Son Güncelleme:
Amerika'nın bittiği ada
Florida eyaletinin en güney ucundaki Key West Adası ile Amerika bitiyor, buradan Karayip Denizi'nin sıcak ve renkli yaşamına yelken açılıyor. Bir zamanlar korsanların, kanun kaçaklarının barınağı olan ada şimdi sanatçıların, eşcinsellerin ve zenginlerin en rağbet ettiği kentlerin başında geliyor. Geminin ilk durağında ünlü yazar Hemingway'e bol bol kadeh kaldırdım.Miami yakınlarındaki Forth Lauderdale limanından kalkan Costa Atlantica, ben uykuya çekildiğimde, rotasını Karayip Denizi’nin ılık sularına doğru çevirmişti. Saat ve ısı farkları, aktarmalar, beklemeler... Öylesine yorulmuştum ki, kamaramın balkonundan yatağıma adeta sürüklenerek gittim. Uyandığımda gün çoktan ağarmış, koca gemi ilk durak olan Key West adasının limanına bağlanmıştı.Key West, Amerika'nın en güney noktasındaki bir adacıktı. Amerika burada bitiyor ve tropikal ‘cennet’e buradan yelken açılıyordu. 1513'te keşfedilen adanın geçmişi maceralarla doluydu. İnsan ayağının ilk bastığı yıllarda korsanların, batık avcılarının sığınağı olan ada, her türlü kanunsuzluğa yataklık yapmakla ünlüydü. Bölgenin tüm bıçkınları, cehennem kaçkınları, hırlısı, hırsızı bu adayı mesken edinmişti. Aradan yıllar geçti ve Key West şimdi sanatçıların, eşcinsellerin, zenginlerin yaşadığı, Florida'nın en varlıklı -en moda- kenti haline geldi. Eğer benim gibi gemi yolcusu değilseniz, buraya varmak için denizin üstünden giden, yaklaşık 200 kilometre uzunluğunda bir yolu ve tamı tamına 42 tane köprüyü geçmeniz gerekiyor.Key West aslında Küba'ya Amerika'dan daha yakındı. Onun için Küba'dan kaçanların rotasında ve rüyasında, buranın beyaz kumlu sahilleri vardı. İki, üç katlı ahşap evlerin süslediği caddelerde dolaşırken, terden sırılsıklam kalmıştım. Daha iki gün önce soğuktan iliklerime kadar donarken, şimdi sıcağın öfkesinden kaçmak için serin bir gölgelik arıyordum. Key West ilk bakışta, zengin ve bohem bir kent olduğunu gözler önüne seriyordu. Evler, ormanı andıran bahçelerin içindeydi. Muz, hindistancevizi, kauçuk ağaçları, çeşit çeşit palmiyeler, dev bambular, rengarenk begonviller, mor çiçekler açmış gündüz sefaları... O kadar çok bitki çeşidi vardı ki, bunları adlandırmaya benim fakir botanik bilgim yetişmedi!.. İlgimi en çok, diğer adalarda da gördüğüm Banyan ağaçları -meraklısına: Ficus Benghalensis- çekti. Ben bu ağaçları bazen hayaletlere, bazen de soyut heykellere benzettim. Ağacın dallarından çıkan kökler, aşağı doğru sarkıp tekrar toprağa gömülüyor ve yeni gövdeler oluşturuyordu. Yani bir süre sonra tek bir ağaç görünümünde bir ağaçlar kümesi oluşuyordu. Sıcak iyice dayanılmaz hale gelince bir kahvenin gölgeliğine sığınıp, yeşil limondan -lime- yapılan adanın ünlü limonatasından -kana kana- içtim. Gemi yolculukları, uzun tembelliklere elverişli değildir. Gemiden sabah çıkılır, akşamüstüne kadar ne gezilirse, ne görülürse onunla yetinilir. Onun için limonatayı bitirip, turuma devam ettim.Önce Whitehead caddesindeki Hemingway'in evine gittim. Bir zamanlar onun gibi olmak için yanıp tutuştuğum yazar, 1931-40 yılları arasında bu evde yaşamıştı. Küçük bir ormanın içindeki bu büyük, ahşap evi nedense daha mütevazı bir ev olarak düşlemiştim. Evi gezdikten sonra, hemen karşısındaki tarihi deniz fenerine geçtim. Yaklaşık 150 yıl önce yapılan ve okyanustan gelen gemilere yol gösteren fenerin 88 basamağını tırmanmaya nefesimi yetiremedim. Bekçinin dediğine göre, bu basamakları tırmanmadığım için, okyanusun sunduğu muhteşem manzaraları göremedim.HEMİNGWAY’İN PEŞİNDEGörülecek yerler az, evler ve mağazalar çok olduğundan, öğleden sonra Key West turunu bitirdim. Epey yorulmuştum. Yorgunluğumu gidermek için, Hemingway'in içip içip kavga çıkardığı