31 Ağustos 2011
2 OCAK 2011 günü öğleyin Lübnan’ın güneyinde, İsrail sınırına yakın Tyros’da (Tir, Tyre) yemek yiyorduk. Tyros, kalıntıları iyi korunmuş bir Finike kenti. Şimdi de kullanılan Finike limanında bir lokantada. Deniz kıyısı. Yemekte Adonis, Ülker, bendeniz, birkaç üniversite hocası, birkaç yazar, Ermeni ressam bayan ve bizi yemeğe davet eden işadamı vardı.
Yemeğe bir süre sonra Adonis’in büyük kızı Ninar ile nişanlısı katıldı. “Nikâh” sözcüğünün Arapçadan gelmiş olması gerektiğini düşündüm ve Fransızca deyimi yerine “nikâh” sözcüğünü kullanarak “Nikâh ne zaman?” diye sordum. Soruma hepsi kahkahayla güldü. Neden güldüklerini anlamadım. Bunun üzerine, işadamı, elle işaret ederek ve “duhül” sözcüğünü de kullanarak, nikâhın Arapça ne anlama geldiğini açıkladı: Lübnan’da resmi imzalı bir evlilik sözleşmesi yoktu. Her cemaat kendi töresine göre evleniyordu. “Medeni” sözleşmeyle evlenmek isteyenler, Türkiye’ye, Kıbrıs’a gidiyordu.
Bir süre sonra, Tunuslu şair arkadaşım Tahar Bekri, Eskişehir’de bir binanın kapısında “Nikâh Dairesi” yazısını görünce gülmeye başladı. O da neden güldüğünü açıkladı.
Bunun üzerine Ferit Devellioğlu’nun “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat”ını açıp “Nikâh” maddesini bulup okudum. Şimdi sadece hukuk bağlamına girenlerini birlikte okuyalım:
ÇEŞİTLEMELER
Nikâh: Nikâh, yasal evlenme töreni. [Asıl anlamı: Vaty. (bkz: vaty)]
Nikâh-ı bâtıl: Aranan koşullardan birinin ya da birkaçının bulunmamasından dolayı geçerli olmayan nikâh. Nikâh-bi-l-kitâbe: Tanıkların içeriğini işitmeleri ya da bilgi sahibi olmaları koşuluyla, törende hazır bulunmayanın hakkında mektupla yapılan nikâh. Nikâh-ı fâsid: Gerekli koşullara sahip olmayan nikâh. [Tanıksız ya da tek tanıkla ya da hürmet (haramlık) sebeplerinden birinin olmasına karşın yapılan nikâhlar]. Nikâh-ı fuzulî: Asıl ya da veli ya da vekil olmayan kimsenin başkası adına akdettiği nikâh. Nikâh-ı gayr-i lâzım: Sahih (geçerli) olmakla birlikte feshi (bozulması) mümkün olan nikâh. Nikâh-ı hezl: Hakiki ya da mecazi mana kast olunmayarak latife suretiyle yapılan nikâhtır ki gerçekten yapılan nikâh gibi sahihtir. Nikâh-ı lâzım: Feshi kabil olmayan nikâh. Nikâh-ı mevkuf: Başkasının icazetine (iznine) bağlı olan nikâh. Nikâh-ı muallak: Şarta bağlı nikâh. Nikâh-ı muvakkat: Süre belirtilerek yapılan nikâh olup caiz değildir. Nikâh-ı müt’a: Müt’a veya temettü gibi intifa manasına olan bir lâfız ile icra edilen nikâh. [Bu nikâh batıldır]. Nikâh-ı nâfiz: Gerekli bütün koşullara sahip olup izin gerektirmeyen nikâh. Nikâh-ı rakik: Köle ve cariyenin nikâhı. [Geçerli olması köle ya da cariye sahibinin iznine bağlıdır]. Nikâh-ı sahîh: Gerekli bütün koşullara sahip olan nikâh. Nikâh-ı tenezzühî: Sahibin cariyesini kendisine nikâh etmesi.
HER GÜN HATIRLAYIN
Şimdi sıra “nikâh” sözcüğünün asıl anlamı olan “Vaty”e geldi.
Vaty: Ayak altında çiğneme, basma; çiftleşme, cimağ = insanların çiftleşmesi.
Demek ki “Nikâh ne zaman?” diye sorduğumda “Çiftleşme ne zaman?” diye soruyormuşum. Tunuslu şair arkadaşım tabelayı “Çiftleşme Dairesi” diye okuyormuş.
