Özdemir İnce

Şairler ne diyor?

12 Şubat 2012
LE Nouvel Ob-servateur’ün 17-23 Kasım 2011 sayısında bir yazı okudum. Yazının adı “Peki Şairler Ne Diyor?” (“Mais que disent les poètes?”) Charles de Gaulle’ün Kültür Bakanı, romancı André Malraux’yla ilgili: André Malraux büyük sorunlar yaşayan bir ülkeye resmi ziyaret yapacaktır. Bakanlığının yetkilileri bu ülke hakkında çalışma dosyaları hazırlamışlar: Ekonomi, enerji kaynakları, gayri safi milli hasıla, istatistikler, borçlar ve alacaklar, ödemeler dengesi... Kuş sütü dosyası bile eksik değildir... Ama hiçbir genç uzman ziyaret edilecek sorunlu ülkenin şairlerinin düşüncelerini merak edip özel bir dosya hazırlamamıştır. Ama Malraux, “Peki şairler ne diyor?” diye sorar. Bir ülke karanlıklara gömüldüğü, “önemli şahsiyetler” saçmaladığı sırada, tek çıkar yol gözümüzü şairlere, yaratıcılara, çevirmektir. Çünkü onlar görünmeyeni görürler, dile gelmezi dile getirirler.
KEHANETİ DÜŞÜNDÜM
André Malraux şairlerin, sanatçıların rolünü abartıyor mu acaba? Kesinlikle abartmıyor: Dante “İlahi Komedya”yı neden yazdı acaba? Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın hikmeti nedir? Ayıplamazsanız kendimden bir örnek vereceğim: 1967 yılının temmuz-ağustos aylarında, Arap-İsrail 6 gün savaşı (Haziran 1967) hakkında “Savaş ve Barış” adlı uzun bir şiir yazmıştım. Bu şiir “Kiraz Zamanı” adlı kitabımda yayınlanmıştı. Şiir aslında 6 Gün Savaşı’nı değil, Ortadoğu tarihinin geleceğini, bugününü, yarınını anlatıyor(du). 2011’in ocak ayında Lübnan’ı, kasım ayında İsrail’i dolaşırken bu şiirin yaptığı kehaneti düşündüm, nasıl oluyor bu iş? Nasıl olduğunu André Malraux biliyordu. Onun haklı olduğunu günümüzün siyasetçileri, siyaset bilimcileri, ekonomistleri, cafcaflı uzmanları, gerçekler ve sorunlar karşısında uğradıkları bozgunlarla, her gün doğrulamakta ve kanıtlamakta.
NE CEVAP VERECEK
Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı da aynı durumda. Öyle olmasaydı Paul Auster’a “Sen kim oluyorsun be adam!” diye çıkışır mıydı?
Paul Auster, Can Yayınları’nda çalıştığım dönemde (1989-1996) Türkiye’ye seve seve gelebileceğini yazmıştı. İsrail’e gideceğini (geleceğini) dönüşte bize uğrayabileceğini söylüyordu. Bir terslik oldu, ne İsrail’e gitti, ne de Türkiye’ye geldi. 2012 yılında antidemokratik yasaların egemen olduğu Türkiye’de gazeteciler ve yazarlar hapiste olduğu için gelmek istemediğini söylüyor. Üstelik Türkiye’ye herhangi bir dış müdahalenin yapılmasını tavsiye etmiyor. Sadece, “Ben bu koşullarda Türkiye’ye gelemem!” diyor. Başbakan Paul Auster’a, “Sen, Gazze’ye bak!” diyor. Gazze ile Türkiye demokrasisinin ilişkisi ne? İsrail Başbakanı, “Sen Gazze’yi bırak, kendi ülkene bak!” derse, ne cevap verecek bizimki?
SONU ARAPLAŞMAK OLUR!
Başbakan sık sık, demokrasi ve insan haklarına göndermeler yapıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında, milli eğitimle ilgili yasalarda, hükümetin “dindar gençlik” yetiştirmek gibi bir görevi mi var? “Fikri hür, vicdanı hür vatandaşlar yetiştirmek” çağdaş bir devletin görevi olabilir (ki olmalıdır). Cumhuriyet’in laik birey yetiştirme programı ile iktidardaki bir partinin dindar gençlik yetiştirme tasarısı aynı şey değildir. Anayasa’ya göre: Birincisi meşru, ikincisi gayrimeşrudur. Fikri ve vicdanı ipotekli nesiller yetiştirmek ancak selefi toplum mühendisliğinin amacı olabilir. Sonu Araplaşmak olur!
Başbakan, Paul Auster ile ilgili olarak da “Hapiste yatan gazeteciler ve yazarlar yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyormuş. Ah biz sana çok muhtaçtık, niye gelmedin? Aman gel. Gelsen ne olur, gelmesen ne olur yahu? Türkiye itibar mı kaybeder?” demiş.
Fikri ve vicdanı ipotekli bir ülke, hapse tıktığı gazeteci ve yazarlar için elbette utanç duymaz. Demokrasinin bulunmadığı bir yerde, fikir ve vicdanın da hiçbir itibarı olamaz.
Dindarlığın, evrensel demokrasi, evrensel düşünce ve evrensel vicdan ile herhangi bir ilişkisi yoktur. Dindarlık, etik ve ahlak bağlamında, bir erdem (fazilet) değildir!
Yazının Devamını Oku

