Marmaris’in köyleri koyları kadar güzeldir
Marmaris’i bu kez hem koy koy, hem de köy köy dolaştım. Gördüm ki ilçenin köyleri de koyları kadar güzel. Aslında temmuz ve ağustosta güneye inmemeye çalışırım. Buğulu sıcağı insanı canından bezdirir. Hep gölgelere, klimalı odalara sığınmak zorunda kalırsınız. Güneş battıktan sonra bile sıcak çekip gitmez. Sahildeki bir şezlonga uzanıp, gökyüzündeki yıldızlara bakarak hayal kurmanıza izin vermez. Yani, bu iki ayın sıcağı, Marmaris’te oldukça insafsızdır. Ama yine de gittim...
Aklımı çelen Ahmet Şenol, çok eski arkadaşımdır. Hep çılgın projelerin peşinde koşar. Son projesi, Turunç, Kumlubük’te, dağın ortasında, derin bir kanyonun kıyısında kurduğu tatil köyü oldu. Oradan bakınca, tüm vadiyi ve koyu kuş bakışı görüyorsunuz. Ahmet, genellikle Avrupalı turistlerle çalıştığı için Türk tatilciler bu saklı cenneti pek bilmez.
Bu kez tekne yapımcılığına soyunmuş. Söküm yerlerinden topladığı cankurtaran sandallarını, lüks teknelere dönüştürmeye başlamış. İlk yaptığı teknelerle yapacağı ilk turu benimle paylaşmak istemiş. Sözün özü, böylesine güzel bir davete hayır diyemedim ve ağustosun başında Marmaris’e gittim.
Hava korktuğum kadar sıcaktı. Otomobilimin kliması bile zorlanıyordu. Çünkü güneş, aracın tavanını ekmek fırınına çeviriyordu. Asfalta yumurta kırsan pişmesi çok uzun sürmezdi.
Ahmet Şenol, cankurtaran sandallarından üç tekne yapmıştı: Fıstık, Fındık ve Ceviz. Biz, en büyükleri olan Fıstık’la açıldık. Gemilerin yan tarafında gördüğümüz o kavuniçi renkli sandal, gerçekten de tam bir “Fıstık” olmuştu. İki kamarası, bir duşu, tuvaleti, mutfağı, kıç tarafta geniş oturma alanı, ön tarafta güneşlenme yatakları ile bu sıcakta gerçekten “can kurtarıyordu”.
Karadan uzaklaşınca, arkadan uzun oltayı saldık. Kimbilir bir palamut, bir tombik, bir akya, zokayı yutma teşebbüsünde bulunurdu.
Bozburun’a doğru her koya girdik çıktık. Lacivert, mavi, turkuvaz suların davetini kıramayıp, Akdeniz’in ılık sularıyla kucaklaştık. Gürültüden, teknelerden, kulakları tırmalayan yaz şarkılarından, yüzerken insanı tedirgin eden jet-skilerden, muz şeklindeki botlarda çığlık atan turistlerden uzakta, denizin keyfini çıkarttık.
Günün sonunda hem tekne hem de onu yapan Ahmet Şenol sınıfı geçmişti. Ertesi gün onu tersanede, dönüştürmeye çalıştığı cankurtaran sandallarıyla başbaşa bırakıp, köy gezilerime başladım.
ÇAM BALININ MERKEZİ
İlk durağım dağ köyü Osmaniye’ydi. Burası çam balının merkeziydi. Köyün yüzde 95’i, ekmeğini baldan çıkarıyordu. Bir kahvenin gölgesine sığınıp, demli çayın eşliğinde sıcaktan saklanmaya çalıştım. Marmaris Ticaret Odası ile köy muhtarlığı bir Balevi kurmuştu. Aslında bu bir müzeydi, formaliteler yüzünden müze adını kullanamıyordu. Muhtar, tecrübeli balcıydı. Müzeyi gezerken anlattıklarından öylesine ilginç şeyler öğrendim ki, bal konusunda zır cahil olduğumu anladım. Bir köyde, böylesine güzel, böylesine ayrıntılı bir müze görmek beni şaşırttı.
Muhtar öğle yemeğine davet etti. Köy tavuğu dolması, ballı çereçli sac böreği, ballı çorba, gadı helvası, çıntar böreği ikram etmek istedi. Yolum uzundu, daveti istemeye istemeye geri çevirdim. Hediye edilen bir kavanoz saf çam balını bagajıma koyup yoluma devam ettim.
