Uğur Gürses

Köhneyen ‘milli taksi’ye yenilikçi takoz

2 Mart 2018
YENİLİKLER en çok da ölçeği büyük ya da küçük imtiyazlara sahip köşe başını tutmuş rantçıların canını sıkar; yenilik rekabet demektir.

Güncel tartışmadan bahsediyorum; taksiler ve Uber gibi “online” iş yapan “oyunbozan” şirketler arasındaki giderek ısınan ve politikacıların da popülizm tozu serperek gündeme taşıdığı tartışmadan.

Uber gibi akıllı telefonlarla çağrılan, özel taksi uygulaması “oyunbozan” bir yenilik. Çünkü bu araçlarla yapılan seyahate yolcu ve sürücüye ilave olarak bir kurumsal muhatap da ekleniyor. Yolculuğun hangi koşullarda olması gerektiğini denetleyen, belirleyen bir şirket. Araç talebi de ödeme de şirkete, şirketten de sürücüye uzanıyor. Sürücü de yolcu da birbirini “notluyor”.

İşin merkezinde şirket olunca sürücünün de yolcunun da seyahat kalitesi artıyor. Aracı hijyen koşulları bakımında kötü olarak raporlanan sürücünün sistem içinde kalması zor. Oysa İstanbul’un en “kalburüstü” semtlerindeki taksiler bile olması gereken çıtanın altında kalır.

Uber yetkilileri, İstanbul’daki sistemlerine kayıtlı araçların yarısının taksiler olduğunu not ediyor. Sisteme giren de çıtayı yükseltecektir. Bu durum taksiciler için de iyi.

İMTİYAZI  REKABETÇİLİK BOZAR

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) de bir süre önce bu uygulamaya benzer İTaksi uygulamasını başlattı. Burada kamusal bir hedef de var; “Boşta gezen araçlarının sayısını azaltarak trafiği rahatlatabilmek ve ulaşımı erişilebilir hale getirmek” de hedefleniyor.

Yolcu ve sürücüyü buluşturan bu tür uygulamalarla; şirket de yolcu da sürücü de en verimli biçimde bu süreçten yararlanıyor. Nihai olarak taksi taşımacılığında verim artıran bir yenilik Uber tarzı şirketler.

Son tartışmalara bakınca; taksicileri temsil eden oda yetkilileri iki konuya işaret ediyorlar; bu tür taşıyıcıların lisanssız ve kayıt dışı çalıştıklarına. Uber yetkilileri ise sistemlerine kayıtlı sürücülerin her türlü lisansının bulunmasının bir koşul olduğunu, ayrıca kayıtlı iş yaptıklarını ifade ediyor.

Yazının Devamını Oku

Hikâyesi olan bilanço

27 Şubat 2018
TÜRKİYE-’nin ödemeler dengesi bilançosu, tarih akışında ülke hikâyesini olduğu gibi yansıtan bir veridir. Cari açığından, finansman yapısına tüm verileri Türkiye’de ne yaşandığına, hikâyesinin ne olduğuna çok güzel ışık tutar; onun izdüşümüdür.

AB hikâyesinin ışıl ışıl parladığına da yatırımcı güveninin zirve yaptığına da; bu hikâyenin söndüğüne de birtakım “altın transfercilerinin” iş başında olduğuna da ödemeler dengesi hep ışık tutar.

2004-2007 arası 4 yılda Türkiye ekonomisinin ortalama yüzde 7.7 büyüme ivmesinde AB hikayesinin çok önemli bir yeri var. Ülkeye gelen sermaye bunun nişanesi.

2005’te 500 milyar dolarlık bir ekonomi 22 milyar dolar cari açık verirken, ülkeye gelen sermaye 42 milyar dolar olmuştu. Merkez Bankası’nın 22 milyar dolarlık bir rezerv artışı, milli gelire oranla bakılırsa rekordur. Bir daha da bu görülmedi.