Sloppy Joe's'un barında mola vermeyi planlamıştım. Grenn Caddesi ile Duval Caddesi’nin kesiştiği köşedeki beyaz badanalı barın, caddeye bakan bir masasına oturdum. Garsona sıkı bir martini söyledim. Niyetim Hemingway'i, onun sevdiği içkiyle anmaktı. Martini gelince bir yudum aldım ve hayal kırıklığına uğradım. Kötü bir votka kullanılmış, vermutun ölçüsü kaçırılmış, üstelik buzun suyu da içkiye karışmıştı. Halbuki ben Luis Bunuel'in öğrencisiydim. İyi bir martininin nasıl olmasını, onun yazdıklarından öğrenmiştim. Ünlü sinemacı beni uzun süre martini tutkunu yapan metninde, martini hakkında şunları yazmıştı:‘Düş gücünün uyanması ve bunun sürmesi için barda İngiliz cini gereklidir. Martini en sevdiğim içkidir. Esas olarak, cin ile birkaç damla vermutun -özellikle Noilly Prat'ı yeğlerim- karışımından oluşur. Sek martiniyi çok sert seven meraklıları, cini bardağa koymadan önce, Noilly Prat şişesinin biraz güneş ışığı görmesi gerektiğini ileri sürmeye dek vardırırlar işi. Başka bir öneri de şu: Kullanılan buz çok soğuk, çok sert olmalı ve suyunu asla bırakmamalı. Sulandırılmış martini kadar berbat bir şey olamaz çünkü.Bir de kendi tarifimi vermeliyim. Gerekli her şeyi -bardakları, cini, kokteyl karıştırıcısını- konukların gelmesinden bir gün önce buzdolabına koyarım. Ertesi gün dostlarım geldiğinde, bana gereken her şeyi önüme koyarım. Çok sert bir buzun üstüne, önce bir kaç damla Noilly Prat, ardından yarım kahve kaşığı angustura koyarım. Hepsini çalkalar, sonra da boşaltırım. Sadece buzları bırakırım. Buzların üstünde bu karışımın hafif bir izi kalmıştır. Sonra da bu buzların üstüne saf cini ilave ederim. Yine biraz çalkalar, sonra bardaklara koyarım...’Kötü martiniyi yarım bırakıp, bir tekila sunrise ısmarladım. Tuzun, buzun ve limon suyunun tatlandırdığı tekilanın yumruğunu yememek için tedbiri elden bırakmadım. Aslında niyetim Sloppy Joe's'un barında çakırkeyif olmak, oradan Mallory Meydanı'na gidip güneşi batırmaktı. Bütün adanın gün batımında burada toplandığını, ellerde kadehler, güneşin okyanusta kaybolmasını sessizce izlediklerini, sonra çılgınca alkışlayıp -tıpkı Santorini adasında olduğu gibi- gecenin sürprizlerine hazırlandıklarını biliyordum. Ama gemi güneşin batımından önce halat alacaktı. Dudaklarıma bir gülümseme ve bir de ıslık oturtup, rıhtıma doğru yalpalaya yalpalaya doğru bir yürüyüş tutturdum.Ertesi gün sabahın ilk ışıkları ile birlikte balkona çıkınca, Costa Atlantica'yı bir başka adaya yaklaşırken gördüm. Burası Meksika'nın Cozumel Adası'ydı. Bütün gün bu adayı arşınlayacak, buranın tadına bakacaktık. Tanıtım kitapçığında okuduğuma göre, Yucatan Yarımadası'nın 16 km. açığında bulunan bu ada, İspanyol işgalci Herman Cortes'i ağırlamakla övünüyordu. Cortes bu adada soluklandıktan sonra işgallerine -veya fetihlerine- başlamıştı.TEMBELLİK HAKKINedense Maya medeniyetinden kalma harabeleri görmek istemedim. Daha önceki gelişlerimde, Orta Amerika'da bir sürü kalıntıyı gezmiştim. Bu kez tembellik hakkımı kullandım. Cip safarisine katılıp, ormanların içinden hoplaya zıplaya bir kumsala gittim. Orada beyaz kumların üstüne yattım, maviden turkuvaza degrade olan denizde kulaç attım. Kumsalda dev deniz salyangozlarının kabuklarını aradım. Şezlongda uyuklarken, birden bastıran ve oluk oluk yağan ılık yağmura aldırmadım. O gün Cozumel'de tarihsiz, coğrafyasız, telaşsız bir Meksika tembelliği yaşadım. Hatta küçük çakımla bol bol tahta bile yonttum.Akşamüstü geminin kıç barında bu kez Cozumel'e veda ettim. Gemi Jamaika'ya doğru dümen kırarken, Yucatan'ın ardından kaybolan güneşin kızıllığında, rengarenk hayallere daldım. Haftaya Jamaika'nın Ochos Rios kentini, dünya kara para yıkama merkezi Grand Cayman adasını anlatacağım.