ASIRLIK ÇINARIN GÖLGESİNDE
Ormanların içinden geçip, Bozburun’a doğru yeşil bir yolculuk yaptım. Önce Çiftlik Koyu’na saptım. Çamların çevrelediği bu masmavi koy çok davetkardı. Denizin dibindeki taşları saymak mümkündü. Kıyıdaki çardakta ızgara yanmış, köfteler cızırdamaya başlamıştı. Ahmet Şenol, buranın köftelerinin çok lezzetli olduğu konusunda beni uyarmıştı ama yutkunmakla yetindim.
Çiftlik Koyu’nun hemen yanındaki Gebekse Koyu’na gitmek için bir sandal aradım ama bulamadım. Bir mavi yolculukta buraya demirlemiş, koyun binbir renkli sularında kulaç atmıştım. O günden beri aklımdan çıkmamıştı.
Virajlı yoldan bayıra tırmanıp, Bayır köyüne geldim. Asırlık çınarın gölgelediği kahvede demli bir çay içtim. Bu çınar için kimi 1500, kimi 2500 yaşında der. Çay içerken bu ağacın gölgesine asırlardır kimlerin sığındığını düşündüm. Sonra çevredeki tezgahları dolaştım. Her derde deva kekik, adaçayı, defne paketlerinden birer tane satın aldım. Niyetim köyün iki kilometre uzağındaki antik Syrna kentine gitmekti. Ama sıcak öylesine insafsızdı ki, antik taşlarla döşenmiş yolda yarım saat yürümeyi göze alamadım.
TATİLİN RESMİ
Bayır’dan sonra döne dolaşa Söğüt köyüne gittim. Eski adı Saranda olan köye bir tepeden baktığınızda, tatilin resmini görebilirdiniz. Karşıda günün her saatinde rengi değişen adalar, kıyıya doğru turkuvaza çalan lacivert deniz, aralarında kırmızı damların göründüğü portakal, mandalina bahçeleri.
Karnım iyiden iyiye acıkmıştı. Tepelerde fazla oyalanmadan, kıyıdaki Cumhuriyet Mahallesi’ne indim. Deniz Kızı’na uğramayı aklıma koymuştum. Lokantanın sahibi, tek aşçısı Muhammed, yarımadada balığı en iyi pişiren ustaydı. Daha önce uğradığım için yemeklerin tadını biliyordum. Biraz meze, bir porsiyon lağos ızgara, bol soğanlı domates salatasıyla ziyafet masamı kurdum.
Karşıda Simi Adası, pusun arkasına gizlenmişti. Pasaportum yanımda olsa, Muhammed’i kandırır, onun sandalıyla adaya geçerdim. Tedbirsizliğime canım sıkıldı.
TAŞLICA’NIN HER YANI TAŞ
Yemekten sonra, Bozburun’un gözlerden en uzaktaki köyü Taşlıca’ya yöneldim. Yükseklerden giden yol öylesine doyumsuz manzaralara sahipti ki, durup kalkmaktan ilerlemekte zorlandım. Köye yaklaşırken, dere tepe her yerin irili ufaklı taşlarla kaplandığını gördüm. Boz taşların altından bir karış bile toprak görünmüyordu. Ama inatçı zeytin, badem, incir ağaçları taşlara aldırmadan topraktan yükselmişti. Bazı çiçekler de taşlarla inatlaşmışlardı. Onlar da keçilerin işine yarıyordu.
BOZBURUN’UN EN UCU
Sonra Bozburun’un en ucuna, Serçe Limanı’na doğru direksiyonu kıvırdım. Issız bir yoldu. Bir ağaç gölgesine sığınan inek ve danalar, yolu kapatmıştı. Güç bela kovalayıp yolu açtım.
Serçe Limanı, pırıl pırıl denizi, en sert rüzgara karşı koyan korunaklı limanıyla mavi yolculuk yapan teknelerin güvendikleri bir sığınaktı. Liman sessizdi. Uzakta birkaç tekne demirlemiş, kıyıya da balıkçılar bağlanmıştı. Burada, yıllarını denize vermiş başörtülü birkaç kadın balıkçıya rastladım. Boş çıkan ağlarını temizliyorlardı. Denizin artık cimrileştiğinden yakındılar.
