18 Aralık 2011
SİVAS katliamı konusunda çok yazı yazdım. Bunlardan ilki, önce “Tarih Bağışlamaz” sonra “Yazmasam Olmazdı” adlı kitaplarımda yer alan “Sivas’tan Sonra” başlıklı yazımdır. 9 Temmuz 1993 tarihli Aydınlık gazetesinde yayınlanmıştı. Yazı şöyle başlıyordu:
“Devlet, hakem olması gerekirken yan tutarsa suç işlemiştir; ‘devlet’ devletliğini kanıtlamak gerektiğinde bunu yapmıyorsa suç işlemiştir; ‘devlet’ suç işlemişse devlet olma niteliğini yitirmiştir ve bir kez daha suç işlemiştir, çünkü devletin devlet olma niteliğini yitirmesi onun işleyebileceği en büyük suçlardan biridir. Böyle bir durumda bu ‘devlet’ yargılanır.”
Devletin yerine getirmediği görevlerin sorumluluğu hükümetlere aittir.
ZAMANAŞIMINDAN DÜŞECEK
Sivas davasında davacı durumunda olanlar ve sivil toplum örgütleri son günlerde yayınladıkları “Kamuoyuna...” başlıklı bildiride, “Sivas dışından gelen ve örgütlü bir biçimde eylem için orada bulunan kişi ve grupların kaçmalarına izin verildiği için bugüne kadar yalnızca 160 sanık yargı önüne çıkarılabildi” denildikten sonra, kanıt olarak sanıklardan Cafer Erçakmak, İhsan Çakmak ve Vahit Kaynar’ın durumları örnek verilerek Emniyet makamlarının görevlerini yerine getirmedikleri ileri sürülüyor. Ayrıca, davanın 7 firari sanığıyla ilgili davanın zamanaşımı dolayısıyla düşeceği, bu nedenle davanın “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” (Türk Ceza Kanunu Madde 77) bağlamına alınması isteniyor.
YARGILAMANIN TAMAMLANAMAMASI
Ceza Hukuku’nda uzman bir bilim adamına danıştım. Şöyle konuştu: “Zamanaşımı süresinin dolması bakımından TBMM’nin yapabileceği bir şey yok. Burada temel sorun, yargılamanın zamanında tamamlanmaması, sanıkların ‘bulunamaması’, yurtdışında kaçak olduğu saptanan sanıkların iadelerinin zamanında istenememesi gibi gecikme ya da geciktirmelerden kaynaklanıyor. Kemal Türkler davası gibi birçok dava bu şekilde zamanaşımına uğradı. Örneğin kolluk görevlilerinin karıştığı olaylarda, çalıştıkları birimler belli de olsa bunların bulunamadığı, duruşmaya getirilemediği birçok dava var. En son Hizbullah davasında, on yıllık tutuklama süresinin dolması nedeniyle tutuklu sanıkların serbest bırakılması tepki çekti. Halbuki, bu süre dolunca serbest bırakılmaları hukuka uygun. Burada sorun on yılda yargılamanın tamamlanamaması.”
İfade o kadar açık ki, bilim adamına “Devlet, suçluların yanında taraf mı tutuyor?” diye saçma bir soru sormadım. Ancak kimi hukukçulara göre de Mahkeme tarihsel örneklerin sürekliliğini göz önünde tutarak davayı yorumlayıp değerlendirebilir. Bu hususta karar verebilecek durumda değilim. Ancak kafam ve gönlüm davanın İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar’dan sayılmasından yana.
KONU ŞİKE OLDUĞU ZAMAN
Toplumsal Bellek Platformu ile yakınlarını faili meçhul cinayetlerde yitirmiş olanların konuyla ilgili girişimleri, TBMM Genel Kurulu tarafından 14 kez reddedilmiş. Ama aynı TBMM’nin, Sivas davası firarilerinin zamanaşımı ayrıcalığından yararlanmasını önlemek için de yasa çıkarması istendiği zaman, hukukçular, “Bazı fiilleri geçmişe etkili biçimde zamanaşımına tabi olmaktan çıkarması hukuken mümkün olmayan TBMM’nin, “Şike Davası”na müdahale izlenimi yaratan, “kişiye özel” kuşkusu doğuran bir kanun değişikliği yapması kamu vicdanının kaldıramayacağı bir durumdur” diyorlar. Bir TBMM düşünün ki konu “futbolda şike” olduğu zaman hukuk dinlemeden yasa çıkarıyor; konu Sivas Davası olunca, elinden bir şey gelmediğini söylüyor. Fakat son yıllarda onlarca davanın düşmesine yol açan lagarlık ve sorumsuzluğu önleyecek hiçbir şey yapmıyor.
Bir televizyon programında, “Dalga geçer gibi” Sivas katliamı kurbanları “Cayır cayır yanmadılar, dumandan boğuldular. Vicdanım rahattır” diyen, Madımak katliamı sırasında Sivas Belediye Başkanı olan Temel Karamollaoğlu yakında karşı dava açarsa hiç şaşırmam.
