Ersin KALKAN
Son Güncelleme:
Bingöl Dağları’nda şafak söküyor
Türkiye’nin en gizemli coğrafyası Bingöl, bir yandan yavaş yavaş terörün etkisini üzerinden atmaya, diğer yandan dünyaya açılmaya çalışıyor. Yıllardır dışarıya kapalı yüce dağları, hakikaten sayısı binlere ulaşan gölleri, bir doğa mucizesi olan yüzen adaları, kıyıda köşede kalmış ören yerleri, yeryüzünün en eski yollarından biri olan Urartu Yolu, yaylaları, birbirinden güzel vadilere kurulmuş köyleri, sıcak, içten, samimi insanları ile dünyanın en güzel yerlerinden biri. Üç günlük bir turda bu güzellikleri tanımaya çalıştık. Gündoğumunda dağların renginin mordan kırmızıya geçişini, küçük göllerin ovaya serpilmiş bir avuç pırlantaya dönüşmesini izledik.
Bingöl’ün dillere destan güzelliklerini yıllarca bölgeyi bilenlerden dinledik. Ne gitmek mümkündü buralara ne de görmek. Sonunda Bingöl’de Yaşam İçin Sivil Toplum Derneği adında bir sivil toplum kuruluşu ortaya çıktı. Şehirdeki, gurbetteki Bingöllüleri bir araya getirdi. Bölgenin kaderinin değişmesi için harekete geçirdi. Kentteki değerleri tanıtmak için Avrupa Birliği’nden kısıtlı bir destek alarak yola çıktılar. Vali Vehbi Avuç ve Belediye Başkanı Hacı Ketenal’in, Bingöl’e gönül vermiş işadamlarının desteğini alarak hummalı bir çalışma içine girdiler. Arşivleri tarayıp, Bingöl’deki kültürel ve doğal mirasın bir envanterini çıkardılar. Birkaç dilde tanıtım broşürleri hazırladılar. "Gelin, bu olağanüstü coğrafyayı görün" çağrısı yaptılar. Davetlerine kulak verdik, Bingöl’de hayatımız boyunca unutamayacağımız üç gün geçirdik.
GÖLLERİ SAYMAK ZOR
Bingöl’e eski zamanlarda Cebel-Cur denirmiş. Cebel dağ, Cur ise akan anlamına geliyor. Bir rivayete göre bu isim, Karlıova-Bingöl arasındaki, altında su kaynakları bulunduğu için sürekli hareket halinde olan yüksekçe bir tepeden dolayı verilmiş. Bir başka hikaye ise Büyük İskender’le ilgili. İran seferi sırasında Bingöl’de bir kış geçiren İskender, hastalanır ve dayanılmaz ağrılar içinde kıvranmaya başlar. Hekimlerden biri, bu bölgede "Abu Hayat" yani ölümsüzlük suyu adı verilen bir su kaynağının bulunduğunu, kralın bu sudan içerse kurtulacağını söyler. Tabii tüm masallarda olduğu gibi kralımız suyu içince iyileşir. Kaynağın başına bir anıt yapılmasını, adına Makdis lisanında "Cennet Suyu" anlamına gelen Çapakçur denilmesini emreder. Daha sonraki yüzyıllarda bugünkü vilayet sınırlarına halkın Mingöl, yani göller bölgesi adını verdiğini görüyoruz. 19. yüzyılda ise halk buraya Çevlik diyor. Bu isim hálá kullanılıyor. 1936’da Çapakçur adıyla il olan kentin ismi 1945’te değiştirilerek Bingöl’e dönüşüyor.
"Hakikaten bin tane göl var mıdır bu şehirde" diye düşünür dururdum çocukluğumda. Varto Depremi sonrasında mahallemize yerleştirilen komşumuzun çocuklarıyla dost olmuştum. 17 yaşında onlarla birlikte Varto’nun Rakasan Köyü’ne gittim. Bir gün yaklaşık yedi saatlik yolculuktan sonra yaylaya çıktık. Yoldaki bir dağ geçidinde gördüm ilk kez bu binlerce gölü. Yan yatmış ikindi güneşinin altında büyüleyiciydi. Sanki bir el tarafından bu dağların platolarına binlerce elmas serpiştirilmiş gibi ışıl ışıl parlıyordu. Ondan sonra hiç aklımdan çıkmadı Bingöl.
