Gümbürdeyen dumanın içinde
Güney Afrika’ya gitmemim nedeni, Zambia’ya geçmek, ormanların derinlerine dalmadan vahşi yaşamı gözlemek ve dünyanın en yüksekten dökülen ve en geniş şelalesi Victoria’yı görmekti.
Tabii bu geziyi lezzetli yemekler ve şaraplarla da daha neşeli kılmak istiyordum.
Zambia’ya girebilmek için hem vize hem de ‘Sarı Humma’ aşısı olmak gerekiyordu. Vizeyi sınırda alacaktım. Aşı için ise Karaköy rıhtımındaki ‘Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü’ne gitmeliydim. Bu binaya 20 yıl önce bir kez daha uğramış, birkaç aşı olup, ‘Sarı Pasaport’ almıştım. Bir kez daha aşımı oldum, sarı pasaportumu cebime koyup, yolculuğumu başlattım.
GİRİŞ, ABD’LİYE 15 TÜRKLERE 50 DOLAR
Cape Town’dan bindiğim uçak, bir buçuk saat sonra Zambia’ya Livingstone kentinin havaalanına indi. Ama biz uçaktan inemedik. Çünkü dışarıda öylesine kuvvetli bir sağanak vardı ki, apronda yürümek olanaksızdı. Biraz bekledikten sonra kapıya şemsiyeler geldi. Yolcular bir koşu salona girdi. Barakadan hallice bir yerdi burası. Pasaport kuyruğu yavaş ilerliyordu. Önümdeki Amerikalının vize ücreti olarak 15 dolar ödediğini görünce sevindim. Çünkü bana 50 dolar olduğunu söylemişlerdi. Ama sevincim uzun sürmedi. Sıra bana gelince görevli benden 50 dolar istedi. Meğer Türkiye, en pahalı listede yer alıyormuş.
Bindiğim epey yaşlıca araba, ormanların arasından acelesiz gidiyordu. Ağaçlar öylesine birbirine girmişti ki, ormanın içini görmek olanaksızlaşmıştı. Ağaçların çoğunu tanımıyordum. Bildiğim ormanların, bildiğim ağaçlarına benzemiyorlardı. Yol, bol çukurluydu. Onun için zıplaya zıplaya bir yolculuk yapıyordum.
Sonunda Livingstone göründü. Derme çatma evler, küçük bakkallar, yol kenarı satıcıları... Genellikle kentler yoksul görüntülerle ‘hoş geldin’ derler konuklarına. Livingstone’da da bu kuralın bozulmadığını gördüm. Yoksul görüntülerin, kentin içine girdikçe yerini zengin görüntülere bırakacağını düşündüm. 1904’te kurulan, ülkenin en büyük, en eski, uzun yıllar başkent olmuş kentine, girişteki yoksulluğu yakıştıramamıştım nedense.
Ama görüntü hiç değişmedi. Kentin içlerine girdikçe yoksulluk daha da koyulaştı. İşte o an gerçek Kara Afrika’da olduğumu kavradım. Yoksul bir ülkenin yoksul bir kentinde dolaşmanın hiç de keyif verici yanı yoktu. Fotoğraf makinemi çantamdan çıkartmadım. Onların çaresizliğini görüntülemek içimden gelmedi. Utandım.
DERİN YOKSULLUKTAN DOĞA CENNETİNE
Kentte bütün yaşam 4 kilometre uzunluğundaki ana caddenin iki kıyısında akıp gidiyordu. Kuruluş yıllarının kibar ve güzel İngiliz stilini yansıtan binaları şimdi birer harabeye dönmüştü. Hiçbir makyaj, bu binaların yaşını gizleyemezdi.
Kentin tek meydanı olan Mosi-oa-Tunya’da, bir bankta oturup rehberimi beklemeye başladım. Şoförün söylediğine göre burası kentin kalbiydi. Meydanda, iki tane bakkaldan biraz daha büyükçe alışveriş merkezi, iki banka, bir para çekme makinesi, motosiklet ve bisiklet tamircisi, kuaför, birkaç turizm bürosu, görüntüleriyle iştah kaçıran birkaç lokanta, ne iş yaptıklarını çıkartamadığım birkaç da işyeri vardı.
Etrafta çok az ‘beyaz adam’ görünüyordu. Bunlardan biri de bendim. Onun için rehberim beni bulmakta güçlük çekmedi. Birlikte kentten ayrılıp, kalacağım otele doğru hareket ettik. 10 dakika sonra görüntü birden değişti. Ormanın içinden giden yol, yemyeşil bir parka girdi. Saray kapısını andıran bir yerde durdu.