Cumhuriyet öncesindeki (dinî) nikâhın gülünç sayısına bakın. “Şarta bağlı” satış olur da “Şarta bağlı nikâh” nasıl oluyor? Demek ki Osmanlı zamanında, halkın kutsal değerleri olarak, böyle ilginç evlenmeler varmış! Ey Türk kadınları, tek geçerli evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağını buyuran 17 Şubat 1926 tarihli Cumhuriyet yasası sizi özgürleştirmişti. Onurunuzu kurtaran bu yasayı her gün hatırlayın!
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2011
TÜMSEKLERİ düzelten, çukurları dolduran greyder meşrepli âdemler ve yazıcılar (erkek ve dişi olarak) vardır: “Ah şu kökten dinciler ve kökten laikçiler olmasa demokrasi rayına oturacak!” derler. Bunlara göre, demokrasiyi engelleyen kökten dinciler ve kökten laikçilerdir yoksa “vasat” kendi arasında kuzu sarması gibi geçinip gidecektir. Sevmediklerim yarışmasında bu “tip” açık ara birinci olur.
Muhteremlerin bilmediği ya da bilmezden geldiği iki temel gerçek vardır:
1. Kökten dinci falan olur da kökten ve saptan laik olmaz. Mevcut anayasaya ve yapılacak sivil(!) anayasaya göre laikler meşrudur. Kökten dinciler de anayasal laik düzene saygılı oldukları sürece gayrimeşru (illegal) değildir. Ama var olan tatsızlık kökten dincilerin gizli (illegal) niyetlerini artık uygulamaya koymalarından kaynaklanıyor.
2. Demokratik ve laik cumhuriyet düzeninde, Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın kökten dincileri ile cumhuriyetin laikleri yan yana ve iç içe yaşayabilirler. Ama her şey Hayrettin Karaman’ın kökten dincilerine bağlıdır. Laik düzeni kabul etmelerine yani. Kabul etmezlerse illegal olurlar. Oysa laiklerin hatta laikçilerin illegal olmaları olanaksızdır. Laikler ve laikçiler ancak teokratik devlette illegal olurlar. Zaten onların böyle bir devlet düzeninde yaşama hakları yoktur. Türlü çeşitli biçimde telef ve yok olurlar.
KİRALIK LİBERAL AYDINCILAR
İslam’ın, din olarak kimseyi zorlamadığı aslında tartışmalıdır. Kuran’da da zorlama vardır ama biz şimdi onu tartışmayalım. İslam’ın, devlet olarak, gazâ amaçlı fetihlerine bakalım: Suriye, İran, Horasan, Türkmenistan nasıl İslamlaştırıldı? Mısır ve Mağrep (Kuzey Afrika), İberik yarımadası hangi amaçla fethedildi? Endülüs Emevileri İspanya’ya 700 yıl nasıl egemen oldu? Ya Anadolu ve Balkanlar? Hurma ve adalet dağıtarak mı?
Kendi ceplerinden değil de başkalarının cebinden harcamayı şiar edinenler, bu gerçeği hiçbir zaman anlamamışladır. Çok bilmişcesine “Ah şu kökten laikçiler!” derler. Onlara göre, cumhuriyetin laik düzen kurma çabaları, dindarlara karşı yürütülen bir zulüm politikasıdır.
Sevmem bu adamları! Hep başkalarının cebinden harcayarak düzene hakem dururlar ve kendi çıkarlarına şike yaparlar. Kökten dincilerin doğal müttefikleridir bunlar. “Bunlar” dediğim, emperyal kapitalizmin kiralık askerleri liberal aydıncılar.
‘SOL’DAN FİRAR EDENLER
“Catch” denen pankreas güreşini yani Amerikan güreşini mutlaka televizyonda görmüşsünüzdür. Gerçek bir güreş değildir bu. Gergedan gibi iki adam ringe çıkarlar, birbirlerini (güya) öldüresiye döverler: Birbirlerini ringin dışına atarlar, kulağını ısırırlar, ayak ya da kollarını kırarcasına bükerler; karın boşluklarını tekmelerler. Tam işi bitti dersin, bu kez yerdeki adam bir bel hareketiyle havaya fırlar, az önce kendini öldüresiye pataklayan ayıyı bu kez kendisi dövmeye başlar. Attıkları yumruklar, tekmeler kaş-göz patlatmaz, burunlar kanamaz, dişler dökülmez.