“Nürnberg” mahkemelerinde devletler de yargılanır. Anayasaya göre “Bir Hukuk Devleti” olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu duruma düşmemelidir.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2011
YAZIMIN adına bakıp “dikenli incirler”in bir metaforik anlamı olduğunu düşünmeyin. Ben, Frenk İnciri, Hind İnciri de denilen, Mersinlilerin düpedüz Dikenli İncir dedikleri “Opuntia ficus-indica”dan söz ediyorum. Biz meyvesini severek yeriz. İshal ve dizanteriye karşı faydalıdır. Sindirim sistemini rahatlatır ve kabızlığı giderir. Şeker hastalarına iyi gelir. Kolesterol oranını düşürür. Tok tutar ve yemeklerden alınan yağın vücut tarafından emilimini azaltır. Bu özellikleri ile aşırı kilolarından kurtulmak isteyenler için de faydalı bir besindir. Yaprakları kaynatılarak elde edilen sıvı cildi nemlendirir ve taze tutar.
* * *
Hayfa’dan Yeruşelaim’e (Kudüs) giderken görünce birden afalladım: Bizim dikenli incirleri, meyve ağaçları gibi dikmişler. Yani anlayacağınız, bizim ören yerlerinde, mezarlıklarda unuttuğumuz bitkiyi ciddiye almışlar. Üstelik yükseklikleri iki metreyi geçmiyor. Tuhaftır bu dikenli incirler: Ülker geçen yıl bahçe kapısının önündeki kumlara bir somun-dal ekmişti. Bir yılda iki metreyi geçti ve bütün yaz meyve verdi. Demek ki bir hikmeti var bu bitkinin. Mersin Ziraat Odası durumu bir incelemeli. Yararlı olur! İsrail ve İsrailli için toprak (Eretz) vatan anlamındadır. Dikenli incirler İsrail’in toprağa ne denli hırs ve sevgiyle bağlandığının büyük simgesi. İsrail toprağını gözle görmeyenler bu ülkeyi baştan başa çöl sanırlar. Öyle değil. Necef Çölü ve Gazze tarafı dışında İsrail’i gözümle gördüm. Kuzey İsrail bizim Ege’den, Marmara Bölgesi’nden geri kalmaz yeşillikte. Akdeniz’den doğuda Ürdün Nehri’ne kadar 40 kilometre içerilere kadar uzanan verimli tarım alanları var. Kudüs’ün güneyindeki Yahudiye Dağları ve çölünde ciddi bir yerleşim yeri ve tarım alanı göremedim.
* * *
Altı gün savaşını (5-11 Haziran 1967) herkes bilir de neden çıktığını bilene rastlamadım. İsrail, kuzeydeki Kinneret Gölü’nden güneydeki yarı çorak araziye su taşıyacak olan Ulusal Su Şebekesi’ni 1964’te tamamladı. Ertesi yıl Arap devletleri Ürdün Nehri’nden gelen suyun İsrail’e akmasını engelleyecek planlarını uygulamaya soktu. Bunun üzerine İsrail, Suriye’de inşa halinde olan barajlara 1965’te saldırıda bulundu. Bundan sonra karşılıklı saldırılar alıp başını gitti. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ülke içindeki sabotajları çoğaldı. Ardından işe Mısır karıştı. “Bizim vazgeçilmez görevimiz İsrail’i yok etmektir!” haykırışı, Mısır ile Suriye yöneticilerinin dilinden düşmüyordu. Savaş altı gün sürdü ve İsrail, Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Golan Tepeleri’ni ve daha sonra Mısır’a geri vereceği Sina Yarımadası’nı ele geçirdi. İsrail’in doğu Kudüs’ten vazgeçeceğini ve Golan Tepeleri’nden geri çekileceğini sanmam. Çünkü Galile Denizi de denen Kinneret Gölü’nün batı kıyısında bulunan Tiberya kenti ile gölün karşı (doğu) kıyısı arasındaki mesafe 6 kilometre. Golan Tepeleri gölden 500 metre yükseklikte bir balkon gibi. Tam karşıda Tiberya ve aşağıda tarım alanları ve yerleşim yerleri. Altı gün savaşından önce bu balkona mevzilenmiş top bataryaları İsrail için müthiş bir tehdit oluşturuyormuş. Şimdi Suriye sınırı Golan Tepeleri’nin doğusunda (arkasında) bir yerlerde. Suriye, İsrail’in işlenmiş topraklarını alayım derken Golan Tepeleri’nden oldu.
* * *
Benim bu topraklara olan ilgim 6 Gün Savaşı ile başlar. Haziran-Temmuz 1967’de “Savaş ve Barış” (Kiraz Zamanı) adlı uzun şiirimi yazdım. Ne Arap tarafı ne de İsrail tarafı itiraz etti. 2001-2002’de “Celile Günleri”nin (Ot Hızı) 12 şiirini yazdım. “Gördüğünü Kitaba Yaz” (Doğan Kitap) adlı kitabımda yer alan “Eretz İsrael, İsrail Toprağı”, “Yossi Sarid: İsrail’in kendi Atatürk’üne ihtiyacı var” ve “Kutsal Topraklarda” adlı üç inceleme yazısı İsrail sorununa büyük bir ciddiyetle el atar. Yazılar yerinde, görerek yazılmıştır.
Bu yazıyı kaleme almaktaki amacım gayet açık ve basit: İsrail’i görmeden, Şeria’dan geçmeden, Golan Tepeleri’ne çıkmadan, Gazze’ye gitmeden İsrail üzerine, İsrail ve Araplar üzerine ciddi yazı
yazılamaz. Yazımı eski bakanlardan Yossi Sa-rid’in bir sözüyle bitireceğim: “Benim annem-ba-bam Polonya’dan gelmişlerdi, geri dönecek yerleri vardı. Ben burada doğdum, gidecek yerim yok!”
