Şüphesiz ki hepimizin kendimizce haklı nedenlerimiz var.
Kimimiz iktidarımıza zeval gelmesin diye uğraşıyoruz, gündem değiştirme derdindeyiz...
Kimimiz milleti aydınlatmak gibi ulvi amaçların peşinde nefes tüketiyoruz.
Fırsat bu fırsat kadın milletine ayar vermek gibi niyetleri olanlarımız da yok değil.
Tabii karambolde karşı tarafa bir tane çakmak isteyenler de.
Ama niyetimiz ve tarafımız ne olursa olsun, gözden kaçırdığımız bir gerçekçik var.
O da bu tartışmada kadınların sesinin pek çıkmadığı. Çıksa da bizim davudi nidalarımız arasında kaynayıp gittiği. Sokağa çıkıp bizi uyarmak isteyen kadınların payına da pataklanmak düştüğü.
Çünkü müzelik olan şeyler hızla artıyor.
En son “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesi müzelik oldu mesela. Artık nerede vukuat orada biz.
Hatta kendi vukuatımız yetmezse komşununkine salça oluyoruz. Daldık dalacağız Suriye’ye.
Kadınlara hürmet de müzelik oldu. Onların bedenleri bile artık siyasete malzeme.
Kaç çocuk yapacaklarıyla, kürtaj ve sezaryenle en üst makamlardaki erkekler ilgileniyor.
Merak bile etmiyorlar “böyle dangıl dungul konuşursak kadınların kalbi ve gururu kırılır mı?” diye.
Futbol keyfimiz deseniz, şikeydi-mahkemeydi derken tarihe karıştı karışacak.
Sevdiği erkekten aldığı hayat sıvısını, kolyesinin ucundaki küçük şişeye koymuştu. Damarında akanın kan değil aşk olduğunu söylemek ister gibi.
Yıllar sonra bir başkasıyla yuva kurdu, çağdaş bir Meryem Ana’ya dönüştü.
En sonunda da gitti “Kan ve Aşk” diye bir film çekti. Avrupa’nın en büyük günahlarından birini anlatmayı denedi. Herkese yaranamasa da çabası takdire şayandı.
Bu arada, romantik vampirlerin aşk yaşadığı filmler de dünyayı fethetmişti.
Esas çocuklar kanla besleniyor, kızların kanları onlar için kaynıyordu. Hemoglobinden geçilmiyordu ortalık.
Bizse yabancısı değildik: Ne de olsa üçüncü sayfalarımız aşk uğruna yananlardan geçilmiyordu.
Şu satırların yazıldığı gün bile aşkı uğruna Boğaz Köprüsü’nden atlayan voleybolcu Giulia vardı.
Bir nedeni Flört’ün müziğiyse, bir nedeni de söz konusu plağın tamamen analog (AAA) kaydedilmesi. Zerre dijitallik olmadan.
Bizde tek-tük çıkan plaklar CD kayıtlarından kopyalandığı için, bu önemli bir yenilik.
Daha da ilginci, dünyada bir nevi teknolojik karşı-devrimin yaşanıyor olması.
CD yavaş yavaş tarihe karışırken, vaktiyle onun tarihe karıştırdığı zannedilen plak geri dönüyor.
Dünyada müzikseverler “plağın CD’den çok daha iyi ses verdiğini” haykırıyor. Bu sayede, CD’nin aslında kolpa bir devrim olduğu fikri yayılıyor.
80’lerin sonunda bizi çarpan, kasetteki “tıs” sesinin CD’de olmayışıydı. Buna “dijital devrim” dediler.
Bilmediğimiz, bu işin müziğin hacmi pahasına yapıldığıydı. Uyarmaya çalışanları da dinlemedik.
Kürtajı kim yaptıysa, işin ehli olmalıydı. Vicdanını aldıranlarda iz bile kalmamıştı.
Gören onları doğuştan vicdansız sanırdı.
Ne bombalanarak ölen masumlar umurlarındaydı ne de suçunu bilmeden yıllardır hapis yatanlar.
Vatandaş ne çekiyor, süt kimi zehirlemiş, bomba niye atılmış, merak bile etmiyorlardı.
Hemen buldum vicdan kürtajcısının telefonunu. “Her gün yüzlercesi geliyor” dedi: “İşler maşallah açık!”
Sonra karşıma beyinlerini aldırmış olanlar çıktı.
Yüzlerinde garip bir tebessümle, yaşayıp gidiyorlardı. Hallerinden memnundular.
Malumunuz, denizci şarkıları genellikle yalnızlıktan ve hasretten bahseder.
Umutla şişmiş yelkenler, yalnızlığın çektiği kürekler, unutulamayan bir sevgili vardır.
O sevgilinin yüzü denizcinin kalbinde sızı, kolunda dövme, başında dumandır.
Hasreti kabardığında denizci bırakır dümeni, alır sazı eline: En afili türküleri yakma zamanıdır.
Biz gemici millet olmadığımız için, deniz türkülerimiz çok fazla değil. Bu işi en iyi Karadenizliler yapar. Halk dansları bile benzer Karadeniz dalgalarına.
Can Bonomo ise bir İzmir çocuğu olarak, Akdeniz gemicilerinin hasretinden bahsediyor: “Benim gemim umuttandır. Senin körfezini arar durur.”
O gemiciler ki bazen tüccar bazen asker bazen de korsandırlar. Tıpkı âşıklar gibi.
Sen, kızının para karşılığı satılmasına razı olan ana. Razı olduğun şeytanla pazarlık.
Çocuğunla gerdeğe girecek olanın gözlerine iyi bak: Damat değil, şeytan göreceksin.
Belki bizzat şeytan değil. Ama onu mutlu edecek bir alışverişte karanlığın bilinçsiz vekili.
Şeytanın en büyük marifeti, bizi olmadığına inandırmak. İşte sen de inanmışsın.
Çocuğunun kısmetinin çıktığına, bundan menfaatin olduğuna, yanlış bir şey yapmadığına inanıyorsun.
Zaten kötülüğü yapan önce kendini inandırır. Başını yastığa koyduğunda kırk bahane üretir.
Dünyanın bir numaralı canisine, en büyük günahkâra sor: Sana kırk mazeret sayar.
Sorun ilk bakışta büyük gibi durmuyordu. Hatta gayet minyon bir adamdı.
Ama egosu Eyfel Kulesi kadardı. “Boyu değil işlevi” sözü onun için icat edilmişti sanki.
Horultusunu dinlerken, adama âşık olduğu zamanı düşündü kadın. Daha dün gibiydi.
Ülkenin başına geçmeden önce, eski karısı onu terk etmişti. Hem de başka bir erkek için.
Haliyle, kalbi kırık ama gücü büyük bir erkekti. Bu kombin, kadına cazip geldi.
Ama bir erkekle sırf gücü için birlikte olmayacak kadar da akıllıydı. Hemen kendini ona âşık etti.
Onun özgüven sorunlarından doğan egosunu, soğuk esprilerini, komplekslerini itinayla sevdi.