Halbuki, böyle olmamalıdır. İnsan yıldırımla vurulmuş gibi aşık olmalı, sonra muvaffak olmak için birşeyler icat etmelidir.
Bu nevi aşkı pek severim ama bir türlü de olamam.
Muhakkak, evvela, seveceğimden biraz yüz görmeliyim. Sonrası kolaydır. İkinci yüz verişte yakalandığımı hisseder, kaçınmaya çalışırım.
Üçüncüde herşey bitmiştir. Artık deli gibi aşığımdır…”
* * *
Sait Faik’in bu sıcacık satırlarındaki gibi, hemen her insan -en azından bir dönem- aşkın “ne”liğine, “nasıl”ına, “gerçekliği”ne kendi cürmünce kafa yorar.
Aşka böyle bakınca, onu felsefenin kuytu bir alanı olarak ele almanın mahsuru yok.
Aşk en azından başlangıçta, –sevgiliye-
Canın çekmiyorsa... “Hele havalar az serinlesin...” dersin, karşındaki terleyerek “Haklısın” çeker.
Arzulamadığı bir sohbet, o an istemediği bir “meşgale”, güneşten beter karartır insanı zira.
Hele yazsa, en cehenneminden... Tahammül normallerinin üzerinde seyreder, fırında iç sıkıntısı.
“Mevsimsel muhabbet”lerin ana mevzusu da tatil kıpırtısıdır üstelik.
Ya gitmekten, ya gidememekten...
* * *
“Tatil” deyince, “seyahat”ten, “gezi”den söz etmiyorum elbet.
“Tatil”
Eğer hâlâ dünyadaysam, dünyanın en sıcak yeri burası.
Sıcak tüm bedenime, tenime, nefesime bile sinmiş. Öyle ki terli terli bir sigara içsem, “boğazlarım” filan üşütecek.
Sadece tenime mi; ruhuma, aklımdan geçenlere, hep aynı ve tek kelimelik söylenmelerime, uyuyabilirsem rüyalarıma, herşeye çökmüş “sıcak”...
* * *
Bazen hafif bir esinti... Onun da fısıltısı kavurucu.
Rüzgar yazı yeniden yaratır, biçimlendirir ama çöldeki esintiyle, sıcak daha bir abanıyor üzerime.
“Burası böyle birader, kurtuluş yok” diyor her estiğinde, alev alev.
Tepemde dikilen öğle güneşi de, aynı dilden...
O yıllarda cep telefonuyla konuşarak yürüyenlerin yoluna, tek tekerlekli bisiklete binen bir palyaço yerleştirmişler.
Deneklerin sadece dörtte biri palyaçoyu fark etmiş.
Diğerleri, yani dörtte üçü “istem dışı körlük” nedeniyle, yolunun ortasındaki bisikletli bir palyaçoyu bile görememiş.
Üstelik artık o yıllardaki gibi cep telefonu sadece konuşma aracı değil. Internete, sosyal medyaya bağlanma, sürekli mesajlaşma-twitleşme filan var.
Aynı deney şimdi yapılsa, döneklerin dörtte biri palyaçonun üstüne çıkar.
* * *
İçe kapanan, kendi dünyasına çekilen, duyularının/duygularının düğmesini kapatan insan, çevresinde olup biteni fark etmeyebilir.
Cep telefonu’
Geçen gün Hürriyet’te okudum, Çorum’un Kuruçay Köyü’nde yaşayanların yarısının cep telefonu varmış.
Varmış da, görüşebilmek için caminin minaresine çıkıyorlarmış. Neye niyet, neye kısmet...
Giresun’un Tikence Köyü’nde ise “kapsama alanı”na ağaçlara tırmanarak ulaşıyormuş insanlar.
Kemikleri sızlamıştır, Ağaca Tüneyen Baron'un... (¹)
* * *
İronik gelse de, "bağlanmak" için böyle çabalar bile artık normal... (Hani Bülent Ortaçgil’in “Biralar soğuk mu dedim.
Dedi ki normal...”indeki gibi "normal")
Önceki yazımdan devamla, cep telefonu
Evde başucumuzda, arabada, toplu taşıma araçlarında, okulda, işte, -maalesef- meyhanede, kumsalda, parkta, sokaklarda, her yerde, her an yanımızda.
Tuvalette bile cep’le haşır neşiriz.
“Ne olmuş, ne mahzuru var” demeyin. Uluslararası gazete-dergi-kitap-bi şey okuma istatistiklerimizin, tuvalet alışkanlıklarımızdaki bu talihsiz (ve dış mihraklı) değişim nedeniyle dibe vurduğunu düşünüyorum.
TÜİK istatistiklerine göre bir günde okumaya ayırdığımız süre 1 dakika.
Cep telefonundan önce bu sürenin tuvaletteki “serbest zaman” nedeniyle, az buçuk fazla olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim.
Zira hemen her çaldığında cep telefonumu koşturarak aradığım, çoğu kez başka odalarda bulduğum için artık kendimi “bilge”, “cool” ve her konuda iddialı sayıyorum.
* * *
Adab-ı muaşeret
Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu. Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok. ‘Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzel’ diye üzüldüğüm de oldu.
Konu doğduğumuz yerin mazisi olunca asla vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü. Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var. Sonsuza kadar yitirilmiş anlar var.
İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir.”
* * *
Emrah Serbes’in “Hikayem Paramparça” kitabındaki bu satırları, şehrine bağlılığı asla solmayan bir çok insana dair çok şey anlatıyor bana.
Hele mevzu “Ankara sevgisi”yse...
O sevgi, sosyal medyada, muhabbetlerde hep nostalji eşliğinde geliyor masaya.
Pierre Nora
Belleğimizde kalan o sahne, yaşadığımız anlarla da bütünleşerek gelebiliyor gözlerimizin önüne.
Hatta “de ja vu” gibi, kuvvetli, gizemli duygular yaratıyor bazen.
Yazımın girizgahını böyle kurarken, doğrusu büyük tereddüt yaşadım.
Zira Titanic filmindeki Leonardo Di Caprio’nun muhallebici dönemine montajda eklenen Napoliten aşk rolleri gelirse akıllara diye düşündüm.
Hani az sonra batacak vapurun ucunda “olsak tayyare” sahnesi…
“An müziği”ni (My Heart Will Go On) söyleyen Celine Dion’a da “Batan geminin malları…” makamından bir şeyler söylerdi de dilim, boş ver.
* * *
Caprio