Gezi programımızda "Güneşin Doğuşu Festivali" kapsamında bin gölleri de göreceğimizi öğrendiğimde çok sevindim. Bu festival üç senedir temmuz ayının son haftasında yapılıyor. Ama burada güneşin doğuşu haziran ortalarından eylül başına kadar izlenebiliyor.
Hava sıcaklığı kent merkezinde 38 dereceye ulaşmış, Bingöl ovaları cayır cayır yanıyordu. Bingöl’den bindiğimiz otobüs bizi önce Karlıova’ya götürdü. Deniz seviyesinde 1940 metre yükseklikte yer alan bu ovada termometre 28 dereceye düştü. Karlıova Belediyesi’nin devlete borcu 1,5 milyon dolar civarında. Ödenekten bu borçlar tahsil edilmeye başlanmış. Belediye tam sekiz aydır personele maaş ödeyemiyor. Buna rağmen hizmet aksamamış.
ELİNİ SUDA TUTANA KUZU HEDİYESİ
Karlıova’dan dağ yollarında daha rahat hareket eden minibüslere bindik. Ve başı dumanlı dağlara doğru tırmanmaya başladık. Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından 2600 rakıma ulaştığımızda Beritan aşiretinin yaylasında bulduk kendimizi. Bir efsaneyle karşı karşıyaydık artık. Obada bizi Karlıova Belediye Başkanı Muzaffer Gölen karşıladı ve "Beritanlılarla tanışmadan önce bir yarışma yapacağız" diyerek bizi çadırların yakınındaki bir su kaynağına götürdü. Gürül gürül akan iki gözenin başında durarak, "Hadi bakalım, elinizi suya sokun ve ne kadar tutacağınızı görün. Kazanana bir kuzu hediye edeceğim" dedi. Ekipteki Yaşar Dorukan, beş dakika tutabileceğini söyledi. Yedi kişi yarışmaya katıldı. Dorukan ilk iki dakikanın sonunda "Allahım donuyorum, bütün bedenim uyuşmaya başladı" diye çığlık atıp ekarte oldu. Bu buz gibi suda elini tam altı dakika tutan turizmci Arzu Dayan, soyadına layık olduğunu ispatlayarak ödülü kazandı. Kendisine hediye edilen kuzuyu ise, gözlerinden öpüp Beritan aşiretinden bir küçük kıza armağan etti.
Bundan 20 yıl öncesine kadar Beritan aşireti, kışın Çukurova’da yazın ise Bingöl Dağları’nda yaşayıp giderdi. O zamanlar yaylaya 50 bin kişiyle çıkarlardı. Bu göç muazzam bir tören alayı gibi, uzayıp giden kervanlarla yapılırdı. Sonra hükümetler bu aşireti iskana zorlayarak göçerlerin sayılarını düşürdü. Şu anda yine bu dağlar üzerinde yalnızca 2-3 bin kişiden oluşan birkaç oba şeklinde yaşamlarını sürdürüp gidiyorlar. Göçerlerin çoğu, Bingöl Dağları’na yakın olduğu için Elazığ’a yerleşmiş. Bizi, sanki uzaklardan gelen akrabalarıymışız gibi karşılayıp çok güzel ağırladılar. Tabii ki çadırlarda buzdolabı yok. Bozulabilecek ya da soğuk kalmasını istedikleri tüm yiyeceklerini, yoğurtlarını, peynirlerini, karpuzlarını bidonlarla demin yarışmanın yapıldığı su kaynağının koruyucu gücüne emanet ediyorlar. Tüm olanaksızlıklarına rağmen mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar.
ISINMAK İÇİN DANS ETMEK LAZIM
Yolumuza devam ettik. Yarım saat sonra o gece konaklayacağımız yayladaydık artık. Isı artık 8-10 derece civarında seyrediyordu. Kazaklarımızı giydik önce, üstüne kabanlarımızı çektik sonra, yıldızlar gökyüzünde parlamaya başladığında yetmedi battaniyelere sarındık. Bizden önce binlerce Bingöllü gelmiş, çadırlarını kurmuş, güneşin doğuşunu izlemek için hazır bekliyordu yaylada. Coğrafyaya hakim bir düzlüğe kurulmuş olan sahnede sanatçılar yerlerini aldı. Ve müzik başladı. Kürtçe, Türkçe türküler söylendi. Halay başladı. Bu Zazalar, Karadenizliler gibi durmadan oynuyorlar. Ben de ısınabilmek için en iyi çarenin halaya katılmak olduğunu sonradan anladım. Birkaç tur attıktan sonra kendime geldim.