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2011
BAŞBAKAN, CHP içindeki tartışmalarla ilgili olarak şunları söylüyor: “Neyi tartışıyorlar? Dersim meselesini tartışıyorlar? [...] Buradan CHP’ye aynı şekilde kendi tarihiyle de artık yüzleşmesini tavsiye ediyorum. Bundan daha iyi bir fırsat olabilir mi? CHP’nin Genel Başkanı, Tuncelili yani Dersimli. CHP, Dersim katliâmıyla bu dönem yüzleşmeyecek de ne zaman yüzleşecek. [...] CHP’nin, sadece Dersim katliâmıyla değil Milli Şef dönemiyle de hesaplaşması gerekir” (19 Kasım 2011 tarihli gazeteler).
Başbakan’ın sözünü ettiği dönem CHP’nin özel tarihi değil Türkiye’nin tarihidir!
* * *
Türkiye ilkin şuna karar vermelidir: “Dersim İsyanı” mı, yoksa “Dersim Katliamı” mı? Birinci Dersim Harekâtı 20 Mart 1937-Kasım 1937 tarihleri arasında; İkinci Dersim Harekâtı ise 2 Ocak 1938-Aralık 1938 tarihleri arasında yapılmıştır. Buna göre 20 Mart 1937-Aralık 1938 tarihleri arasında Dersim bölgesinde bir ayaklanma vardır ve bu ayaklanma TSK tarafından epeyce kan dökülerek bastırılmıştır. Bu bilinen bir şey!
“Dersim harekâtı” döneminde Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’dır. İsmet İnönü (1 Mart 1935-25 Ekim 1937); Celal Bayar (25 Ekim 1937-11 Kasım 1938) tarihleri arasında başbakandır. Şükrü Kaya İçişleri, Kazım Özalp Milli Savunma bakanıdır. Genelkurmay Başkanı ise Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Yani harekâtı CHP değil Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti yaptı. Bu nedenle, bir yüzleşme ve özür dileme söz konusu olacaksa bunu CHP Genel Başkanı değil, günümüz Cumhuriyet hükümeti yapmalıdır. Hem de lafla değil TBMM’de bir yasa çıkararak.
Unutulmasın ki daha sonra Demokrat Parti’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve daha niceleri Dersim İsyanı sırasında TBMM’de idi.
Şunu hemen haber vereyim ki Dersim için yüzleşmek ve özür dilemek zorunda kalacak olan mantık, aynı şekilde PKK terörizmine de uygulanmak zorundadır.
* * *
Ancak iş burada kalmamalı, Malazgirt’ten itibaren başlamalı ve günümüze kadar gelmeli. Dersim İsyanı’nın bastırılması için özür dileyecek mantık, Selçukluların ve Osmanlıların kazandığı bütün savaşlar, işgal ile kazanılan bütün topraklar için Safavilerden (İran), Irak, Suriye, Lübnan, Mısır için Araplardan, Libya, Cezayir ve Tunus için İslam âleminden ve Avrupa’dan; Bulgar, Romen, Yunanistan, Ukrayna, Kırım, Kafkasya, Sırbistan, Arnavutluk, Makedonya, Hırvatistan, Macaristan toprakları için bu ülkelerden; Viyana kuşatmaları için Avusturya’dan; deniz savaşları için İspanya, Venedik ve Cenevizlilerden; Kıbrıs, Rodos, Girit ve öteki Ege adalarının fethi için günümüz Yunanistan’ından özür dilemek gerekir. Unutulan varsa lütfen siz ekleyin.
* * *
Bu da yetmez, Osmanlı döneminde yıkılan Anadolu beyliklerinden özür dilemek zorunludur. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluları dönemi ile Osmanlı dönemlerinde kanla bastırılan bütün halk isyanlarından da çok samimi özür dilenmesi gerekmektedir.
İsterseniz bu isyanları sayalım: Mazdak, Kutalmış Olayı, Büyük Oğuz Ayaklanması, Babaîler Başkaldırısı, Musa Çelebi Olayı, Şeyh Bedrettin eylemi, Alevi kökenli eylemli direnişler (Şahkulu, Nur Ali Halife, Şeyh Celal, Atmaca, Zünnunoğlu, Kalender Çelebi); Celâlî eylemleri (Karayazıcı Halim Bey, Deli Hasan, Kalenderoğlu, Cennetoğlu, Karahaydaroğlu, Katırcıoğlu). Bu da yetmez Yavuz Sultan Selim’in yaptığı alevi katliamları, Patrona Halil Ayaklanması, Kabakçı Mustafa olayı, Yeniçerilerin ortadan kaldırılması için de özür dilenmelidir.