Bizim basının el cebinden harcayan kiralık askerleri tıpkı bu pankreas güreşçilerine benzerler. Birbirleriyle tartışır gibi yaparlar, herkese akıl verirler ama gerçek hedeflerinde kökten laikçiler(!) vardır. Aslında kökten İslamcı, kökken laikçi eleştirisi de düzmecedir. Onların hedefleri laik cumhuriyettir. Bunlar, askeri darbelerin kırıma uğrattığı “sol”dan firar etmiş, artık parayı verene hizmet eden başıbozuklardır. Bunlara “paralı asker” diyorlar ama yanlış, doğrusu “kiralık asker” ya da “ücretli asker”dir.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2011
YENİ Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman dikkatle izlediğim bir İslamcı yazardır. Takiyeye asla başvurmaz, harbi ve dobradır. 07.08 2011 tarihinde “Tahammül mü hoşgörmek mi?” başlıklı bir yazı yayımladı, yer yerinden oynadı. Oysa hep bu türden yazılar yazar. Bizim tek kafalı yazıcıların yeni haberi oldu. Örneğin 17, 18, 20, 24 ve 25 şubat günlerinde “İslamcılık” çevriminde yazılar yayınladı: “Türkiye örneği siyasi İslam ve İslamcılık”, “İslamcılar değişti, İslamcılık bitti mi?”, “İslamcılar ve siyaset”, “İslamcıların hedefi”, “İslamcılar ve Demokrasi”.
Dünya Müslümanlarının bir türlü içinden çıkamadığı sorular ve sorunlar. Benim de üzerine yazılar yazdığım, zaman zaman Prof. Karaman’la tartıştığımız önemli konular. Okuyacağınız bu yazıyı mart ayında yazmıştım. Yazı programı değişti, kısmet bugüne imiş.
ÇOĞUNLUK DEĞİL, ÇOKLUK
Yukarıda adını verdiğim bu beş yazıdan üç cümle seçeceğim bugün:
H. Karaman: - “Türkiye’de laik demokratik cumhuriyete geçiş Müslüman halkın hür iradesiyle olmadı. Dayatma ile oldu, radikal bir laiklik uygulanıyordu, dünya ve ülke şartları elverince halk, bu sistemi getiren ve devam ettiren partiyi iktidardan uzaklaştırdı ve gerek ferdin ve gerekse toplumun hayatında mevcut ülke ve dünya şartlarında olabilecek kadar dine yer verdi, veren kadroları iktidara getirdi. Türkiye’de bu süreç bitmiş değildir ve halkın çoğunluğu daha fazla din hürriyeti istemektedir.” (17.02.2011)
Ö. İnce: - Laik demokratik cumhuriyete geçiş için halkoylaması yapılmadı ama buna TBMM’de milletvekilleri karar verdi. H. Karaman, “İş Müslüman halka kalsaydı laik demokratik cumhuriyeti tercih etmezdi” demeye getiriyor. Ben de “O zaman hali öteki Müslüman milletlerden bin beter olurdu” diyorum. H. Karaman’a göre halkın çoğunluğu daha fazla din hürriyeti istemekteymiş. Laik toplumda dinsel çoğunluk olamaz, çokluk olur!
TEŞEKKÜR ETMELİYİZ
H. Karaman: - “İslamcılık, öteki dinler ve ideolojilere karşı İslam’ı koyma, savunma, yaşama, koruma ve yayma davasıdır” (20.01.2011) diyor.
Ö. İnce: - Demek ki laik ve demokratik bir toplumda İslamcılığın barış içinde birlikte yaşaması, başka dinlere eşit özgürlük tanıması mümkün değildir. İslamcılık totaliterdir, mutlakiyetçidir, demokrasi ile bağdaşamaz!
H. Karaman: - “Şüphe yok ki liberal demokrasilerdekine nisbetle (hak ve hürriyetler) daha sınırlı olacak, İslam nüfusunun büyük bir çoğunluğu veya hâkimiyetini temsil ettiği bir devlette umumi ahlak anlayışı farklı olacağı ve bunun da kamu düzeni ile ilgili bulunduğu göz önüne alınırsa -en azından- İslam ahlakına aykırı davranışların kamuya açık alanlarda icrasına kısıtlama gelecektir.”