2006 ve 2007’de bu defa doğrudan yabancı yatırımları rekor kırdı. Her iki yıl, yıllık ortalama 35 milyar dolar cari açık verirken (ortalama milli gelirin yüzde 5.7’si) her yıl 19 milyar dolarlık doğrudan yatırım girdi ülkeye.

Gayri menkul alımları çıkarıldığında 2006 ve 2007’de giren bu kalıcı doğrudan sermayenin 15-16 milyar dolar, milli gelire oranının ise yüzde 2.5-3 olduğu görülüyor. Bugünkü büyüklüklere uygulanırsa gayrimenkul alımları hariç her yıl net 25 milyar dolar giriş olması demek.

KISILAN MUSLUK

Peki 2017’de gayrimenkul hariç net doğrudan yatırım girişi ne kadar oldu? 3.4 milyar dolar. Bu sayı, 2014 hariç son 13 yılın en düşük sermaye girişi demek. Son 5 yılın ortalaması da kabaca 5 milyar dolarda.

Portföy akımlarında ve doğrudan sermaye girişlerinde olduğu kadar; 2004-2007 arası dönemde bir başka dikkat çeken olgu da Türkiye’de banka dışı kesimin yani şirket ve kurumların rahatlıkla devasa boyutlarda borçlanma kapısının açılmış olmasıdır. Bu dönemde şirket ve kurumların sağladığı finansman milli gelirin yüzde 3.7’si gibi yüksek bir orana çıktı. 2017’de ise bu oran yüzde 1’in altında.

Yazının Devamını Oku

Piyasanın sonunda jetonu düştü

23 Şubat 2018
BU başlığı, bir yatırım şirketinin yöneticisi Scott Minerd yayınladığı notta kullanmış; ABD’de Fed’in söylemine rağmen faizleri arttıramayacağı inancındaki miskin bir mutluluk içindeki piyasa oyuncularına.

Ocak sonundan bu yana piyasa oyuncularının saadeti bozuldu. Şubat başında önce yüksek gelen enflasyon ve devamında kısa süren ama esaslı bir çalkantı yaşanmıştı. Sonra biraz toparlansa da “iğne üstünde” görünüyor her şey. Büyük yatırım bankalarından Morgan Stanley, mali piyasalarda bu yaşanan çalkantı için, “bu girişti, ana yemek değil” tanımlamasını yapıyordu. Şurası açık; “düşük dalgalanma yüksek kazanç” uykusuna yatan ve neredeyse 7-8 yıldır kolay kazanca alışan fon yöneticilerinin rahatı kaçtı.

Kolay kazancı sağlayan da “çaresiz merkez bankacıları” oldu. Çaresizlerdi çünkü yangını söndürmek her zaman olduğu gibi onlara düştü. Merkez bankaları, bol ve ucuz para politikalarıyla ekonomilerdeki yangını söndürmek için uğraşırken “yan etkisi” mali piyasalarda kazanç ve risk alma coşkusunu patlatmak oldu. Politikacılar da her zaman ve her yerde olduğu gibi “biraz zaman kazanmak” için her şeyi yaparken topu merkez bankacıların sahasına yuvarladılar.

FİLMİN SONU

“Siyasette 24 saatin ne kadar önemi var biliyor musunuz? Lütfen bugünü de idare etmeye çalışın” lafını dönemin başbakanından, Merkez Bankası’nın fon yönetimi salonunda hoparlörü açık bir telefondan duyduğumda, yıl 1994 idi.

Artık “filmin sonu” yaklaşıyor. Bunun son açık sinyali de önceki gün açıklanan Fed tutanakları bize sunuyor.

Fed aralık ayında faiz artırıp Fed başkanlarının ve kurul üyelerinin gelecekteki faiz tahminlerini yayımladığında 2018 için görünen şuydu: 3 kez faiz artırımı.

