GeriSeyahat Göksu’nun saklı çiçek bahçesi
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Göksu’nun saklı çiçek bahçesi

Göksu’nun saklı çiçek bahçesi

Şile’nin Ağva beldesinden denize dökülen Göksu, tepelerin arasında kavisler yaparak, vadiler oluşturarak Karadeniz’e yaklaşır. Bu vadilerin kuytuları marttan mayısa mor çuha çiçekleriyle kaplıdır. Önceki hafta bir grup doğaseverle Göksu’nun kaynağına doğru yürüdüm. Mor çuhalar ve kardelenlerle hasret giderdim.

Haritaya baktığınızda doğudan Yeşilçay, batıdan Göksu tarafından paranteze alınmış gibi bir hali vardır Ağva’nın. Göksu’yu kaynağına doğru takip ederseniz, kuşuçumu 3,5 kilometre sonra İsaköy Bendi çıkar karşınıza. Arkasındaki akarsu ise Göksu ismiyle bilinir, bazı haritalarda Kocadere adıyla geçer. Baharda, hele bu yıl olduğu gibi yoğun kar yağışı yaşanan bir kışın ardından ismi gibi heybetle, kimi yerde ırmak kadar güçlü akar; kayalara oyduğu derin yataklarda rengi uçuk maviden Karadeniz’in koyu mavisine döner.    

Kocadere sahilden kuş uçumu 13 kilometre içeride, Hacılı ile Tepemanayır köyleri arasında dev bir kavis çizer. Merak edip GoogleEarth’ten incelerseniz çapı 1,5 kilometreyi bulan dev bir orağa benzetirsiniz bu kavisi. Ortası 200-280 metre irtifada bir tepeciktir. Bölge Gebze’ye karayoluyla 52 kilometre uzaklıkta olmasına rağmen pek bilinmez. Meraklı yürüyüşçüler, kaya tırmanışçıları, avcılar ve sonbaharda porçini mantarı meraklıları tadını çıkarır bu güzelim doğanın.

YAMAÇTA SAFARİ 

Önceki pazar pırıl pırıl bir bahar gününde, yazı andıran 18-19 derece sıcaklıkta yürüdüm Hacılı’dan, Tepemanayır’a. Yaklaşık 30 kişilik yürüyüş grubumuz farklı mesleklerden orta yaşlı şehir yorgunları, İstanbul’da yaşayan yabancılardan oluşuyordu. Yokuşlarda zorlansa da şikayet etmeyen, 50 yaşlarındaki bir yürüyüş arkadaşım “Benim için meditasyon gibi. Yürüyüşten sonra şehir gözüme daha katlanılır görünüyor. Ruhum ferahlıyor. Bir haftalık dayanma gücü depoluyorum” diyordu. Baharda su kıyısında yürümenin, pozitif iyonlarla yüklenmenin de olumlu katkısı olmalıydı bu duyguya...

Hacılı’dan dere kıyısına indiğimizde, karşıdaki kayalardan aşağıya iplerle sarkmış bir grup kaya tırmanışçısı zafer çığlıkları atıyordu. Muhtemelen bir selamlaşma biçimiydi bu. Fakat yürüyüşçülerle aynı lisanı konuşmadıkları için olsa gerek, selamlarına karşılık alamadılar.

Köyün altındaki çayırlık alana otomobilleriyle gelmiş iki doğasever çift çadır kurmuştu. Muhtemelen gece boyunca bülbülleri dinleyerek uyumuş, kahvaltı için ateşteki çayın demlenmesini bekliyorlardı. Çimlere uzanıp dereyi, kuşları dinlerken yanlarından 30 kişilik grubun geçmesiyle huzurları bozulsa da yüzlerindeki tebessüm bozulmadı. Derebaşında oltasını dereye atmış, gözü şamandrada bekleyen amatör balıkçı ise öylesine heyecanlı bir bekleyiş içindeydi ki başını kaldırıp bakmadı bile.