Ö. İnce: - Hayrettin Karaman İslami demokrasilerde hak ve hürriyetlerin, çağdaş demokrasilerle uzlaşması olanaksız sınırlarını çiziyor. Oysa, demokratik ve çoğulcu bir toplumda her din kendi yoğunluk ve çoğunluğunu unutmak zorundadır. Dini hep birlikte (kolektif) yaşama zihniyeti dinlerin ortaçağlarına özgü bir tutkudur. Dinler bireyselleşmeden, kendileri ve dindarlar demokratikleşemezler ve demokrasiyi anlayamazlar. Dolayısıyla, İslam kamusal alandan camiye çekilmeden, Müslümanların çokluk olduğu bir ülke demokratikleşemez, özgürleşemez. Bu gerçek ve doğruları itiraf ettiği için Hayrettin Karaman’a teşekkür etmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2011
SON yirmi yılın en çok kullanılan ve özellikle “irtica” ve “bölünme” sözcükleriyle birlikte kullanıldığı zaman çarpıcı bir anlam kazanıp muhatabını ezip geçen “paranoya” sözcüğü artık kullanılmaz oldu. Ne oldu, irtica ve bölünme paranoyasına tutulanların nesli mi tükendi?
Hayır, paranoya sözcüğünü maymuncuk gibi kullanan kalemler de, paranoya olarak tanımladıkları iki tehlikenin geldiğini gördüler. Bu nedenle artık kullanamıyorlar.
İrtica, Suudi Arabistan’a gelemez çünkü anadan doğma irtica tarafından yönetilmektedir. İrtica denen şey, her zaman, İran molla devrimi gibi olmaz. Türkiye’deki gibi yavaş yavaş, aheste aheste gelir.
İKİYÜZLÜ SONUÇLAR
Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in başkanlığında, Bahçeşehir Üniversitesi tarafından yapılan “Dünya Değerler Araştırması”nın sonuçları irticanın kiracı olmaktan çıkıp ev sahibine dönüştüğünün acı bir kanıtı: Cumhuriyet vatandaşları şortlu komşu kızı (% 26) , eşcinsel (% 84) ve tanrıtanımaz (% 64) komşu istemiyormuş. Cumhuriyet vatandaşlarının % 81’i kendini dindar olarak tanımlıyormuş. Kendi ifadelerine göre, nüfusun % 87’si oruç tutuyormuş, % 70’i namaz kılıyormuş, % 97’si cehenneme inanıyormuş. Ramazanda lokantalar iftara kadar kapatılsın diyenlerin sayısı 2007’de % 39 iken, 2011’de % 44’e çıkmış.
İkiyüzlü sonuçlar: Aslında nüfusun % 87’si oruç tutmuyor, % 70’i namaz kılmıyor, ama öyle görünmek zorunda hissediyor. Ramazanda lokantalar neden kapansın, size ne? Oruç tutmak insan hakkı ise, tutmamak insan hakkı değil mi? Bir kadın oruç tutmadığı için linç edilme tehlikesi yaşıyorsa, irtica gelmemiş midir?!
BÖLÜNME FİİLEN OLDU
İrtica konusunda paranoya sözcüğünü kullananlar kalmış olabilir ama bölünme konusunda artık kimse kullanamaz. Çünkü bölünme fiilen gerçekleşti.
2000’li yılların başından itibaren Kürtlere özgürlük ve tam demokrasi isteyenlerin slogan ve taleplerini inatla eleştiriyordum. Eleştirdiğim slogan ve taleplerin başında “Anadilde eğitim hakkı” geliyordu. Bu hak talebinin, sırasıyla, özerklik, federasyon ve bağımsızlık (ayrı devlet) evre ve aşamalarının habercisi olduğunu yazıyordum. Karşı taraf, “Vallah böyle bir niyetimiz yok!” diye şirinlik yapıyordu.
Ben de “Özerklik, federasyon ve ayrı devlet istemiyorsan, anadilde eğitim-öğretim hakkını ne yapacaksın?” diye soruyordum. Ben bunları yazıp söylerken, beni paranoyak olmakla suçlayanlar, şimdi özerkliğe yol açan bir demokrasinin kabul edilemeyeceğini söylüyorlar.
Aslında ben, kendini bir başka “millet” olarak tanımlayan bir topluluğun özerklik, federasyon ya da bağımsızlık taleplerine karşı çıkmam. Ancak bunun evrensel ve uluslararası yolu yöntemi vardır. O sıralar benim bir tek derdim vardı: Özerklik, federasyon ya da bağımsızlık istemeyenlerin, “anadilde eğitim-öğretim hakkı” sloganı yerine “anadilin özgürce öğrenilmesi hakkı” dövizini kullanmalarının zorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyordum.
Ama artık Türkiye bölünmüştür, üniter devlet gerçekliğini ve geçerliliğini yitirmek üzeredir.