Önceki gün yayımlanan ocak ayı toplantı tutanaklarından şu görülüyor; Fed üyeleri ekonomik gidişatın, aralıkta çizilen ekonomik görünümden bir nebze daha güçlü olduğunda, bunun da daha fazla kademeli faiz artışına taşıyacağında, “daha fazla kademeli faiz artış” lafının da metinlere yerleştirilmesinde mutabık kalmışlar. Bunun anlamı; bu yıl mart ayından itibaren en az dört faiz artışı demek.

Bundan bir ay önce

Yazının Devamını Oku

Türkiye’ye ‘çelik’ten gümrük duvarı

20 Şubat 2018
ABD Ticaret Bakanlığı çelik ve alüminyum ithalatına gümrük vergisi veya kota getirmeyi hedefliyor. İlk öneri, adresi ABD olan çelik sevkıyatlarına yüzde 24’lük gümrük vergisi konulması. İkinci alternatif, aralarında Türkiye’nin de olduğu 12 çelik ihracatçısı ülkeye yüzde 53’lük bir gümrük tarifesi konulması.

POPÜLİZMİN ekonomide en potansiyel belirgin özelliği; başta halka sevimli gibi görünen adımların sonunda yine halka ağır bedel ödetmesidir. Bunun bizde yaşanan en güzel örneği 2001 öncesindeki kamu bütçesi açıkları ve enflasyon sarmalıdır.

Şimdi dünyada popülizm rüzgârı yaşanıyor. Başrol oyuncusu da ABD’de: Başkan Donald Trump.

Trump’ın başkan olduktan sonra bir ticaret savaşına girişmesi olasılığı epeydir tartışılıyordu. Geçen yıl nisan ayında bunun ilk sinyalini de vermişti. ABD’deki ticaret yasasının 232 no’lu maddesine göre ulusal güvenlik gerekçesiyle tarife ve kısıt getirilebiliyor. Bu da en son 1981’de kullanılmış.

Bunun, “sabun köpüğü” bir söylem olduğu düşünülürken; son 1 ayda Çin’e getirilen güneş paneli ithalatına yüzde 35’lik gümrük vergisi ile ilk kıvılcım çakılmıştı.

Şimdi çelik ve alüminyum ithalatına gümrük vergisi veya kota getirilmesi ciddiye bindi. ABD Ticaret Bakanlığı hazırladığı teklifi Başkan Trump’a göndermiş. Bu ürünlerin ithalatının “ulusal güvenliği zayıflattığı” hikayesi eşliğinde bir gerekçe ile.

Bakanlığın teklifine göre; adresi ABD olan çelik sevkiyatlarına yüzde 24’lük bir gümrük vergisi konulması önerilmiş. Alüminyuma da yüzde 7.7 oranında.

Şimdi buna Başkan

Yazının Devamını Oku

Trump’ın bütçe trompetinden ne duyuyoruz?

16 Şubat 2018
SON birkaç haftada başta ABD’deki mali piyasa dalgalanmasının görünen ve tartışılan nedenlerinin de ötesinde, alttan alta etkili temel nedenlerinden biri olarak öne çıkmaya başlayan bir konu var; o da Trump’ın ekonomi politikasının “keskin köşelerinin” belirmeye başlaması.

ABD’de Trump’ın başkan seçildiğinin kesinleşmesi ile iki taahhüdü öne çıkmıştı; biri vergi indirimleri, diğeri de ilave bütçe harcamalarına gidecek olmasıydı. Bir yıl içinde bunlara dair beklentiler sönmüştü. Ancak son birkaç ayda yeniden daha ciddi biçimde gündeme geldi; vergi yasaları değiştirilip indirimler sağlandı, 4.4 trilyon dolarlık bütçe teklifi de Kongre’ye sunuldu. Bütçe devasa bir bütçe açığına işaret ediyor.