* * *
Neden sadece, aralarında Dersim İsyanı da olmak üzere Kürt isyan ve ayaklanmalarının bastırılmaları için özür dileniyor? Arapların şikâyeti üzerine Osmanlı tarafından Musul’dan sökülüp atılarak Karadeniz, Aydın ve Mersin’e iskân edilen benim sülalemden (Çakırlı) de neden özür dilenmiyor? Ayrıca, geçmişten özür dileyen bireylerin ve hükümetlerin, “şimdiki zaman”da özür dileyecek işler yapmaması gerekir.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2011
BİR pazar öğle yemeği için Tansu ve Ertuğrul Özkök’ün evindeydik. Bizden sonra çocukluğunu bildiğimiz kızları Gülümsün ve kızı Zeynep geldiler. Karşımıza oturdular. Zeynep iki-üç yaşında. Gözlerini dikmiş bana bakıyor. Bir ara anneannesi Tansu’nun kulağına bir şeyler fısıldadı. Tansu gülerek “Evet!” dedi.
Meğer Zeynep, beyaz sakalımdan dolayı anneannesi Tansu’ya benim aydede olup olmadığımı soruyormuş, Tansu da buna “Evet!” demiş. Zeynep’i yanıma çağırdım. Geldi. Sohbet ettik. Benim neden gökten indiğimi sordu. “Çocukları görmek için” dedim, “Tansu’yu, Ertuğrul’u, Gülümsün’ü de görmeye gelirdim onlar senin kadarken” dedim.
Ayrılmadan boynuma sarılıp öptü beni. Ben de “Seni de götüreyim mi evime?” diye sordum. “Hayır ben gelmeyeyim ama sen aşağı in!” dedi.
Bir gün Nazlı ve Orhan Alkaya’nın Cihangir’deki evindeyiz. Kızları Asude bana “Öz dede!” diyor. Asude’nin atanmış dedesiyim. Asude, Zeynep ile yaşıt. Vakit akşamüzeri, biz kalkmaya davrandık, Asude itiraz etti, “Nereye gidiyorsun Öz dede, gökyüzü daha lambalarını yakmadı!” dedi. Gelelim benim çocukluğuma:
Babam hapse girdiğinde altı aylıkmışım, dört buçuk yıl yattı. Bütün babaların bir süre hapse atıldıklarını sanırdım. Babam hapisteyken bize İzzet amcam bakardı. İzzet amcam elektrik fabrikasında çalışırdı. Maaşını fabrikanın tavanından yağan paralardan topladığını sanırdım ve neden daha fazla toplamadığına üzülürdüm.
DİPLOMASINI HEMEN YIRTSIN!
Çocukların zihinsel dünyası ile kimse yarışamaz! Adını anmayacağım, ağız kirletir! Beyin ve ruh bakımından müflis, bir rüzgârgülü yazıcıya güya bir arkadaşı yazmış: Meğer yazıcının arkadaşının çocuğu anaokuluna başlamış. (Çocuk) iki gün boyunca ağzına su koymayı reddedince tutup doktora götürüyor. Doktor anlamayınca çocuk psikolojisine havale ediyor. Psikolog çözüyor çocuğu: “Atatürk içimizde yaşıyor. Su içersem boğulur.” Hemen, Atatürk’ün Florya’da denize girerken çekilmiş fotoğrafları bulunuyor, zar zor ikna ediliyor çocuk. Üstelik, “Benzer vakalarla daha karşılaştım” diyor psikolog. Yazıcının yorumu şu: “Bunun üzerine artık hiçbir şey yazılamaz!”
Yazıcının yazısının konusu Kemalizm ve Atatürkçülük (daha doğrusu Atatürk) olduğu için, çocuğun güzel ve derin anlamlı yanılsamasının faturası Kemalizm ve Atatürk’e çıkıyor. Bu müflis yazıcı böyle zevzeklikler yapabilir. Peki “Benzer vakalarla daha karşılaştım!” diyen üfürükçü psikolog ne demek istiyor? Müflis yazıcının saplantısını paylaşıyorsa, diplomasını hemen yırtsın! Psikologlar odası var mı?
CNN’in sabah haberlerinde (08.11.11), Cumhurbaşkanı Gül’den çorap isteyen Helin’e “Cumhurbaşkanı ne iş yapar?” diye soruyorlar. Cevap veriyor: “Çocuklara şeker dağıtır!”
5 KITADA 1 ÖRNEK GÖSTERSENE
Peki beni aydede sanan Zeynep’in, yıldızları lamba sanan Asude’nin, cumhurbaşkanının işinin şeker dağıtmak olduğunu sanan çocuğun, tavandan yağan paraların maaş olarak toplandığına inanan Tekdiş Özdemir’in ruhsal-zihinsel durumlarını nasıl yorumlayacak müflis yazıcı ile üfürükçü psikolog? Atatürk yüzünden mi?
Atatürk diktatör müymüş? 1919-1938 yılları arasında yeryüzünün beş anakarasında Atatürk’ten daha demokrat bir lider göstersinler! O yıllarda İngiltere’nin kralı ve başbakanı, Asya ve Afrika’daki sömürgelerinde yaşayan insanları insan bile saymıyordu. ABD başkanı (belki) zencilerin ruhu var mıdır, diye tartışma yapıyordu. Taa 1970’lerin ortasına kadar. Avrupa’yı kimler yönetiyordu? Bu müflis yazıcı, 1970’lerde neden sosyalizmi getirmedi diye kızdığı Atatürk’e, şimdi beyni sulandığı için, çocukları bahane ederek karşı çıkıyor. Geçmişle yüzleşmeyi bırakın artık, sıkıysa (ucu size dokunmadan ama herkes için) günümüzün turfanda diktatoryasına bulaşın. Ancak o zaman özgürlükçü demokrat olursunuz.