BİRLİK DİKİŞ TUTMAZ
Bir kez daha yazıyorum: Ben ayrılmak isteyenin bu isteğine karşı değilim. Çünkü bu duygudan sonra birlik elbisesi dar gelir, artık dikiş tutmaz. Anadilde eğitim hakkı ile özerklik statüsü, bağımsızlık yolunun ilk aşamasıdır. Bölünmezlikten, üniter devletten söz edilmesin!
Özerklik ile anadili özgürce öğrenmek hakkı birlikte olabilir. Özerklik ile birlikte istenen anadilde öğrenim hakkı bağımsızlığa giden yolun ilk durağıdır. İkinci durak federasyondur. Aradaki farkı bilmeden ezbere konuşmamak gerekir.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2011
BU yazıyı ortalık bilgi kirlenme ve fesadına uğramadan cumartesi günü yazıyorum, çarşamba günü değişmeden yayınlanacak. Yazının konusu, Genelkurmay Başkanı ile üç kuvvet komutanının istifası. Kimileri “emeklilik” sözcüğünü kullanmak çabası içinde ama dört orgeneral emeklilik istemiş olsalar da istifa etmişlerdir. Kimileri de bu istifaların bir kriz olarak tanımlanamayacağını ileri sürüyorlar, ama bu durum kriz değilse ne?
Olayın kriz niteliği Genelkurmay Başkanı Org. Koşaner’in TSK’ya veda mesajında:
“173’ü muvazzaf 250 general/amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş hürriyetlerinden yoksun bulunuyor. Tutuklanmaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun yapıldığını kabul etmek mümkün değil. Haklarında henüz hiçbir kesin yargı kararı bulunmamasına rağmen, tutuklu 14 general/amiral ile 58 albay, YAŞ’ta değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmışlardır. Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK’nın sürekli gündemde tutularak, kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamakta.
Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkânlarımı ortadan kaldırmıştır. Şartlar ne olursa olsun, TSK’nın kahraman mensuplarının, kutsal görevlerinde başarıya ulaşacaklarına olan inancımı bir kez daha güvenle ifade ederken, TSK’nın tüm mensuplarına sağlık ve esenlik dilerim.”
Genelkurmay Başkanlığı’na şu ya da bu şekilde bir atama yapılabilir, daha sonra kuvvet komutanlıklarına da yeni komutanlar getirilebilir. Ama Genelkurmay Başkanı Org. Koşaner’in veda mesajı göz ardı edilemez. Değiştirilemez! Org. Koşaner, hükümeti, TBMM’yi, yargıyı ve polisi itham ediyor. Bu istifa mesajı, aynı zamanda, TSK’nın davalar ve tutuklamalar konusundaki duygu ve düşüncelerini de dile getirmektedir.
Makamın sorumluluklarının baskısı altında bulunan Org. Koşaner ve üç kuvvet komutanı YAŞ toplantılarına katılıp 14 general ile amiralin ve 58 albayın, hiçbir hukuki dayanağı olmadan “hal” edilmeleri yönünde nasıl oy kullanacaklardı? Peki, istifa edenlerin yerine atanacak olanlar, hükümetin isteği doğrultusunda hareket edecekler mi?
Kriz işte burada! Yeni genelkurmay başkanı ile yeni kuvvet komutanları hükümetin isteklerine boyun eğmezlerse, benzeri görülmemiş bir kriz çıkar. Hükümete boyun eğip 14 general ve amiral ile 58 albayın tasfiyesine göz yumarlarsa, TSK’ya nasıl komutanlık edecekler? Böyle bir durumda genelkurmay ile TSK arasında hangi uyumdan söz edilebilir? TSK, personelinin hak ve hukukunu koruyamayan bir genelkurmaya nasıl itaat eder, nasıl görev yapabilir? TSK içeriden parçalanmaz mı?
TSK’ya karşı girişilen operasyonların ileri demokrasi ile sivilleşme ile ilişkisini kurmamız olanaksız görünüyor. Darbe suçlamasıyla hapse atılan komutanlar, sayıları ve görevleri dikkate alınacak olursa, o (hayali ya da gerçek) darbeyi her şey karşın mutlaka yaparlardı ama adalete güvenip kuzu kuzu teslim oldular. Bu da krizin bir başka yönüdür ki yargının iddialarını zayıflatmaktadır. İzin verilmediği için, ÖSYM Başkanı’nı, belediye başkanlarını yargılayamayan adaletin, 173 muvazzaf 250 askeri hapiste tutmasının gerekçelerini TSK’ya anlatmak mümkün olacak mı? Yeni genelkurmayın işi çok zor!