Kapının üstündeki yazıyı okuyunca otelime geldiğimi anladım: ‘Livingstone Safari Lodge’. Biraz önceki yoksulluk yerini görkemli bir lükse bırakmıştı.
GÜNDÜZ GÖKKUŞAKLARI GECELERİ GÜMÜŞ YOL
Kızlı erkekli 6-7 kişilik bir grup genç, beni şarkı söyleyerek karşıladı. Ne söylediklerini anlamadım ama el çırparak onlara eşlik ettim. Yerel kıyafetli bir görevli bavulumu aldı. Bir garson bahçenin kapısında şampanya kadehini uzattı. Birden biraz önce öfke kustuğum sömürgecilere benzettim kendimi. Bu benzetme nedense hoşuma gitti.
Odamın balkonu ormana bakıyordu. Masanın üstünde iki maymun oturuyordu. Kapıyı açınca kaçtılar. Biraz ileride bir zürafa, ağaçların tepesindeki yaprakları yemekle meşguldü.
İki futbol sahası büyüklüğündeki yemyeşil çimenlerle kaplı bahçede yürüdüm. Daldan dala atlayan maymunlar, sağa sola koşturan ceylanlara baka baka Zambezi
Nehri’nin kıyısındaki bara geldim. Nehir gümbür gümbür akıyor, 200 metre aşağıdaki uçurumdan aşağıya düşerken, dünyanın en yüksek ve en geniş şelalesini oluşturuyordu. Bu şelaleyi bulan Livingstone, ona kraliçesi Victoria’nın adını koymuştu.
Suların döküldüğü yerden gökyüzüne doğru bir duman yükseliyordu. Onun için yerliler bu şelaleye Mosi-oa-Tunya (Gümbürdeyen Duman) diyorlardı. Muhteşem bir manzaranın karşısındaydım. Barmenden bir Cin Martini istedim. Barmen güneşli günlerde o dumanın üstünde yüzlerce gökkuşağı oluştuğunu söyledi. Dolunayda ise su zerreciklerinin gökyüzüne uzanan gümüşten bir yola dönüştüğünü anlattı. Yağmurlu bir gündü. Güneş ve ay yoktu. Bana ise gökkuşaklarını ve simli yolu düşlemek kaldı. Sek Martini, bu konudaki yardımcımdı.
Ertesi gün, şelalenin karşısındaki ormanda yürüdüm. Patikanın her dönemecinde şelalenin başka bir yüzünü gördüm. Haşmetli, gök gürültülü, korkutucu ve büyüleyiciydi. Şelaleye yaklaştıkça, su zerrecikleri beni sırılsıklam etti. Her dakika 500 milyon litre su 110 metre yüksekten aşağıya düşüyordu. Bunu bilmek bile insanı şaşırtıyordu.
Ormandan çıktım. Zambia’yı Zimbabwe’ye bağlayan ‘Victoria Şelalesi Köprüsü’ne geldim. Burası dünyanın en yüksek köprülerinden biriydi. İki ülkenin ortasındaki noktada bungy jumps yapılıyordu. Özel bir iple ayaklarından bağlanan çılgınlar, 111 metreden kendilerini aşağıya bırakıyorlardı. Çığlık çığlığa bir atlayıştı bu. Ben seyretmekle yetindim.
Akşam yine Zambezi Nehri’nin kıyısındaki yerimi aldım. Karşıda Zimbabwe’nin ışıkları görününceye kadar Victoria Şelalesi’nin gümbürdeyen dumanını seyrettim.
Gece tüm karanlığıyla indiğinde karışık duygular içindeydim.
Dr. Livingstone'dan geriye kalanlar
Livingstone kenti varlığını sivrisineklere borçlu. Buraya adını veren İngiliz misyoner doktor David Livingstone, aslında kenti Victoria Şelale'sinin karşısına kurmak istiyordu. Sivrisinekler ve malanya tehlikesi engel oldu. Kent şelaleden 15 kilometre uzaklıktaki bugünkü yerine kuruldu.
Her yerde karşımıza çıkan bu Livingstone kimdi? Öyle uzun ve heyecan verici bir öykünün kahramanıydı ki, hepsini bu sayfada anlatmak olanaksız. Kısacası, Orta Afrika'yı doğudan batıya geçen ilk beyaz adamdı. Amacı, bu kara kıtanın madenlerini bulmak, onları ülkesine taşımak ve tabii ki halkı Hıristiyanlaştırmaktı. Düşlerin hepsi gerçek oldu, bakır ve pırlanta madenleri son noktasına kadar sömürüldü, halk onların dinine inandırıldı. Geride, yıkık dökük bir ülke, yarım yamalak bir lisan ve yoksulluk bırakıp Zambia'yı terk ettiler.