Arap dünyasını anlamak için

5 Şubat 2012
YERLİ ve yabancı medyayı (gülümseyerek) okuyup dinliyorum: Mısır seçimlerinde 235 sandalye kazanan Müslüman Kardeşler’in Özgürlük ve Adalet Partisi ne yapacakmış? 124 milletvekilli Selefî Al-Nur partisinin yöneticileri Şeriat’ın yavaş yavaş geleceğini söylüyormuş. Liberal ve laik partiler koalisyonu olan Mısır Bloku 33 milletvekili çıkarmış. Arap dünyasını iyi tanıyanlar bunun böyle olacağını yazmışlardı zaten. Arap Baharı’na ilişkin yazılarımı hatırlayın: “Toplumsal yapı değişmeden Arap dünyasında ancak iktidar değişir, demokrasi asla gelmez. Toplumsal yapı İslamcılardan başkasını iktidara getirmez!” diye yazıyordum. Kazı koz anlayanlar, seçimlere karşı olduğumu sanıyorlardı. Oysa ben “Seçimlerden sonra iktidara İslamcılar gelince sakın şaşırmayın!” diyordum.
İSLAM’IN TEOKRATİK YORUMU
Yukarıdaki paragrafın gerekçelerini açıklamayı planlarken, Adonis’in büyük kızı Arwad Esber’in gönderdiği metin (l’Humanité, 17.01.12) işimi iyice kolaylaştırdı. Adonis 14 Ocak günü, Paris’te, Arap dünyası üzerine bir konuşma yapmış. Derdimi anlatmak için, bu konuşmadan alıntılar yapacağım. Adonis, “İslam’da birçok İslam var” dedikten sonra, Arap dünyasının en büyük sıkıntısının İslam’ın teokratik yorumundan kaynaklandığını söylüyor:
“Arap dünyasında devrimden söz edenler, toplumun değişmesinden asla söz etmezler, sadece yönetimlerin ve yönetenlerin değiştirilmesine değinirler. Eski ve miadı dolmuş yapıları değiştirmeyi asla denemezler. Sadece iktidar söz konusu edilir. Arap’ın ya da Müslüman’ın bilinçaltında, hiçbir zaman toplumsal sorunlar olmadı. Durum böyle olunca, toplumu değiştirmek için yeni düşüncelere ihtiyacımız olamaz. Arap dünyasındaki çatışma aslında toplumu değiştirmeyi amaçlamaz, iktidara karşı yeni bir iktidar içindir kavga.”
İSLAM’DA BİRÇOK İSLAM
“Bu durumu tersine çevirmek için, din ile devleti (toplumsal, kültürel ve siyasal olan ne varsa) kesinlikle birbirinden ayırmak zorundayız. Bunu yapmazsanız nasıl devrim yapacaksınız? İslam çözüm yolu değildir, sorun İslam’dan kaynaklanmaktadır ve ilkin onunla yüzleşmek gerekir. Başından bu yana, Arap tarihi bir tür kendine karşı bir soykırım (autogénocide) tarihidir. Doğal olarak, bundan dolayı, bu dünyanın bütün yönetimleri despot ve kokuşmuştur. Çünkü şiddet bu yönetimlerin bir parçasıdır. Toplumun genel yapısı değiştirilmezse herhangi bir şey yapmak mümkün değildir. İsimler değişir, rejimler değişir ama biz ilerleyemeyiz...”
“İslam dininde birçok İslam vardır. Bunlardan biri olan teokratik İslam, Arap dünyasına egemen olan kültürel ve sanatsal İslam’dan tamamen farklıdır. Bu İslam, iktidarlar vasıtasıyla, din, siyaset ve para arasındaki korkunç ilişki aracılığıyla toplumlarımıza dayatıldı.”
Elbette Arap toplumlarını kötürüm eden İslam’ın teokratik yorumudur. Bu yorumun egemen olduğu toplumlarda yapılan ve yapılacak sözde demokratik seçimler hiçbir iyileştirme yaratamaz.
İSLAM’DA DEMOKRASİ YOKTUR
“Bu dinsel ortamın dışına çıkamazsak, bizi yöneten rejimleri değiştiremeyiz. Arap Baharı devrimlerine bakın: Gençler sokaklara indi, çok güzel! Ama bu gençlik bugün bir kenara itilmiş durumda. Eski egemenler yerlerinde duruyor [...] Batı, Arap aydınlarının, filozoflarının, şairlerinin söylediklerini anlamaya çalışmıyor, onları neden dinlemiyor? Toplumu derinlemesine ancak onlar değiştirebilir, iktidar sahipleri değil.”
Batı, Arap toplumların İslam’ın teokratik ve selefî yorumu karşısında özgürleşmesini istemiyor. Arap toplumları aynen kalsın ama kendi istediği ekipler iktidara gelsin istiyor.
Arap dünyası içinde bulunduğu ideolojik ortamda, “Din” ile “Devlet”i birbirinden ayıramaz ve bu “ayrılma” olmadan demokrasi rüyadan ileri gidemez. İslam demokrasisi diye bir şey yoktur!.. İslam ülkeleri kesinlikle laikleşmeden, demokratikleştirici ve kurtarıcı olarak davet edilen (gelen) Hıristiyan yabancılar, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, elbette cesetlerin üzerine işerler.
Bu nedenle, oturması için, “Arap Devrimi”ne süre isteyen uzmanların(!) yazılarını okudukça kahkahayla gülüyorum! Ve Arap dünyası laikleşinceye kadar süre veriyorum! Bonkörüm ben!
Yazının Devamını Oku