Ortası birkaç kez sele kapılıp yeniden yapılmış ince, uzun tahta köprüden derenin doğu kıyısına geçip, suyun akış istikametinin aksine yürümeye başladık. Dere boyunca ilerleyen patika, kimi yerlerde genişliği üç metreyi bulan toprak yola dönüşüyordu. Kurak geçen yıllar boyunca dere yatağında yetişen söğütler suyun yükselmesiyle derenin ortasında kalmış, fakat yine de hayata karşı mücadeleden vazgeçmemişti. Şimşir, çınar, meşelerin arasından yukarılara uzanan patika kimi zaman ansızın bitiyor, tepelere tırmanmak zorunda kalıyorduk. Kimi zaman da derenin kıyısına kadar inmek gerekiyordu. Böyle heyecanlı bir geçişte dalları, kayaları kucaklayıp, suyun üstünden sekmemiz gerekti. Gruptaki idmansız ve acemiler bile buradan düşmeden geçmeyi başardı.
 
KARŞI KIYIDAN ALAYCI MESAJ

Parkurumuz yaklaşık 10 kilometreydi, yürüyüşümüz tahminen 5 saat sürecekti. Maki ve kimi yerlerde yüksek ağaçların arasından geçen yolumuza sanki sihirli bir el önceden demet demet çiçek serpiştirmişti. Öbek öbek açan zarif çuhaların renkleri bahar güneşinde eflatunla mor arasında gidip geliyordu. Öylesine güzel, öylesine kışkırtıcıydı ki gözle sevmekle yetinmek zordu. Arkadaşlarım çantalarından torba çıkarıp, birkaç öbeği kökleriyle söküp çantalarına yerleştirdi. Birazdan patikamızın üstünde kardelenler belirdi. Diriliklerini kaybedip, çiçekleri toprağa doğru yaklaşmış olsa da bu mucizevi çiçekleri seyretmek büyük zevkti. Seyrekliklerine bakılırsa, bizden önce bu yoldan geçen yürüyüşçüler dayanamayıp soğanlarını toplamış olmalıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, hiç değilse bir tanesini soğanıyla alıp çantama atmamak için kendimle epeyce mücadele etmem gerekti.

Başım yerde, çiçek öbeklerini incelerken bir yerde kayaların üstlerine sim dökülmüş gibi parladığını fark ettim. Pırıltı saçan katmanlar yoldan başlayıp, yanıbaşındaki kayalardan yukarıya tırmanıyordu. Oksitlenme izlerine, taşların ağırlığına bakılırsa demir olmalıydı. Pırıltılı, küçük bir kaya parçasını zorlukla kopardım. Güneşe tutup yansımalarını seyrederek yürüdüm.

Nehrin büyük bir ada oluşturduğu bölgede, karşı kıyıdan, aksi istikamette yürüyen bir doğasever grubu fark ettik. Biz dereye yukarıdan bakan çayırlarda keyifle yürürken onlar dik, kayalık bölgede dar patikalardan zorlukla geçiyorlardı. El sallayıp selamlaştık. Bu sırada karşıdaki gruptan muzip bir espri geldi: “Siz de mi kayboldunuz!”

HAYATA MEYDAN OKUYAN ÇİÇEKLER

Saat 15.00’e yaklaşmış, GPS’ime göre Tememanayır’a kuşuçumu 3 kilometre kalmıştı. Meşeliklerle kaplı, içine girdikçe daralan, yüksek bir vadideydik, karşı yakadaki ormanda birkaç futbol sahası büyüklüğündeki alan yanmıştı. Tepedeki tek ev uzun zamandır yürüdüğümüz bakir vadide, kesilmiş birkaç ağaçtan sonra yegane insan iziydi. Etrafta ev, tarla, bahçe yoktu.

Vadinin bulunduğumuz doğu yakasından Tepemanayır’ın bulunduğu batı yakasına suya girmeden geçecek uygun bir yer arıyorduk. Yukarılara tırmanan patikaya girip, 150 metre kadar yükseldik, Tepemanayır’a karşıdan bakan tepeye çıktık. Geldiğimiz yöne baktığımızda manzaranın derinliği müthişti. Tek sorun vardı: Yol bitmişti! Ormanın içine doğru kıvrılan patika farklı bir yöne gidiyordu. Gözümüzü karartıp sık makiliğe girdik, dereye doğru indik. Neyse ki bu macera kısa sürdü, karşımıza bir patika çıktı. Ardından patika dere kıyısına inen toprak yola bağlandı.