Ayakta kalanlar oyuna katıldı, dökülenler uyudu. Müzik saat tam 04.00’te ansızın bitti. Festival yöneticisi sahneye çıkıp "Tamam, artık güneşin doğduğu yere doğru çıkmanın vakti geldi" diye seslendi. Ve dağa doğru tırmanmaya başladık. Ekibin bir kısmı yolun başında geri döndü. Kalanlar, kayaların arasında, envai çeşit çiçek kokularının içinden geçen patikalardan yol alarak doruğa doğru tırmanmayı sürdürdü. Bizden önce gelenler, dorukta yer alan dev bir çanağın kenarlarına oturmuş gün doğumunu bekliyordu. Battaniyelemize sarınıp törene katıldık. Saat tam 05.05’te güneş mor dağların ardından kendini göstermeye başladı. Çığlıklar yükseldi kalabalıktan, geleneğe uyup biz de kratere doğru kayalar fırlattık. Sevinç nidalarına kayaların gürültüsü eşlik etti. Eski güneş yeniden doğuyordu yerkürenin üstünde ve dünya yeni bir güne daha hazırlanıyordu. Evet artık söyleyebiliriz: Burası yeryüzünde Himalayalar’dan sonra gün doğumunun en güzel seyredildiği yer olarak biliniyor. Nemrut’tan Allahuekber Dağları’ndan, Kaçkarlar’dan daha güzel bir doğa mucizesiyle karşı karşıyaydık. Ve o anda dev kraterin üstünde binlerce gölün pırlantalar gibi parlamaya başladığını fark ettik. Evet burası Bingöl’dü. Ama her güzel şey gibi kısa sürdü. Ayrılık saati gelip çattı. Günlerdir, hafızamda güneşler doğup duruyor, o olağanüstü fotoğraf aklımdan ve kalbimden çıkmıyor. Kızım Nergis’in çektiği fotoğraflara bakarsanız ne demek istediğimi çok daha iyi anlarsınız...
TATLININ ETLİSİ DE OLURMUŞ
Bingöl - Karlıova yolunda, Kanireş adı verilen buz gibi bir suyun kenarında durduk. Yanındaki temiz lokantada yediğimiz balık bugüne kadar tattığım en güzel alabalıktı. Yanında ayranlı çorba yapılmıştı. Tatlı olarak ise içinde ceviz, pestil, kuru üzüm, karadut pekmezi olan ve ayrıca bünyesinde kavurma et parçacıkları barındıran "kılora hındır" adında bir çörek ikram ettiler. Tabii, grupta bulunanlardan "tatlının içinde et olur muymuş" diye itirazlar yükseldi. Ben çok beğendim ve yiyenlerin surat ifadelerinden de anladım ki bal gibi oluyormuş.
GÖLLERİ SAYMAK ZOR
Bingöl’e eski zamanlarda Cebel-Cur denirmiş. Cebel dağ, Cur ise akan anlamına geliyor. Bir rivayete göre bu isim, Karlıova-Bingöl arasındaki, altında su kaynakları bulunduğu için sürekli hareket halinde olan yüksekçe bir tepeden dolayı verilmiş. Bir başka hikaye ise Büyük İskender’le ilgili. İran seferi sırasında Bingöl’de bir kış geçiren İskender, hastalanır ve dayanılmaz ağrılar içinde kıvranmaya başlar. Hekimlerden biri, bu bölgede "Abu Hayat" yani ölümsüzlük suyu adı verilen bir su kaynağının bulunduğunu, kralın bu sudan içerse kurtulacağını söyler. Tabii tüm masallarda olduğu gibi kralımız suyu içince iyileşir. Kaynağın başına bir anıt yapılmasını, adına Makdis lisanında "Cennet Suyu" anlamına gelen Çapakçur denilmesini emreder. Daha sonraki yüzyıllarda bugünkü vilayet sınırlarına halkın Mingöl, yani göller bölgesi adını verdiğini görüyoruz. 19. yüzyılda ise halk buraya Çevlik diyor. Bu isim hálá kullanılıyor. 1936’da Çapakçur adıyla il olan kentin ismi 1945’te değiştirilerek Bingöl’e dönüşüyor.