Önce verginin etkisine bakalım. Sonra devasa bütçe açığına giden yola; her ikisi de ABD’de daha yüksek bir tahvil faizine daha hızlı gidileceğinin öncü işareti. Daha yüksek açık daha yüksek büyüme ve enflasyonu getirecek. Bizle ilgisi; daralan finansmanın ve faiz baskının daha güçlü hissedilmesi ve ekonomide daha yavaş, daha yüksek enflasyon demek.

Amerikan teknoloji devi Apple’ın nakit varlıkları dillere destan: 252 milyar dolar. Apple, Trump’ın getirdiği vergi yasa değişiklikleri ile yurtdışı kazançlar düşük bir vergi ile vergilendiriliyor. Böylece Apple yurtdışında tuttuğu kazançlarından oluşan bu nakit varlığını ülkeye getirecek. Kabaca 38 milyar dolarlık bir vergi ödemesi ile varlıklar “yurda dönecek”. Böylece yüzde 35’e yakın bir vergi ödemekten kurtulacak.

Başkan Trump’ın vergi değişiklikleri ile ABD şirketlerinin yurtdışındaki kazançları da vergilendirilmeye başlanacak. Öncesinde, ABD’deki şirketler yurtdışında elde ettikleri kârları yine yurtdışındaki iştiraklerine yatırınca vergi ödemekten kaçınabiliyorlardı. Pratikte bu tahmin edilebileceği gibi ‘offshore’ şirketler üzerinden hallediliyordu.

FT Alphaville’deki habere göre Credit Suisse’in makro stratejsti Zoltan Pozsar; Apple, Microsoft, Cisco, Oracle, Alphabet, Qualcomm gibi teknoloji,  Pfizer, Amgen ve Merck gibi ilaç devlerinin de aralarında olduğu 30 zengin şirketin ‘offshore’larda tuttuğu tahvil miktarının yaklaşık 800 milyar dolar olduğunu yazmış. 2020’ye kadar 800 milyar dolarlık bir ‘offshore’ yatırımı satılacak ya da itfa edilecek. Pozsar’a göre bu 800 milyar doların 300’ü ABD devlet tahvili gerisi şirket tahvili.

Apple gibi kazançlarını nakit olarak yurtdışında tutan şirketler, içeride temettüleri ödemek için düşük faizle borçlanırken, kazançlarını ‘offshore’da yüksek faizli şirket tahvillerine yatırıyor. Dev bir yatırım bankası gibi.

Bu vergi etkisinin ne kadar hızlı ve ne ölçüde olacağını bilmiyoruz. Ama mali piyasalarda “rejim değişikliği” olarak adlandırılan bir sürece adım attığımız kesin. Hem ABD devlet tahvillerinin hem şirket tahvillerinin satışı bizim gibi ülkelerin de içinde bulunduğu “yüksek getirili piyasalara” olumsuz etki yaratacaktır.

DEVASA HARCAMA

Yazının Devamını Oku

Bankaların dar alanda kısa paslaşması

13 Şubat 2018
BU yılın altın sorusu şu: Reel kesim mevcut kredileri rahatlıkla döndürmeye, ilave kredi sağlamaya devam edecek mi, bankalar bu olanağa ve ilave kaynaklara sahip mi?

 Sorunun yanıtının ipucu fiyatta. Yani kredi faizlerinde. Son dört haftada kredi faizleri yüzde 18’e vurdu. Bu oran küresel krizin dibi olan 2009 mart ayından beri en yüksek oran. Son 13 haftalık kredi artış hızı da yüzde 13’lük bir eğilimde. Son bir yılın en düşük hızı; geçen yılın aynı döneminin de altında.

Enflasyonun yüzde 12’ye vurduğu bir dönemde bankaların öz kaynak kârlılığı Bankalar Birliği verilerine göre yüzde 14.7 olmuş. Bankalar kredi müşterilerinden aldığı faiz oranı kadar bir öz kaynak kârlılığına ulaşamamış bile.