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2011
İSLAM sosyalizmi olur mu? Sosyalizmin İslamisi olur mu? Oluyormuş ki kitabı yazılmış, dilimize tercüme edilmiş: “İslam Sosyalizmi”. Yazan: Prof. Dr. Mustafa Sibaî. Çeviren: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk. Yayınevi: Yeni Boyut. Bir süre önce (29.06.11) “Kuran’daki Solcu Ayetler” adlı bir yazı yazmıştım. Kimileri, İslam’ı sosyalizme referans yaptığımı sandılar. O yazım, İslam’daki solcu ayetleri görmeyen, görmek istemeyen ve gizleyen sözde Müslümanları muhatap almaktaydı. Laik sosyalistlere rehberlik etmek gibi bir amacı yoktu.
Bir insan, yer ile göğün, din ile devletin birbirinden ayrıldığı bir laik düzende ve bu laik düzeni kabul ederek, İslam’da sosyalizmi bulursa, kim ne diyebilir ona?
DEMEMELİ, DİYEMEZ
İnsanın insanı sömürmesine göz yummak, eşitsizliği ve adaletsizliği savunmak bir zulüm ise biri bu zulme karşı çıkmak için saf (bozulmamış) dini referans alabilir. Bir başkası karşı çıkışını insan haklarına, dünyevi vicdana dayandırabilir. İkisinin arasında büyük bir fark yoktur. Çünkü bu iki insan da bu yeryüzü zulmüne son vermeyi amaçlamaktadır. Biri ötekine “Zulmü ortadan kaldırmak için İslam’ı referans al” dememeli, diyemez. Öteki de ona “Zulmü ortadan kaldırmak için İslam’ı referans almaktan vazgeç” dememeli, diyemez.
“Zulme son vermek!” ideali ilkin kafada, ruhta ve vicdanda karşılığını bulmalıdır. Sömürü, ayete göre günah ise gerçek Müslüman’ın muhatabı ayeti statükoya göre saptıran sözde Müslüman’dır. Laik sosyalistin muhatabı ise kapitalist altyapının bekçileridir.
Böyle bir durumda, biri, yeryüzünde eşitliği, kardeşliği, özgürlüğü ve demokrasiyi kurma uğraşı verirken beş vakit namazını kılar. Öteki de aynı şeyi yaparken akşamları rakısını içebilir. Kime ne?!
MESAFE KAPAN(A)MAZ
Gazeteler yazdı: CHP Genel Başkanı, CHP yöneticilerine ve milletvekillerine ramazan ayında imamlara ve hocalara nezaket ziyaretinde bulunmalarını buyurmuş. Kılıçdaroğlu, bu ziyaretlerin, partisine karşı olan olumsuz duygu ve düşünceleri değiştireceğini sanıyor. Yanlış!
Çünkü imamlar ve hocalar, Sünni İslam statükosunun bekçileridir, Kuran’daki sol düşünce ve vicdanı reddeden kişilerdir. Bu dini bürokrasi gerçek Kuran’ın neferi olmadan, yani Sünni bürokrasiye karşı çıkacak düzeye (zihinsel ve ruhsal) gelmeden Cami ile CHP arasındaki mesafe kapan(a)maz.
Camilerde imamlar, kurslarda hocalar, sıradan Müslümanlara, Mâûn Suresi’nin gerçek anlamını anlatmadan, Kuran’daki solcu ayetlerin gerçek anlamını yedire yedire açıklamadan CHP ile cahil dindar arasındaki mesafe kapan(a)maz. Ben yıllardır, boşu boşuna, “İmam hatiplerde aslına yönelik reform yapılmalıdır”
demiyorum.
KURAN’DAKİ SOLU BULUN
CHP yönetiminde kaç kişi bu ülkedeki ve dünyadaki “sol ilahiyat” çalışmalarını biliyor? “İslam’ın sol aşısı tutar mı? Ben bunun dışarıdan bir aşı olamayacağı, içerideki uyuyan unsurların bir uyarıcıyla harekete geçirileceği, onun için tutacağı görüşündeyim. Eğer İslam’ın içerisinde böyle bir şey olmasaydı senin dışarıdan yapacağın aşı da tutmazdı.” (R. İhsan Eliaçık, “Kur’an’a Giriş” İnşa Yayınları, s. 238) diyen ilahiyatçı mutlaka keşfedilmelidir. Hem CHP, hem de Cami tarafından! Vicdanlı Müslümanların Kapital’deki sola inanmalarına gerek yok, onlar Kuran’dakini bulsunlar, o yeter!
