Yaz yaz, “yaz” en sona beni

KUZEY Afrika’da bir yerlerde, çöldeyim.

Haberin Devamı

Eğer hâlâ dünyadaysam, dünyanın en sıcak yeri burası.

Sıcak tüm bedenime, tenime, nefesime bile sinmiş. Öyle ki terli terli bir sigara içsem, “boğazlarım” filan üşütecek.

Sadece tenime mi; ruhuma, aklımdan geçenlere, hep aynı ve tek kelimelik söylenmelerime, uyuyabilirsem rüyalarıma, herşeye çökmüş “sıcak”...

* * *

Bazen hafif bir esinti... Onun da fısıltısı kavurucu.

Rüzgar yazı yeniden yaratır, biçimlendirir ama çöldeki esintiyle, sıcak daha bir abanıyor üzerime.

“Burası böyle birader, kurtuluş yok” diyor her estiğinde, alev alev.

Tepemde dikilen öğle güneşi de, aynı dilden...

Gece, cehennem nöbetini ay devralacak.

* * *

Oysa çöl çok güzel. Sonsuzluğun, boşluğun, belki doğadaki en aykırı, en sade ama en görkemli sunumu.

O hükmedici sıcak da zaten böyle yalın bir şey benim için; değdiği, sardığı, avucuna aldığı herşeyi solduracak. Hevesi bile...

* * *

Haberin Devamı

Çok rahatsız olduğum için başka hiç bir şeyden rahatsız olamayacağımı düşünürken... Kiraladığım “eski toprak” arazi arabası kuma saplanıyor.

Kaputa sabitlenmiş küreği alıyorum, kısa bir süre -sürekli kayan- kumu kazarak kurtarmak istiyorum tekerleği... Elbette nafile.

Sonunda küreği arabaya vurup, bağırıyorum, gölgemi bile nokta kadar kılan sıcağa:

“Tamam, lanet olsun... Umurumda değil”.

Bir tür vazgeçiş hâline sığınmaya çalışıyorum, böyle anlara tercüman küfürlerle...

Bazen vazgeçmek, farklı duygulara, yeni umutlara yer açar zira.

* * *

Kan ter içinde kaldığım yere yürüyorum.

Motele bile benzemeyen mekanın üzerinde çalakalem “Hotel Restaurant Bar” yazıyor. İsmi yok, sadece soyadını yazmışlar.

“Nam”ı pek duyulmasın istiyorlar anlaşılan.

Yürürken kafamın içinde dönüp duran süregen uğultu, o ritmik vınlama hiç susmuyor.

“Hotel”e girdiğimde de artarak devam ediyor.

Odama girdiğimde anlıyorum ki, bana her yerde eşlik eden o bitevi vızıltının nedeni, tavanda inleyen eski vantilatör.

Sıcağı yeniden üretiyor o pervane, yüzüme yüzüme üflüyor. Nereye gitsem o uğultu beynimde.

Dünya dönmüyor burada, ama her odada, her kuytuda, her mekânda o pervane dönüyor.

* * *

Haberin Devamı

Mısır dışında Kuzey Afrika’ya gitmedim.

Çölü biliyorum ama anlattığım bu hikaye de benim başımdan geçmedi.

Lâkin... Michelangelo Antonioni’nin “Yolcu (The Passenger)” filminde David Locke’un (Jack Nicholson)  yaşadığı bu anlar, ne zaman sıcak boğazımı sıksa aklıma geliyor. Yaşıyorum sanki.

Bu hissiyatımı daha iyi anlatmak için, filmde Locke’un yaşadıklarını “kendi hikayem” yaptım.

* * *

Abarttığımı sanmayın... Fütursuz sıcağa karşı duygularım, çocukluğumu saymazsam hep böyle.

Zira çocuklar mevsimleri de, bebeklerin lisanı gibi elinden geldiğince, işine geldiğince kendi yaratır, kendine uydurur.

Ağzını çeşmeye dayadığında, vız gelir gerisi. 

* * *

Kent merkezinden epey uzağa taşındığımız için o nefret edilesi sıcağı yaşamıyorum artık.

Haberin Devamı

Ama hayat, oradan ibaret değil.

Şehre, işe-güçe, muhabbete “indiğimde”, önce “o sıcak” karşılıyor beni.

Ve diyor ki, “Koçum, bu şehrin ‘gündüzü sıcak, gecesi soğuk’ karasal mı ankarasal iklimi, artık kuponlu ansiklopedi cümlesi, şehir efsanesi...” 

Bir-iki istisna dışında, gün boyu emdiği güneşi gece kusuyor restoran bahçeleri... Bertolucci masaya otursa, filminin adı “Çölde Öğle Rakısı” olurdu yeminle.

Rakı, buzu hemen yutuyor.

Sadece sıcak değil, her şey mevsim normallerinin üzerinde.

Bardağında ısınan, içe terleyen rakı da, bezginlik de, servis de...

Buzhane balığı kadar yorgun bakıyor, buz kovasını tazeleyen garson.

Feri kaçmış, herşeyin. Sarı sıcaktan, yaprağın bile yeşili...

Haberin Devamı

“Soğuk çorba”, “ayran aşı” filan Adana’da, Gaziantep’de yazın, sıcağa küfrederken icat edilmiş, belli.

Sevmiyorum yazı, mevsimler arasında en sona yazıyorum.

Sonraki yazımda, devamını sıcağı sıcağına anlatırım.

 Yaz yaz, “yaz” en sona beni

 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları