Kişi başına düşen gelirimiz, dış ticaretimiz, dünya ekonomisindeki yerimiz falan böyle değil idi.
Dizilerimiz bilmem kaç ülkede seyredilmez, mamullerimiz oralarda satılmaz idi.
Ama başka bir anlamda, çok daha zengin idik. Şehirlerimiz arabalar değil insanlar yaşasın diye vardı mesela.
O şehirlerde kimse şu an İstanbul’da olduğu gibi 24 saat trafik çilesi çekmez idi. Sonra cezaevindeki insanlara bir şey oldu mu memlekette yer yerinden oynardı.
O zaman gıdasını eksik vermiş olabiliriz.
Evet, biz çocuklarına düşkün milletiz. İcabında yemeyiz yediririz, giymeyiz giydiririz.
Evladımız için yapmayacağımız fedakârlık, uğruna savaşmayacağımız gıda maddesi yoktur.
Ama yine de besin değeri en yüksek şeylerden birini genellikle ihmal ederiz: Kitapları.
Kitabı süpermarkette görürüz de, onun “temel ihtiyaç maddesi” olduğunu düşünmeyiz nedense.
Bu yüzden yavrucaklar hayatlarını bilgisayar ya da televizyon ekranına bakarak geçirir.
Körpe beyinleri hiçbir emek gerektirmeyen hareketli görüntüler ve şekillerle dolar.
Konjonktür gerektiriyorsa öyle bir çözülür ki şaşarız.
Hatta kendimizi “Madem bu kadar kolaydı, analar onca sene niye ağladı?” diye sorarken buluveririz.
Tayyip Bey, Kemal Bey ve Leyla Hanım ilk defa bu kadar hemfikir görünüyor.
Onlar, bugünün Türkiye’sindeki üç kutbun liderleri: Dindarların, ulusalcıların ve Kürtlerin.
Ama asıl mesele, bu üç kutbun bir arada ve huzur içinde yaşayacağı Türkiye formülünü bulmak.
Tayyip Bey ne istiyor? Dindar nesillerin yetiştiği, kapitalistleşmiş bir Türkiye.
Kemal Bey ne istiyor? Atatürk mirasına sahip çıkan, ulusal kimlik sahibi bir Türkiye.
Havaalanından oteline, plajından teleferiğine, turizm cenneti olmaya hazır gözükmesine aldırmayın.
Ne “Burada insanın ömrü uzar” diyene kulak asın ne de “Oksijenin yurdu Ordu” sözüne.
Geceleri dondurma yiyip gülüşerek dolaşan kızlı-erkekli gençler aklınızı çelmesin.
Şehirdeki insanı mest eden organik mi organik, sağlıklı mı sağlıklı hayatı unutun gitsin.
Ordu’luların “şehrimizi hakkıyla tanıtamıyoruz” demelerini de boş verin.
Ordu’ya sakın gitmeyin.
Burası öyle bir şehir ki, bir kez gelip vazgeçilecek gibi değil. Alışkanlık yapabilir.
- Hayırlı işler... Ne olacak gelince?
- Ne olacağı var mı, niye öldüğünü bulacağız.
- Niye öldüğünü biliyoruz zaten.
- Sirozdan sanıyorsunuz.
- Hayır.
- Süikast deme sakın, kampanyanın sürprizini bozarsın.
- O da değil.
- Doğal olun. Önceden kalın çizgilerle yol haritası belirlemeyin. Kafanızda senaryolar hazırlamayın. Bu sadece gerilime sebep olacaktır. Bırakın hisleriniz sizi istedikleri yere götürsün.
- Mütevazı olun. Dünyaya ve insanlara dair bilmediğiniz çok şey olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Bu sizi öğrenmeye açık hale getirir. Öğrendiğiniz her şey ömrünüze bir armağan. Aksi takdirde niye âşık oluyoruz, değil mi?
- Yaz aşkınızla siyaset tartışmayın. Dünya hali hakkındaki derin fikirleriniz gereksiz tartışmalar yaratmaktan başka işe yaramaz. Unutmayın ki siyaset insanları ayırmak, aşk ise birleştirmek için var.
- Özgüvenli olun. İlk defa âşık olmuyorsanız, kendinize ve duygularınıza güvenmeyi öğrenin. Yok ilk defa âşık oluyorsanız da bunun illa sonuncu olması gerekmediğini unutmayın. Hayat uzun bir koşu.
- Anı yaşayın. Hemen gelecek planları yapmaya başlamak güzellikleri ıskalamanıza neden olacaktır. Geçmiş tecrübelerden dolayı karşınızdakine önyargılı davranmak da öyle. Bir de bakmışsınız yaz geçivermiş.
- Sabırlı olun. Bir an önce hedefe varmayı değil, aşamaların size sunacağı güzellikleri önemseyin. Unutmayın ki her basamağın güzelliği ayrıdır, biriciktir. Yoksa koşayım derken asıl şeyleri kaçırırsınız.
- Özdeşleşmeyin. Yarın ayrılacakmış gibi sakin, hiç ayrılmayacakmış gibi sabırlı olmayı bilin. Unutmayın ki âşık olduğunuz andan itibaren evrenin tiktakları lehinize işlemeye başlayacak.
Vampir nasıl kan emici, doğa ilham verici ise, aşk da hayat mahvedici çünkü.
“Beni bu güzel havalar mahvetti” diyen Orhan Veli başka neyi kastetmiş olabilir?
Onu evkaftaki memuriyetinden ayıran, eve ekmekle tuz götürmeyi unutturup tütüne alıştıran aşk değilse nedir?
Aşkın doğasındaki hayatı mahvetme potansiyeline hangi ordu karşı koyabilir?
Sultan Süleyman kim bilir kaç kez düşündü Hürrem’in aşkıyla mahvolduğunu.
Napolyon kaç kez Josephine’in kollarında kendini mahvoluş girdaplarına bıraktı.
John Lennon, “Beatles’ı mahvettiği” söylenen Yoko Ono’yla ne kadar da mutluydu.
Mozart’ın kahvaltısı zehir olur, Ludwig mezarında ters döner, Münir Nurettin telefona sarılır.
Ama madalyonun bir de öbür yüzü var.
Bir milletin Fazıl Say gibilere ihtiyaç duyması için belli bir kültür düzeyine ulaşması lazım.
Ancak evrensel değerlere bir ucundan bağlı olanlar böyle kişilerin yokluğunu hisseder.
Gerçekçi olmak gerekirse, bugünün Türkiye’si pek oralarda değil.
Ne kültürel açıdan oralarda ne de eğitim ve hassasiyet açısından. Olmak gibi bir derdi de yok.
Haliyle, Fazıl sahiden çekip gitse ve bir daha vatana dönmese, çoğunluğun umrunda bile olmaz.