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2011
ABU’L Ala Al-Ma’arri (Ebûlal El Maarri)’nin “Luzûmiyyât” adlı kitabından bir şiiri ben fakirin çalakalem tercümesiyle birlikte okuyalım: Çok sürdü bu âlemde konukluk, / Tam zamanı artık mutlak bir kucaklaşmada / Bedenimin çölü bu beldeye egemen olmalı. //
Midemi bulandırdı bu dünyada yaşamak. / Öyle bir milletle birlikteyim ki / Kötü yönetmekte hükümdarları. / Bit gibi ezmekteler zavallı kullarını, / Aldatmaktalar saf insancıkları / Saygı duymaksızın hak ve çıkarlarına. //
Ama gel gör ki koyun benzeri bu insanlar / Kulluk etmekte zalim hükümdarlara.
ZALİME BOYUN EĞMEYECEKSİN
973 yılında Halep dolaylarında doğup 1057 yılında ölen filozof şaire, Magrip’ten Maşrık’a Arap dünyası sadece “Abu l Ala” derler. 84 yaşında ölen şairi böylesine içselleştirmişlerdir. Et ve tırnak gibidirler. Yazı konum, Abu’l Ala değil. Merak edenler internette araştırsın. Ancak Türkçe yayınlanmış küçücük bir kitap var: Peygamberliğe Reddiye, Bilim ve Ütopya Kitaplığı tarafından yayınlandı. Ancak kısa bir saptama yapacağım: Filozof şair yaşadığı sürece İslam’ın dogmalarını eleştirmekten geri kalmamıştır. Yukarıdaki şiirden de anlaşılacağı üzere, zalim hükümdarlara boyun eğen halkı da hor görmektedir. Halkın (tabanın) hükümdarın kulu sayıldığı bir dönemde 21. yüzyıla yakışan bir tepkili davranış. Abu’l Ala şiirinde hükümdardan çok halkı eleştirmektedir: Zalime boyun eğmeyeceksin!
HALKIN DEĞERLERİ SABİT
Halk olmadan hiçbir şey olmaz. Şairler bunu bilir ve halka çok değer verirler ama onun değerlerini sorgularlar ve değiştirmek isterler. Çünkü halkın değerleri denen şeyler aslında çoğu kez rasyonel değildir, mantık dışıdır, hurafedir, safsatadır. Zaten değerler zamana ve mekâna bağımlı olarak değişiyorsa, o değerlerin artık dogmalaştığı söylenebilir. Sözde liberal demokratlar “Değişmeyen tek şey değişimdir” derler ama sıra halkın cahilce saplantılarına gelince geçit vermezler.
AKP iktidarında halkın değiştiğini ileri sürüyorlar ama halkın değer referanslarının tamamı sabit, yerinde duruyor. Bu nasıl iş?
Töre cinayetleri halkın değerleri olarak devam ediyor. Halkın değişmez değerlerinin bekçisi bir hoca, şike konusunda kendine başvuran bir futbolcuya olumlu fetva veriyor, para için şike yapabileceğini söylüyor. Zaman gazetesinin (17.01.11) hocasına, bankadan emekli bir kadınla evlenmek isteyen bir dul erkek soruyor: Bankadan emekli bir hanımla evlenmek caiz midir, emekli maaşında haramlık söz konusu mudur? El cevap:
“Kadının kazancı içinde haram varsa, erkeğe helal kısmı düşer!”
BAŞ TACI MI EDECEĞİZ?
Rasyonel akıl ve vicdan ile uyuşmayan “halkın değerleri”ne ne diyeceğiz? Onları körü körüne baş tacı mı edeceğiz?
“Halk her zaman haklıdır diyen demagoglar çoğu zaman bu ilkeyi demokratik kurumları çökertmek için kullanır.” (Max Horkheimer) Aslında onlar halkı değil, halkın kendilerini iktidara getiren oylarını severler. Şairler halkı severler ama onun cahil oyunu sevmezler!