Bankalar şirketleri batıran bir “canavar” mı? Tek başına bankaların yıllık mutlak kâr rakamına bakmak anlamlı değil; ne kadar sermaye ve öz kaynak üzerinden kazanmış buna bakmak gerekiyor. Bankalar önceki yıla göre 2017’de öz kaynak kârlılıklarını 1.5 puan artırmış.

Doğrusu bunda yükselen enflasyona karşı görece düşük tutulan faizler ve Kredi Garanti Fonu (KGF) kanalından Hazine kefaletli kredilerin katkısı kayda değer. Her ikisi de kamu politikaları ile sağlandı.

Soruya dönelim; giderek daha fazla veri ve haber, son bir yıldır şirketlerin borç döndürme sorunlarının derinleşmeye ve yaygınlaşmaya başladığını gösteriyor.

Kredi dereceleme kuruluşları uzunca süredir, Türkiye’de yüksek borçluluk içindeki şirketlerin borçlarını çevirememe riski olduğunu söylüyorlardı; notu indirdiklerinde de kızan çok olmuştu.

En yenisi; Ülker ailesinin sahibi olduğu Yıldız Holding’in, borçlu olduğu 10 bankaya mektup yazarak borçlarının ötelenerek yapılandırılmasını talep ettiği Bloomberg tarafından haberleştirildi.

Son 10 yılda iki küresel markayı 4.1 milyar dolara satın alarak epey sükse yapan grup, bankalara yazdığı yazı ile 6 milyar dolarlık borcun yapılandırılmasını istemiş. Finansal yazında borçla yapılan şirket satın almalarına

Yazının Devamını Oku

Coşku balonuna dokunan iğne

9 Şubat 2018
GEÇEN cumadan bu yana bol ve ucuz parayla boylarını aşan ya da fazlasıyla kaldıraçlı mali riskler alan yatırımcıların kâbusu başladı. Başladı çünkü tüm zamanların en düşük dalgalanmasına gelinen noktada yatırım coşkusu zirve yapmıştı. Bir günde borsa çöküşü ile iş karıştı.

Şimdi “nereye?”, “bu bir zihniyet kayması mı?” soruları soruluyor; sisten kimse ilerisi için bir şey söyleyemiyor.

Coşku patlamıştı çünkü mali piyasalara para aktıkça “nasılsa bir şey olmuyor” denilerek risk üstüne risk alınmıştı. İşte bu noktada “ahlaki çöküntü” (moral hazard) başlıyordu; tüm zamanların rekorunun kırıldığı bir mali piyasa tablosunda “borsa çöküşüne bakarak merkez bankaları faiz artıramaz” bekleyişi başlamıştı. Ama durum pek de öyle görünmüyor.

ABD borsasındaki ani çöküş tablosu biraz toparlandı. Ama “yeniden eski güzel günlere” dönülme şansını yüksek görenler fazla değil.

Bu çöküşün hisse senedi piyasası ile sınırlı kalması teselli olarak görülüyor, “bulaşıcılık” olmadı diye seviniliyordu. Ama temkinli bakanlar bunun öyle olmayabileceği rezervasyonunu çoktan koymuşlardı. Belli ki bu rezervasyonu koyanlar az değil; dolar endeksi hızla yükseldi, altın fiyatı düştü. İşte bizde de dolar kurunun 3.80’leri geçmesi bundan. Borsa çöküşünden sonra en başta “canı yananların” ilk aklına düşen şu olmuştu; “Yok yahu Fed böyle bir çöküşe karşı finansal istikrar kaygısıyla faiz maiz artıramaz”. Hani “ahlaki çöküntü” nedir derseniz tam da bu derim; “nasıl olsa kurumlar bizim batmamıza izin vermez” kafası. Ama umutları batıran cinsten haber New York Fed Başkanı Willam Dudley’den geldi; “Bakışım değişmedi çünkü borsa birkaç gün öncesine göre çok az düşük. Geçen seneki olduğu yerden keskin biçimde yukarıda”. Bu yanıt epey anlamlı.

