Nedir kardeşim 19 Mayıs’ın özü?Herhalde terazi lastik hop jimnastik değil.
Geleneksel “kızların etek boyu” geyiği de değil.
“Faşist İtalya’dan esinlenilmiş bilmemneler” saçmalaması falan hiç değil.
Bunlar, işin özünü karambole getirmek isteyenlerin menfaat icabı üfürdükleri.
Hayatın kayıp eşya bürosunda sessiz-sedasız bekler onu yeniden bulmamızı.
Hayatın kayıp eşya bürosu hem naifliklerle hem de artık hatırlamadığımız duygular, sesler ve kokularla doludur.
Pek gelen giden olmadığından, sessiz bir yerdir. Bekçi sabahtan akşama kadar bulmaca çözer.
Büronun varlığından haberdar olmasına haberdarızdır ama uğramamızı önleyen bir şey illa ki çıkar.
Yoğun iş saatleri, geçmişin pişmanlıkları, geleceğe dönük kaygılar, çözümsüzlükler...
Bir türlü gidemediğimiz ören yerleri gibidir. Ne zaman lafı açılsa “evet” deriz: “Bir gün mutlaka görmek lazım.”
Ama o gün bir türlü gelmez nedense. Hayatın kayıp eşya bürosu ıssızlığını korur.
Meğer yıllardır gizlice çalışırlarmış. Sonunda akıllarına bu numara gelmiş.
Yeraltında “Hep beraber sütten zehirleniyoruz, okey mi?” diye konuşup karar almışlar. Sonra da 1 Mayıs günü basmışlar düğmeye. Muhtemelen törenler esnasında.
Maksat ileri demokrasi yara alsın, vatana-millete zarar verilsin, pislik olsun.
Eylem yeri olarak Sivas’ı seçmeleri de sürpriz değil. Güya böyle yaparak hükümeti korkutacaklar.
Adam meraklanmıştı: “Sonra ne oluyor?”
“Ne olacak, daha da çok gıcık oluyorum!”
“Ah sevgilim, desene bana alerjin var.”
İşin aslı, şu dünyadaki aşkların yüzde 90’ının bitiş nedeni hemen hemen aynı: Alerji.
Geri kalan yüzde 10 da aslında aşk falan değil zaten. Seks arkadaşlığıyla aşkı karıştırmayalım.
Aşk katili alerjiler altıncı ayda oluşmaya başlar. Olay “gönül macerası” olmaktan çıkıp ciddiye bindiğinde.
Hele nikâhla beraber, bünyeyi ele geçirmeye koyulurlar. Çünkü evlilikle her şey “kalıcı” hale gelir. Her olay sonsuzla çarpılır.
Bu bir “devrimden özür bekleme” halidir.
Özür bekleyenleri anlamak kolay: Karşı devrimin de raconları var. Devrimden özür beklemek, bunların ilki.
Özür gelene kadar da devrimin yaptıklarını, değiştirdiklerini, ideallerini karalamak...
Ama bunu yaparken şu gerçeği unutmamak lazım: Devrimler özür dilemezler.
Hiçbir devrim yoktur ki şimdi karşı devrim yapılıyor diye “pardon” desin.
Öyle olsaydı Danton özür dilerdi Marie Antoinette’ten: “Pardon bacım, biraz fevri davranmışız.”
Castro baklava gönderirdi Batista’nın torunlarına: “Bazı tatsızlıklar olmuş gençler, kusura bakmayın.”
O da şu: Muhafazakâr olan aslında İslâm değil.
İslâm muhafazakâr olaydı, Rönesans’ı yapan batılılar yararlanacak kaynak bulamazdı.
İslâm muhafazakâr olaydı, Osmanlı yüzyıllarca her türlü yeniliğin bayraktarlığını yapamazdı.
İslâm muhafazakâr olaydı, ne Mevlâna olurdu ne de Birûni. Ne Uluğ Bey ne de Harezmi.
Haliyle, koskoca İslâm uygarlığını “muhafazakârlık” gibi kuru bir lafa sıkıştırmak, tek kelimeyle yazıktır.
İslâm’la muhafazakârlığı bağdaştırmak, batıcı kafanın da sık düştüğü bir hata.
Batıcı kafa sanır ki, insan Müslüman olunca otomatikman muhafazakâr olur.
Bir de bakıyorsunuz, yapılan tüm eleştirileri ciddiye almış. Hepsi hakkında düşünmüş.
Onlardan yararlanarak dizisini rayına oturtmuş. Tıpkı yıllar önce “Avrupa Yakası”nda yaptığı gibi.
Hatırlarsanız o dizi de yayına girince ok yağmuruna tutulmuş, hatta birkaç bölümü iptal edilmişti.
Sonra söylenen hataları tek tek giderip bir ekran klasiğine imza atmıştı Gülse Birsel.
“Yalan Dünya”yı seversiniz ya da sevmezsiniz. Ama kendisinin bu yönü önemlidir.
Okullarda “eleştiriden yararlanma teknikleri” başlığıyla ders verse yeridir. Bu, hepimizin ihtiyaç duyduğu bir özellik.
Eleştiriyi saldırı olarak görüp defansa çekilmek yerine ona kurabiye muamelesi yapmak.
Haklısın, seni Kapalıçarşı’ya zarar vermekle suçlamamız hakikaten yersiz oldu.
Belediyenin kestiği ağaçları senin kestiğini iddia etmemizin de tutulur tarafı yok.
Ama dediğim gibi, mazur gör bizi. Ayıptır söylemesi, biz son yıllarda biraz havaya girdik.
Ne de olsa yeni zengin sayılırız.
Başrol oyuncularına paraları gömüyoruz diye bazen Hollywood olduğumuzu sanıyoruz mesela.
Üç sene önceki diziyi beş kuruşa Arap’a kakalayınca “cihanşümul sinema gücüyüz” zannediyoruz.
Almanya’daki Türkler salonu doldurunca “Dünya bizi seyrediyor” hayaline kapılıyoruz.