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2011
BÜYÜK ressam, rahmetli Orhan Peker, “Akademi bozar” derdi. Yani Güzel Sanatlar Akademisi. Fransa’daki karşılığı ile “Ecole des Beaux Arts” (Güzel Sanatlar Okulu). “Bô:zar”ı “Bozar” diye söyleyerek dalgasını geçerdi. Yıl 1969-70 falan. Ben de “Televizyon da bozar!” diye eklerdim. O yıllarda, yapımcı sıfatıyla çalışan yaşları 24-25 dolaylarında kızlar, telefon ettikleri bakanlar ve müsteşarlarla kolayca konuşabildikleri için, kerametin kendilerinde olduğunu sanırlardı. Televizyonun gücünün kendilerine ait olduğu yanılsamasına kapılırlardı. Yaşları 30’dan genç erkek yapımcılara, kendilerinin değil, TRT’nin özerk olduğunu bir türlü anlatamazdık. Onlara göre, TRT özerk ise kendileri de özerkti. O günleri Uğur Dündar ile Melih Aşık çok iyi anımsar.
TEPEDEN TIRNAĞA YANLIŞ
TRT’ye sınavla giren ve özel kurs görüp sınavdan geçerek çalışma hakkı kazanan yapımcılar ve yönetmenler yayın ilkelerini, etiğini zamanla çok iyi öğrenmişlerdi. TRT televizyonundan ayrıldıktan sonra, bunların hiçbirine özel televizyonlarda yer ve şans verilmedi. En işe yaramazlar özel televizyonlarda söz sahibi oldu. Gene, 12 Mart, Milli Cephe Hükümetleri, 12 Eylül ve sonrasında TRT’ye yandaşlar ve militanlar dolduruldu.
“Televizyon” bozar. Elbette “bô:zar” değildir. Yozlaşarak, yozlaştırarak bireyi ve toplumu bozar ve bozulur. Oysa kurulurken amaç olumlu anlamda kamuoyu oluşturmak, bir sigara kâğıdı kalınlığında bile olsa popüler kültürün üzerinde yayıncılık yapmaktı. Özel televizyonların kurulmasıyla her şey tersine döndü. Türk televizyonları, dünyada benzeri görülmedik şekilde, sermaye ve hükümetin denetimi altına girdiler. “Zevk” ve “zekâ” sayfalarında yozlaştıkça yozlaştılar ve yozlaşma hızla sürmekte.
Ama bundan da beteri var: Geçen hafta, bir haber kanalında müthiş bir yayıncılık skandalı oldu. Üç politikacı ile üç gazeteci bir araya getirilmişler, televizyonun bir kadrolu elemanı yönetiminde “Ne olacak bu TBMM’nin hali”ni tartışıyorlardı. Gazeteciler, hükümeti militanca seven, lejyoner gibi savunan “engaje” türdendi. Tepeden tırnağa yanlış bir programdı: Televizyonu yönetenler, gazeteciler ve politikacılar “televizyon” nedir bilmiyorlardı. Bu yüzden kavga çıktı ve skandal oldu.
GAZETECİ SORU SORAR
Bir gazete yazarı, sütununda (yönetimin çizdiği sınırlar içinde) dilediğini dilediği gibi eleştirebilir. Meclis’te yemin etmeyen CHP’yi yerden yere vurabilir. Sadece gazetecilerin katıldığı bir televizyon açıkoturum programında, meslektaşlarına karşı, bu görüşlerini savunabilir. Ama bir politikacı ile karşı karşıya geldiği zaman sadece kendi mesleğini yapar ve büyük bir özgürlük içinde dilediği soruyu sorar. Ama iktidar karşısında pısıp muhalefete horozlaşmaz. Politikacıyı suçlamaz, itham etmez; tarafsız ve yansız görünmek zorundadır. Çünkü politikacının karşısına tartışmak için değil, soru sormak için çıkarılmıştır.
Sözünü ettiğim programda, program yöneticisi de, katılanlar da bu ilkeyi bilmiyorlardı.
Günümüzde, özellikle haber televizyonlarında, yapımcılığın ve yayıncılığın temel ilkeleri ne yazık ki bilinmiyor. Bir televizyon canlı yayınında, aşırı yorum yapıp hüküm veren, bir politikacıyla tartışma ve atışmaya giren bir gazeteci, evrensel koşullarda, gazetesinde barındırılmaz. Özel amaçla gönderilmemişse eğer! Söz konusu programı yöneten televizyon çalışanı da görevinde kalamaz.
Aynı durum siyasetçi için de söz konusu: Bir gazeteci size televizyonda ancak soru sorabilir! Siz de soruyu yanıtlarsınız. Bu ilkeyi unutmayın, gazetecilerle karma programlara çıkmayın!
Yazının Devamını Oku