"Hakikaten bin tane göl var mıdır bu şehirde" diye düşünür dururdum çocukluğumda. Varto Depremi sonrasında mahallemize yerleştirilen komşumuzun çocuklarıyla dost olmuştum. 17 yaşında onlarla birlikte Varto’nun Rakasan Köyü’ne gittim. Bir gün yaklaşık yedi saatlik yolculuktan sonra yaylaya çıktık. Yoldaki bir dağ geçidinde gördüm ilk kez bu binlerce gölü. Yan yatmış ikindi güneşinin altında büyüleyiciydi. Sanki bir el tarafından bu dağların platolarına binlerce elmas serpiştirilmiş gibi ışıl ışıl parlıyordu. Ondan sonra hiç aklımdan çıkmadı Bingöl.
Gezi programımızda "Güneşin Doğuşu Festivali" kapsamında bin gölleri de göreceğimizi öğrendiğimde çok sevindim. Bu festival üç senedir temmuz ayının son haftasında yapılıyor. Ama burada güneşin doğuşu haziran ortalarından eylül başına kadar izlenebiliyor.
Hava sıcaklığı kent merkezinde 38 dereceye ulaşmış, Bingöl ovaları cayır cayır yanıyordu. Bingöl’den bindiğimiz otobüs bizi önce Karlıova’ya götürdü. Deniz seviyesinde 1940 metre yükseklikte yer alan bu ovada termometre 28 dereceye düştü. Karlıova Belediyesi’nin devlete borcu 1,5 milyon dolar civarında. Ödenekten bu borçlar tahsil edilmeye başlanmış. Belediye tam sekiz aydır personele maaş ödeyemiyor. Buna rağmen hizmet aksamamış.
ELİNİ SUDA TUTANA KUZU HEDİYESİ
Karlıova’dan dağ yollarında daha rahat hareket eden minibüslere bindik. Ve başı dumanlı dağlara doğru tırmanmaya başladık. Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından 2600 rakıma ulaştığımızda Beritan aşiretinin yaylasında bulduk kendimizi. Bir efsaneyle karşı karşıyaydık artık. Obada bizi Karlıova Belediye Başkanı Muzaffer Gölen karşıladı ve "Beritanlılarla tanışmadan önce bir yarışma yapacağız" diyerek bizi çadırların yakınındaki bir su kaynağına götürdü. Gürül gürül akan iki gözenin başında durarak, "Hadi bakalım, elinizi suya sokun ve ne kadar tutacağınızı görün. Kazanana bir kuzu hediye edeceğim" dedi. Ekipteki Yaşar Dorukan, beş dakika tutabileceğini söyledi. Yedi kişi yarışmaya katıldı. Dorukan ilk iki dakikanın sonunda "Allahım donuyorum, bütün bedenim uyuşmaya başladı" diye çığlık atıp ekarte oldu. Bu buz gibi suda elini tam altı dakika tutan turizmci Arzu Dayan, soyadına layık olduğunu ispatlayarak ödülü kazandı. Kendisine hediye edilen kuzuyu ise, gözlerinden öpüp Beritan aşiretinden bir küçük kıza armağan etti.
Bundan 20 yıl öncesine kadar Beritan aşireti, kışın Çukurova’da yazın ise Bingöl Dağları’nda yaşayıp giderdi. O zamanlar yaylaya 50 bin kişiyle çıkarlardı. Bu göç muazzam bir tören alayı gibi, uzayıp giden kervanlarla yapılırdı. Sonra hükümetler bu aşireti iskana zorlayarak göçerlerin sayılarını düşürdü. Şu anda yine bu dağlar üzerinde yalnızca 2-3 bin kişiden oluşan birkaç oba şeklinde yaşamlarını sürdürüp gidiyorlar. Göçerlerin çoğu, Bingöl Dağları’na yakın olduğu için Elazığ’a yerleşmiş. Bizi, sanki uzaklardan gelen akrabalarıymışız gibi karşılayıp çok güzel ağırladılar. Tabii ki çadırlarda buzdolabı yok. Bozulabilecek ya da soğuk kalmasını istedikleri tüm yiyeceklerini, yoğurtlarını, peynirlerini, karpuzlarını bidonlarla demin yarışmanın yapıldığı su kaynağının koruyucu gücüne emanet ediyorlar. Tüm olanaksızlıklarına rağmen mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar.