Sadece VIX gibi dalgalanma göstergelerine endeksli finansal mühendislik ürünlerinin 8 milyar dolara yakın olduğu, borsalarda kote bilinen 3.7 milyar dolarlık bir bölümünün değerinin ise 500 milyon dolar civarına düştüğü biliniyor. Bu fonlar varlıklarının yüzde 85’ini kaybettiler. Fonların çoğu, kayıp yüzde 80’i geçtiğinde otomatik biçimde likide çevriliyor. Yani kapatılıyor.

Bilinmeyen riskler ve kayıplar yüzünden tam da Lehman krizinin 10. yılında aynı ölçekte değil ama kaygı var; iş yaptığınız kurumlarda bu çöküş sırasında batık varsa?

TAŞLAR YERİNDEN OYNADI

Bu yüzden nakde dönüş dolar talebini artırıyor. Kredili ve kaldıraçlı işlemlerden korku her oyuncunun kafasında bir kâbus gibi duruyor.

Yazının Devamını Oku

Salondaki fil mutfaktaki kurbağa

6 Şubat 2018
KÜRESEL bol para dönemi biterken, bunun sağladığı rehavet hala duruyor. Soğuk su içinde ısıtılan kurbağa gibi, “kaynamaya” başladığınızda artık çok geç olabiliyor.

Tarihsel düşük bir dalgalanma ve yüksek bir risk iştahı, “hiç bitmeyecek bir aşk gibi” piyasalarda varlık fiyatlarını zirveye ulaştırmıştı.

Dış piyasalar geçen haftayı sert bir düşüşle kapattı; oyuncular, ABD’den gelen yüksek ücret artışı ve istihdam verileri ile faizlerin daha sık artacağına ikna olmaya başladı.

Türkiye’de ise gelişmeler Bektaşi fıkralarında olduğu gibi seyrediyor. Tam da uluslararası piyasalarda düşüş, faizlerde yüksek artışlar olurken, içeride yüksek enflasyona karşın “faizi nasıl düşürürüz?” egzersizleri yapılmaya başlanmış yine.

ABD’deki 10 yıllık tahvil faizleri piyasada son 10 günde 25 baz puan arttı. Geldiği yer yüzde 2.85; bu Ocak 2014’ten bu yana en yüksek oran. Anımsayalım; 2013 Mayıs ayında Fed Başkanı Ben Bernanke, gevşek para politikasının çıkışın sinyalini verdiği konuşmasını yaptıktan sonra Aralık 2013’te tahvil faizleri yüzde 3’e vurmuştu. İşte şimdi o noktaya yaklaştık.

Ancak faizi indirme çabalarının yeniden yeşerdiği noktada, Türkiye’deki temel enflasyon göstergeleri 2003 bazlı enflasyon endekslerinin en kötü seviyesinde. Gıda ya da enerji fiyatlarındaki şoklar anlaşılabilir; ama çekirdek enflasyon, son 15 yılın en kötü seviyesinde. Ayrıca, fiyatlama davranışındaki bozulma da benzer biçimde.

Dün açıklanan ocak ayı enflasyonunda yıllık bazda düşüş var. Nedeni baz etkisi; 2017 Ocak ayındaki yüksek artışlar endeksten çıktı. Yıllık enflasyon da yüzde 11.9’dan yüzde 10.3’e geriledi.

Soru şu; açıklanan aylık enflasyon ileriye dönük düşüş eğilimi gösteriyor mu? Benim yanıtım hayır.

En başta, ocak ayı çekirdek enflasyonu hala son 10 yılın en yüksek ocak ayı değerine yakın, ortalamasının da üzerinde. Yıllık artış da yüzde 12’lik seviyeyi koruyor.

Yazının Devamını Oku