kattaki özel kavda, çoğu malt olmak üzere 2500 çeşit viski vardı. Koleksiyona 20 yıl önce başlayan otelin sahibi Claudio Bernasconi, bana bildiğim tüm viskilerin ilk yıllarına ait açılmamış şişeleri gösterdi. Guinness rekorlar kitabına giren bu zengin koleksiyona bence paha biçmek oldukça zordu. O gece tattığım viskileri bir daha tadacağımı sanmıyorum.Ertesi gün yoğun kar yağışı altında trenle gerisin geriye döndüm. Yolda, İsviçre’nin rengarenk boyanmış yazlık halinin, benim ruh yapıma daha uygun düştüğüne karar verdim.Tüm okurlarıma sağlıklı, huzurlu, mutlu ve bol gezmeli bir yıl diliyorum.Şıllık’ın anlamıUrfa yemeklerini anlatırken Şıllık tatlısından bahsetmiş, bu tatlının adının öyküsünü bulamadığımı yazmıştım. Mehmet Akif Adsız ve Yusuf Kılıç adlı okurlarım bu konuda beni aydınlattılar. Yazdıklarına göre bu tatlının asıl adı ‘Şike’. Bu ad kırsal kesimde ‘Şılkı’ olarak telaffuz ediliyormuş. Şılkı Kürtçe kökenli bir kelime. Islak, sulu anlamına geliyor. Bu tatlı kent sofralarında görülmeye başladığından beri adı ‘Şıllık’a dönüşüyor. Okurlarıma teşekkür ederim.