ISINMAK İÇİN DANS ETMEK LAZIM
Yolumuza devam ettik. Yarım saat sonra o gece konaklayacağımız yayladaydık artık. Isı artık 8-10 derece civarında seyrediyordu. Kazaklarımızı giydik önce, üstüne kabanlarımızı çektik sonra, yıldızlar gökyüzünde parlamaya başladığında yetmedi battaniyelere sarındık. Bizden önce binlerce Bingöllü gelmiş, çadırlarını kurmuş, güneşin doğuşunu izlemek için hazır bekliyordu yaylada. Coğrafyaya hakim bir düzlüğe kurulmuş olan sahnede sanatçılar yerlerini aldı. Ve müzik başladı. Kürtçe, Türkçe türküler söylendi. Halay başladı. Bu Zazalar, Karadenizliler gibi durmadan oynuyorlar. Ben de ısınabilmek için en iyi çarenin halaya katılmak olduğunu sonradan anladım. Birkaç tur attıktan sonra kendime geldim.
Ayakta kalanlar oyuna katıldı, dökülenler uyudu. Müzik saat tam 04.00’te ansızın bitti. Festival yöneticisi sahneye çıkıp "Tamam, artık güneşin doğduğu yere doğru çıkmanın vakti geldi" diye seslendi. Ve dağa doğru tırmanmaya başladık. Ekibin bir kısmı yolun başında geri döndü. Kalanlar, kayaların arasında, envai çeşit çiçek kokularının içinden geçen patikalardan yol alarak doruğa doğru tırmanmayı sürdürdü. Bizden önce gelenler, dorukta yer alan dev bir çanağın kenarlarına oturmuş gün doğumunu bekliyordu. Battaniyelemize sarınıp törene katıldık. Saat tam 05.05’te güneş mor dağların ardından kendini göstermeye başladı. Çığlıklar yükseldi kalabalıktan, geleneğe uyup biz de kratere doğru kayalar fırlattık. Sevinç nidalarına kayaların gürültüsü eşlik etti. Eski güneş yeniden doğuyordu yerkürenin üstünde ve dünya yeni bir güne daha hazırlanıyordu. Evet artık söyleyebiliriz: Burası yeryüzünde Himalayalar’dan sonra gün doğumunun en güzel seyredildiği yer olarak biliniyor. Nemrut’tan Allahuekber Dağları’ndan, Kaçkarlar’dan daha güzel bir doğa mucizesiyle karşı karşıyaydık. Ve o anda dev kraterin üstünde binlerce gölün pırlantalar gibi parlamaya başladığını fark ettik. Evet burası Bingöl’dü. Ama her güzel şey gibi kısa sürdü. Ayrılık saati gelip çattı. Günlerdir, hafızamda güneşler doğup duruyor, o olağanüstü fotoğraf aklımdan ve kalbimden çıkmıyor. Kızım Nergis’in çektiği fotoğraflara bakarsanız ne demek istediğimi çok daha iyi anlarsınız...
TATLININ ETLİSİ DE OLURMUŞ
Bingöl - Karlıova yolunda, Kanireş adı verilen buz gibi bir suyun kenarında durduk. Yanındaki temiz lokantada yediğimiz balık bugüne kadar tattığım en güzel alabalıktı. Yanında ayranlı çorba yapılmıştı. Tatlı olarak ise içinde ceviz, pestil, kuru üzüm, karadut pekmezi olan ve ayrıca bünyesinde kavurma et parçacıkları barındıran "kılora hındır" adında bir çörek ikram ettiler. Tabii, grupta bulunanlardan "tatlının içinde et olur muymuş" diye itirazlar yükseldi. Ben çok beğendim ve yiyenlerin surat ifadelerinden de anladım ki bal gibi oluyormuş.