Çocuk gün gelir, içinde yaşayan Atatürk’ün su içince boğulmayacağını, cumhurbaşkanının sadece şeker dağıtmadığını öğrenir. Ama o yaşta irticanın tezgâhından geçen çocuk, bütün özgürlüğünü yitirir ve bir daha zor kurtulur.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2011
KİMİ İslamcı ulemâ, üdebâ ve muharrirâna bakarsanız cumhuriyetin laiklik illeti(!) Batı’nın zorlamasıyla Cumhuriyet’e yamanmıştır. Bu nedenle tez elden terk edilmeli. Onlara göre laiklik ilkesi, İkinci Cumhuriyet’in yeni anayasasında kesinlikle yer almamalıdır. Çünkü laiklik
Batı’nın Cumhuriyet’e dayatmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş ve yaratıcı geleceğini Fransız başbakanlarından ve meclis başkanlarından Edouard Herriot gibi aydın siyasetçi ve yazarlar görmüştü.
Ama Cumhuriyet, devrimlerini yapıp, yapısal olarak bir Batılı devlet olmaya ve sanayileşmeye başlayınca içlerine kuşku düştü. Sanayileşirse işçi sınıfı oluşacak, Batılı bir demokrasi gelecekti. Hele Köy Enstitüleri bilinçli ve çağdaş bir kitle yaratırsa, al başına belayı! Onlar, adı ve sıfatı Cumhuriyet olan Osmanlı toplumunun devam etmesini isterlerdi.
DP KENDİ BAŞINA MI OLDU?
1923 Cumhuriyeti’nin sona ermekte ve İkinci Cumhuriyet’in anayasasının hazırlanmakta olduğu günümüzü anlamak için, 1950’li Soğuk Savaş yıllarına dönmeliyiz. ABD’nin CIA’sı USAID (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) aracılığıyla, CHP’nin son yıllarında Türkiye’ye girmişti bile. İlk yerleştiği yer de Milli Eğitim Bakanlığı idi. CHP ile Demokrat Parti’nin Köy Enstitüleri’ni tasfiye etmeyi kendileri mi düşündü? 1950’den sonra neredeyse her bakanlıkta bir USAID temsilciliği vardı. Geleceğin sağlam temellerinin atıldığı CHP dönemi, sağcıların iddia ettiği gibi bir “fasa fiso dönemi” değildi. Ülkeyi yönetecek bir kadro bile kurulmuştu. Cumhuriyet’in ana kadrosunda da yer alanların kurduğu Demokrat Parti kendi başına mı karşı devrim partisi oldu?
12 MART - 12 EYLÜL
Batı ve emperyalist sermayenin renkli karşı devrim planı ilk kez 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de Türkiye’de uygulandı. Bu iki darbe ile ülkenin bütün sol kadroları yok edildi; işçi sınıfı ve sendikaları tarumar edildi, partisi (TİP) kapatıldı; üniversiteler ve öğrencileri depolitize edildi; Kemalist kadro kırılıp parçalandı; Türk-İslam sentezi programı içinde İslam dini yeniden topluma yutturulan afyon haline getirildi. İmam-hatipler bu afyon politikasının komiserleri ve toplum mühendisleri oldu. Bu programı uygulayabilmek için imam-hatip mezunlarına üniversiteye girme hakkı verildi.
28 ŞUBAT MINTIKA TEMİZLİĞİ
28 Şubat 1997 müdahalesi, dışarıdan köktenci İslamcılığı hedefliyor görünse de AKP’nin iktidara tam olarak gelebilmesi için mıntıka temizliği yapmıştır. Renkli karşı devrimi planlayan derin devlet(ler) Erbakan İslamcılığının millici yanını törpülemeyi amaçlıyor ve dizginleri elden bırakmak istemiyordu. Bu temizlik yapıldıktan sonra AKP iktidara getirildi. Peki bu operasyona vasî ve muktedir derin devlet nasıl izin verdi acaba? Doğu Bloku’nun dağıtılmasından sonra, Doğu Avrupa ülkeleri NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne alındı. Bu süreç içinde, dengesiz hareketler yapmaya başlayan Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerde renkli devrimler yapıldı, yaptırıldı. Ardından günümüzün Arap Baharı hareketleri geldi.
LAİKLİĞİ İSLAMİLEŞTİRECEKLER
Ergenekon, Balyoz ve benzeri yapıntı (fiction) davalara gelince: Yeni rejim için engel oluşturacağı düşünülen Avrasyacılık ve Avrasyacıların tasfiyesi içindir. AKP kendisi için biçilen rolün dışına çıkamaz. Şimdi sırada yeni rejimi meşrulaştıracak anayasa var.
Bu anayasa ile laikliğin evrensel anlamı ve içeriği boşaltılacak ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın arzu ettiği gibi (Milliyet, 14.10.11) laiklik İslamileştirilecek! Böyle bir şey olur mu? Olduğunda görürsünüz!
Cumhuriyet devrimlerini tamamen yok etmek için mevcut anayasanın koruyucu 174. maddesi kaldırılacak; ortaöğretimin tamamı imam-hatipleştirilecek ve böylece harp okullarına girişteki en büyük engel kaldırılarak imam-subay döneminin önü tamamen açılacak.
Türban mı? Ne türbanı? “Çağdaş Müslüman kadına yakışmaz türban!” Bu cümleyi dünün türbancılarından duyacağız. Hedefe varıldıktan sonra türbanın lafı mı olur!?