GoogleEarth’te ve haritada bulunmayan bir köprü yapılmıştı bu bölgeye yakın zaman içinde. Dere yatağına sıralanan beş dev künkün üstü betonlanıp yapılan bu pratik köprünün yanı başında ateşler yakılmış, bir arkadaş grubuyla bir aile piknik yakıyordu. Her iki grup da ateş yakmış, oltaları dereye atmış, çıkacak balıkların hayalini kuruyordu. Olta başındakilerle selamlaştık. Sohbete başladık. “Bu bölgenin adı Balıktaşı’dır. İki yıl öncesine kadar kum gibi balık kaynıyordu. Ağla avlananlar kökünü kuruttu balıkların” diyordu genç balıkçı. Oltasına tavuk ciğeri takmış diğer amatör balıkçı ise 1,5 kiloluk “bıyıklı”ların hayalini kuruyordu. Kullandıkları yerel isimlerden pek bir şey anlamadım. Fakat tahminime göre bu derede sazan, tatlısu levreği gibi yaklaşık beş tür yaşıyordu.

Dere kıyısındaki koruluk mor çuhalarla bezenmiş, çiçek bahçesine dönüşmüştü. Sarı tonlardaki ikindi ışığında çuhalar ve arkalarından akan masmavi dere büyüleyici bir manzara oluşturuyordu. Bir ağacın gövdesinde, yemyeşil yosun tabakasının içinden çıkan üç çiçeği görünce adeta donup kaldım. Sözcüklerle anlatılamayacak bir güzellik, hayata meydan okuma örneğiydi karşımdaki... İki hafta önce, İstanbul Modern’deki Van Gogh Alive sergisini gezerken not aldığım, ressamın iki sözünü hatırladım:
* Bizi olgunlaştıran, derinleştiren, nesnelere uzun süre bakmaktır...
* Japon sanatını incelediğimizde, bilge, zeki, filozof bir adam görürüz. Tüm zamanını bir çimen sapını incelemeye adamış bir adam...
Bu işe ömrümü adamaya henüz hazır olmasam da, akşam güneşinde parlayan mor çuha çiçeğini saatlerce seyredebilirdim...
Dere yatağından kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan stabilize yoldan tırmanıp köy kahvesinde yürüyüşü bitirdik. Köy kahvesinde soluklanıp, çay eşliğinde köyün geçmişinden bugününden konuştuk. Köyden ayrılırken eylülde mutlaka bir kez daha gelmeye, mantar dönemindeki hayatı görmeye karar verdim.

SONBAHARDA PORÇİNİ CENNETİ

Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı Tepemanayır eski bir Rum köyü. Geçmişte Rumların köyde düzenlediği panayırlardan almış ismini. Şimdi sadece Manavlar yaşıyor. Gençlerin çoğu Gebze’deki fabrikalarda çalışıyor. Hayvancılık, tarım neredeyse tamamen bitmiş. Birkaç kişinin buğday, yulaf ektiğini anlatıyor köylüler. İstanbul dışından gelenlerin derede dinamit, kireç dahil vahşice avlanması nedeniyle küçük çaplı yapılan balıkçılık da bitmiş. Tepemanayır önemli bir yabani mantar merkezi. Sonbaharda bu bölgeden toplanan porçini gibi değerli mantarlar doğrudan yurtdışına gönderiliyor. Sohbet ettiğim bir köylü “İyi zamanında, 10 metre çapında bir alandan 10 kilo mantar topladığımız olur” dedi. Kilosunu sezon başında 15, en bol zamanında 4 TL’ye sattıkları mantarı dışarıdan gelen tacirler topluyor, kilosunu 50 TL’den ihraç ediyor.

NASIL GİDİLİR

Gebze’yi Karadeniz kıyısına bağlayan otoyollar bakımlı, sapaklar tabelalarla işaretlenmiş. İstanbul-Ankara (O-4) Otoyolu’nun Gebze’deki Şekerpınar Çıkışı’ndan çıktıktan sonra Mollafenari, Denizli, Kargalı, Yağcılar köyleri üstünden Tepemanayır ve Hacılı’ya ulaşabilirsiniz.

 

False