Kıyıdaki lokantada bir çay içmek istedim ama içeri giremedim. Kapı kapalıydı. Bağırıp çağırmam fayda etmedi. Sesimi duyuramayayınca çaydan vazgeçip, bir sonraki etaba doğru yol almaya başladım.
SELİMİYE’YE TEPEDEN BAKMAK
Bozburun’un dışından geçip, gittim. Yol boyunca bana yine büyüleyici manzaralar eşlik etti. Sonunda Selimiye göründü. Köye inmeden, tepeden etrafı seyrettim. Yeryer makilerle kaplanmış boz dağlar, yine lacivert bir deniz, kıyıya yakın küçük bir ada, koylarda demirlemiş nazlı tekneler, yamaçlarda zeytin, badem, portakal ağaçları, beyaz minaresi mavi suda yansıyan bir cami.
Bozburun’a gelişimde bu köye mutlaka uğrarım. Sessizliği ve lezzeti beni kendisine çeker. Köyde oturanlar Girit kökenli oldukları için yemekleri de oralıdır. Zeytinyağı, kekik, ebegümeci, ısırgan out bol kullanılır. Balık ise her daim tazedir ve ustalar bu balıkların her çeşidini çok lezzetli pişirir.
Kıyıdaki masaya oturup, bir süre küçük dalgalara daldım. Naneli soğuk bir limonatadan sonra yoluma devam ettim. Önce yörenin en bereketli köyü Turgutlu’ya uğradım. Bahçeleri zeytin, portakal, mandalina, limon, badem, incir, ceviz, dut, nar, muz ve okaliptus ağaçlarıyla süslenmiş Turgut, bence Marmaris civarının en yeşil köylerinden biriydi. Buradaki molam biraz uzadı. Çünkü artık sıcaktan iyiden iyiye bunalmıştım. Köy merkezine iki kilometre uzaklıktaki bölgenin en bakir koyunda, serin sularla kucaklaştım.
DENİZ ORTASINDAKİ YOL
Yolculuğumun sondan bir önceki durağında Orhaniye vardı. Koyun denizi çarşaf gibiydi. Kıyısında çamın yeşili, denizin mavisiyle kucaklaşıyordu. Koyun ortasındaki kiremit rengindeki uzantı, gelenlerin ilgisini çekiyordu. Bu oluşumun gerisinde kanlı bir aşk öyküsü yatıyordu. Üstünden koyun ortasına yürümek mümkündü.
Son durak Hisarönü’ne geldiğimde, güneş dağların arkasında kaybolmaya başlamıştı. Marmaris’in bu en büyük köyü, tarihi eserler açısından oldukça zengindi. Esintili denizde sörfçüler, hâlâ zigzaglar çizerek uçuşuyordu.
Turum burada bitti ama Marmaris’in çevresindeki güzelim köylerin tümü bitmedi. Yeşilbelde’yi, Karaca’yı, Çamlı’yı, Çetibelli’yi, Gökçe’yi Akçapınar’ı, Adaköy’ü bir sonraki yolculuğa bıraktım.
BU PEYNİRİ TATMAK İÇİN İSMİNİZİ LİSTEYE YAZDIRMANIZ GEREKİYOR
Marmaris’te bir restoranda tanıştığım Taşlıcalı aşçı, köyün erkeklerinin çok marifetli olduğunu, düğünlerde, mevlitlerde yemek pişirdiklerini anlatmıştı. Yemeklerini de şöyle sıralamıştı: Ciğer kavurma, paça çorbası, imambayıldı, ot ekşilemesi, ot kavurması, sarmısaklı kıymalı makarna, bakla kavurması, aze fasulye salatası... Aşçı, Taşlıca’ya gidersem mutlaka keçi peyniri almamı da tembihlemişti. Taşlıca’ya gittiğimde sordum soruşturdum, meşhur keçi peynirini bulamadım. Çobanlar yapıyormuş. Çoban Mehmet’in kapısını çaldım. “Adını sıraya yazarım” dedi. Yalvarıp yakarmama acıyan köyün bakkalı, kendisine emanet edilen bir başkasının peynirinden yarım kilo kesik vermeye razı oldu. Yediğimde damağımda kalan tatlar, bu peynirin gerçekten çok lezzetli olduğunu kanıtladı.