İşte bu nedenle, yeni İslami rejimi meşrulaştıracak anayasadan önce, ülkenin gerçekten demokratikleşmesi için yürürlükteki yasal engellerin ortadan kaldırılması, ortamın temizlenmesi gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2011
BU yazının amacı, laik ve cumhuriyetçi bakış açısı içinde, Arap devletlerini kınamak ve küçük düşürmek değildir. Herkes istediği iple asabilir kendini. Ülkemizde, diktatörlerin iktidardan düşmesi ile Arap ülkelerinin bir gecede demokratikleşebileceği yazılıyor. Bu yazının amacı bunun imkânsızlığını göstermek. Başka bir şey değil!
Lübnan anayasası dışında bütün Arap ülkelerinin anayasaları İslam’a gönderme yapar ya da İslam şeriatı bizzat anayasadır. Maşrık (Ortadoğu) ülkelerinde “İslam hukuku (şeriatı) pozitif hukukun kaynağı”dır. Magrep (Kuzey Afrika) ülkelerinde İslam devlet dinidir ama İslam hukuku ile devletin hukuku arasında belirgin bir örtüşme zorunluluğu yoktur. Ama hepsinin anayasasında İslam dini yer alır:
1- İslam hukuku yasal düzene tam anlamıyla egemendir; 2- İslam hukuku, pozitif hukuka esin kaynağıdır; 3- İslam hukuku ile pozitif hukuk arasında belirgin bir ilişki yoktur.
İSLAM DEVLETİN DİNİDİR
1959 tarihli Tunus Anayasası madde 1: Tunus özgür, bağımsız ve egemen bir devlettir; dini İslam, dili Arapça ve rejimi cumhuriyettir.
Cezayir Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Fas Krallığı Anayasası giriş bölümü, Fas Krallığı’nın bir İslam devleti olduğunu yazar.
Libya’da 1969 anayasasına göre İslam devlet dinidir. 1977 anayasasında ise Kuran’ın cemahiriye halkının yasası olduğunu yazar.
Mısır Anayasası madde 2: Devletin dini İslam, resmi dili Arapçadır; İslam şeriatının ilkeleri yasamanın temel kaynağını oluşturur.
Suriye Anayasası madde 3: (1) Cumhurbaşkanının dini İslam dini olmalıdır, (2) İslam hukuku yasamanın temel kaynağıdır.
Ürdün Krallığı Anayasası madde 2: İslam devlet dinidir ve resmi dil Arapçadır.
Suudi Arabistan Krallığı Temel Yasası madde 2: Suudi Arap Krallığı egemen bir İslam devletidir; dini İslam’dır; Kuran ve Peygamber sünneti anayasadır.
Yemen Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Kuveyt Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Bahreyn Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Katar 2003 anayasası madde 1: İslam Katar’ın dinidir.
Birleşik Arap Emirlikleri Anayasası madde 7: İslam, Birliğin resmi dinidir.
Irak Anayasası (madde 2) İslam, demokrasi ve insan hakları arasında bir bağlantı kurmaya çalışır: 1- İslam’ın ilkelerine; 2- Demokrasinin ilkelerine; 3- Anayasanın öngördüğü temel hak ve özgürlüklere aykırı yasa çıkarılamaz.
SUUDİ ARABİSTAN DURURKEN!
Modernleşmeye çalışan Arap devletlerinde, Batı hukukunun belirgin etkileri görülmesine karşın İslam hukukunun gölgesi egemendir. Ancak XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bütün Arap devletlerinde (Mısır gibi en Batı yanlısı ülkede bile) yasaların yeniden İslamileştirilmesi (sadece özel hukuk değil, anayasa hukuku) akımı giderek güçlenmektedir.
Daha önce sayısını unuttuğum kadar yazdım: Arap toplumları için İslam ve Kuran, sadece din ve kutsal kitap değildir, aynı zamanda anayasa ve yasadır, edebiyattır, dildir, hukuktur. Böyle bir toplumun laikleşmesini, sekülerleşmesini beklemek hayal görmekten ileri gitmez. Hiçbir Arap devleti İslam’ı esas kabul etmeden, onu referans yapmadan anayasa yapamaz. Yani Arap devletinin anayasasında devletin sosyalist, demokratik sosyalist olduğu (Suriye, Mısır) yazabilir ama o anayasada laiklik ilkesi ya da din ve devlet ayrılığını ifade eden bir sözcük ve kavram yer alamaz.
Bu, Arap halklarının, Arap devletlerinin bileceği iş. Başkalarının onlara karışma hakları yoktur. Laikliği kabul etmeyen bu ülkelere dışarıdan ve zorla demokrasi ihraç etmek kesinlikle kabul edilemez. O zaman, İslam şeraitini anayasa kabul eden Suudi Arabistan Krallığı dururken Mısır’la, Tunus’la, Libya ile, Suriye ile uğraşmak neden?
Artık, Türkiye’nin Arap âlemine örnek olacağı türden saçma iddialar bir daha ağza alınmamalı. Benim korkum, AKP Türkiye’sinin, Arap ülkelerine benzetilmesi!
Böyle bir niyet olmasaydı, Türkiye’yi “adam eden” laiklik ilkesi ile bu kadar uğraşılır mıydı?
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2011
HER gün birbirinden harika yazılar yazan Yılmaz Özdil, 25 Ekim 2011 günü şöyle diyordu: “Türkiye’de üç işi canı çeken yapabilir: Müteahhitlik, siyasetçilik ve gazetecilik. // ‘Gazeteci olunmaz doğulur’ palavrası da buradan çıkmıştır zaten... Hiçbir bilimsel kritere dayanmadığı için, ana rahmi’ne dayandırılır.” Hey gidi ana rahmi hey! Ben de fantirifitton liberal demokratlara “Ana rahmine haklı düşenler!” demiyor muyum?
GELMEZ, GELEMEZ
25 Ekim 2011 tarihli Hürriyet gazetesinin 14. sayfasında “Arap Baharı Yeşillendi” manşetini görünce kıs kıs gülmeye başladım. Ama, yayınlanan fotoğrafın altındaki “Libya’dan sonra Tunus’ta da ‘İslamcılar’ iktidarda” açıklamasını okuyunca yüreğim cız etti.
Hani Mısır, Libya ve Tunus’a beklenmedik baharı getirenler Türkiye’yi örnek alacaklardı?
Kahire’de yalancı baharın çiçekleri açmaya başladığı zaman, “Arap ülkelerine laiklik, demokrasi falan gelmez, gelemez!” diye yazmamış mıydım ben?
Ciddi bir emek ve araştırmanın dayandığı yazılar yayınladım 23 Ocak 2011 tarihinden bu yana ve Türkiye Araplara model olamaz, ilk seçimde İslamcılar iktidara gelir, İslamcıların da demokrasiyle hiçbir ilişkisi yoktur demişim. Bu konuda yazdığım yazıların yayın tarihlerini yazıyorum. Lütfen bir kez daha okuyun hayallerle gerçeklerin, palavralarla doğruların farkını görün:
23 Ocak 2011; 5, 8, 9, 11, 12 ve 16 Şubat 2011; 13 Nisan 2011; 17 Ağustos 2011; 21 Eylül 2011. Bu konuda tamı tamına 10 yazı yayınlamışım ve özet olarak şöyle demişim:
“Özdemir İnce, 9 Şubat yazısında ne yazmış?: ‘İslam, Türkler için, içine Şamanizm ve hurafe karışmış bir dindir, sadece bir dindir. İslam, Araplar için, önce bir uygarlık ve kültürdür, konuşulan ve yazılan bir dildir, tarihtir, gündelik hayattır yani her şeydir. Bu İslam’ın içinde İslam öncesine ait yerel inançlar ve hurafeler de kaynamaktadır.
Bu nedenle, bizimkiler, eşitlikten, özgürlükten söz eden (üniversite öğretim üyesi) bir Arap feminist kadının laiklikten hiç söz etmemesine hep şaşırırlar’.” (11.02.11)
SIRASI GELİNCE SURİYE
Arapların tarih-coğrafya-yurtbilgisini, romanını, şiirini, resim sanatını ve gündelik yaşam geleneklerini bilmeyeceksin ve Arap Baharı üzerine işkembe-i kübradan yazılar yazacaksın.
Ve bir gün Libya’dan, Tunus’tan gelen haberler yüzüne şamar gibi inecek ve ortalıkta Arap dünyası uzmanı diye gerine gerine gezeceksin!
“Libya’da Kaddafi sonrası yeni yönetimin çokeşlilik de dahil şeriat kanunlarını uygulamasını açıklamasının ardından, Arap Baharı’nın başladığı Tunus’ta da İslamcılar ilk seçimlerde oyların en az 3’te birini alarak birinci oldu” (Hürriyet, 25.11.2011).
Tunus’ta 23 Ekim’de yapılan Ulusal Kurucu Meclis seçiminde yüzde 41.47 oy alan En Nahda’nın lideri Gannuşi “Tunus ve Türkiye birbirine çok benzeyen iki ülke ama her iki ülkenin kendi iç dinamikleri farklı. AK Parti’yi örnek alıyoruz, fakat bizim düşünsel önderimiz diyemem. Onlar laik olduklarını söylüyorlar, biz laik değiliz!” diyor(du).
AKP’nin laik olduğu yanılsamasını bir yana bırakalım, gerçek artık anlaşılmıyor mu? Mısır’da da aynı şey olacak. Sırası gelince Suriye’de de... Irak’ta olan oldu zaten.
Bir İslam ülkesinde laiklik olmazsa demokrasi de hayalden ibaret kalmaya mahkûmdur!
DAHA NE DESİN?
Avrupa Birliği ve Fransa sanki çok umurlarındaymış gibi Libya’yı uyarmış, Libya da “Ilımlıyız!” diyesiymiş. Yeni yönetimin çokeşliliğe izin verilmesi ve faizin yasaklanması gibi birçok konuda şariat hükümlerinin uygulanacağını açıklamasının ardından AB’nin dış politika şefi Catherine Ashton, “Libya’nın yeni liderlerinin insan haklarına ve demokratik ilkelere saygılı olmasını bekliyoruz” demiş. Libya Ulusal Geçiş Konseyi lideri Mustafa Abdülcelil de “Çokeşlilik konususunda sadece mevcut yasalarla şeriatın çeliştiğini örnek verdim. Faiz ise Kuran’a göre haramdır, bunun tartışması olmaz!” diye cevap vermiş. Daha ne desin?
(Haftaya: “Arap Devletlerinde Din ve Anayasa” konusunda yazacağım.)
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2011
1959 Bartın doğumlu Kaan Arslanoğlu’nun yeni romanı yayınlandı: “Reenkarnasyon Kulübü” (İthaki Yayınları). Yazar, kitabıyla birlikte, bir haber portalında bir şikâyetname yayınladı. Yüzde 99.99’una sözcülük ettiği için, bu manifestonun altına birçok yazar imza atar. Ama ben iki arada bir derede kaldım. Romandan mı söz edeyim, yoksa size şikâyetnameyi mi sunayım? Ben metni kısaltarak ikincisini seçtim. Aynı zamanda meslekten (tıp doktoru) psikiyatri uzmanı olan roman yazarı Kaan Arslanoğlu şöyle diyor:
SEVMEZLER AMA YAPARLAR
[“Değerli okurlarım, bu roman için de
hiçbir pazarlama yöntemine başvurulmayacak. Dahası normal olarak yapılması gerekenler de yine en alt düzeyde, hatta sıfır noktasında tutulacak. Gazetelere ilan vermek gibi. Bilmeyenleriniz için açıklayayım. Bir romana ne kadar paralı ilan vermişseniz, o ölçüde ‘eleştiri’ veya tanıtım çıkar hakkında. ‘Ne kadar para, o kadar edebiyat eleştirisi.’
Gazeteci camiası, edebiyat dünyası, ilkeli insanlardan mürekkep. Aslında kitap
tanıtımının çoktandır çok daha etkili yolu kitap sayfalarının dışına çıkabilmektir. İlk birkaç haftada bir kitap hakkında ne kadar çok köşe yazısı çıkarsa ve yazar ne kadar televizyona çıkarılırsa, o kitap rakiplerine o oranda fark atar. Fakat burada ciddi bir problem söz konusu. Kitaplarımda benim önemsediğim, üstünde durduğum gündem maddeleriyle köşe yazarlarımızın maddeleri bir türlü çakışmıyor. Hatta köşecilerimizin pek önemsediği bir soruna bile ele atmış bulunsam, kitap çıkana kadar o sorun önemsizleşiyor ve dolayısıyla yazarlarımız sözü oraya getirme heveslerini yitiriveriyorlar. Buradaki ‘timing’ (zamanlama) yeteneksizliğimi kabul etmek zorundayım. Topa ya geç zıplıyorum kafa vurmak için ya da erken; top ya başımın üstünden geçiyor veya suratıma çarpıyor.
Dostlarımın çoğu kitap okumak için ayırdıkları azıcık enerjiyi sevmedikleri romancılarla tüketirler. Zaten sevmedikleri partilere oy atarlar. Sevmedikleri bir yaşam sürdürürler. Bundan yakınır ve hatta bazen yardım isterler. Ama bu tercihleri değiştirmek için hemen hemen hiçbir şey yapmazlar.
Güncel siyasette solcu gibi düşünüp sağcı gibi yaşayanlar, felsefede Marksist olup sanatta eğlencelik işleri beğenenler, kendini muhalif olarak tanımlayıp hep iktidardakilere, güçlülere sempati duyanlar bana şizofrenik bir bilinç yarılması içinde görünürdü hep. Şimdilerde anlıyorum ki hayat böyleymiş ve bunu gerektiriyormuş. Şizofrenik yanılma içindekiler benim gibi saçma bir tutarlılık saplantısını sürdürenlermiş.
Örneğin, gerçek düşün ürününün, gerçek nitelikli edebiyat ürününün içerikte ve biçimde aykırı olması gerektiğini zannetmem de belki böyle şizofrenik saplantı mahsulü. Normal olan nedir peki? Kendine yakın bir çevre belirleyeceksin, onların ihtiyacına göre ve onların hoşuna gidecek şekilde yazacaksın. Bu yeğlenen çevre de olabildiğince kalabalık, çoğunluktan bir çevre olacak ki kitabın okunsun, beğeni toplasın.
Ya benim yaptığım ne? Küçük bir azınlığa yanaşma ve üstelik bu azınlığı da eleştirerek, onları da rahatsız edecek şekilde yazma. Bu şizofreni değilse en azından sosyopati. Gelin görün ki insanın huyu zorlasa da değişmiyor.”]
BÖYLE İŞÇİLER BULUNDUKÇA
Romandan bir alıntı yaparak yazıyı (s. 27) bitireceğim: Paylaşılmış paranoya hastası olan “kahraman” bir bilgisayar firmasında çalışmakta. Patron, bir işçisini işten atıyor. Yönetici durumunda olan hasta kahraman patrona itiraz ediyor. Patron onu da işten atıyor. Bunun üzerine işten atılan işçi, kendisi yüzünden işten atılan şefine “Sen ne karışıyorsun” diye karşı çıkıyor. Belki birkaç ay sonra işler açılır, patron yine onu işe alırmış. Şimdi şef işe karışıp kavga çıkardığı için olmazmış artık. Kavga edilmezmiş patronla.
Bunun üzerine, romanın ikinci kahramanı psikiyatr şöyle konuşuyor: “Mükemmel” dedim. “İşte Türkiye proletaryasının doğal sınıf refleksi. Böyle işçilerimiz bulundukça sırtımız yere gelmez!”
Yazının Devamını Oku