İslam’a kadın üzerinden saldırmak

29 Ocak 2012
CUMHURİYET gazetesinin 3 Aralık 2011 tarihli sayısında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’le ilgili bir haber yayınlandı:  “Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Batı’nın yeni bir İslam imajı oluşturmak için kadın konusunda özel olarak belirleyerek bunun üzerinden İslam’a saldırdığını söyledi. ‘Kadın Konulu Dini Yayınlar’ın ele alındığı 5. Dini Yayınlar Kongresi dün düzenlenen törenle başladı. Diyanet İşleri Başkanı Görmez, kadın konusunun ve kadına bakışın, modern dünyada en önemli medeniyet kriterlerinden biri olarak görüldüğünü belirtti. Modern zamanlara gelindiğinde, Müslüman yazar, âlim ve entelektüellerin kadın konusunda bir düşünce ve söylem kriziyle karşı karşıya kaldıklarını dile getiren Görmez, ‘Dünyanın Batı yakasında, küresel siyasetin aktörleri yeni bir İslam imajı oluşturmak için kadın konusunda özel olarak belirleyip, bunun üzerinden İslam’a saldırınca, söz konusu kriz daha da büyümüştür’ diye konuştu.”
ANAKRONİK BİR DURUM
Diyanet İşleri Başkanı, bir Cumhuriyet kurumunu temsilen konuşuyor ama dünyanın ve Türkiye’nin içinde bağlı bulunduğu gerçekleri görmezden geliyor: 1. Batı, Türkiye’de ve İslam ülkelerindeki kadının durumunu eleştirmekte, ancak bunu kullanarak İslam’a herhangi bir saldırıda bulunmamaktadır. Böyle bir iddiada bulunmak gerçeklerle çelişmektedir. 2. Doğrudur: Kadının durumu ve kadına bakış kuşkusuz, çağdaş dünyanın en önemli uygarlık ölçülerinden biridir. Dahası en önemlisidir. Başkan’ın bu durumdan bir şikâyeti mi var? 3. Kriz nerededir? Batı ile İslam dünyası arasında mı, yoksa İslam dünyasının içinde mi? Sanırım bunalım daha çok İslam dünyasının içinde. Örneğin, AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana söz konusu bunalım Türkiye’de giderek artmaktadır. 4. Batı’da kadına bakış, evrensel ve yerel birtakım imzalı belgelere, yasalara dayanmaktadır. İslam dünyasında ise Kuran ve hadisler dışında herhangi bir belge ve yasaya değil, devletin ve dinsel kamuoyunun hoşgörüsüne dayanmaktadır. Anakronik bir durumdur.
HANGİ İSLAM ÜLKESİNDE?
Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanı konuşmasını kadının Türkiye’deki durumu ile ilgili yapmışsa ona göre konumlanırız. İtirazı dünya ölçeğinde ise tavrımız başka olur.
Laik cumhuriyetin koruması altında olan Türkiye kadınının özel durumunu bir yana bırakalım, kadın dünyanın hangi İslam ülkesinde insan haklarına eksiksiz sahip?
Kadın hakları başta Birleşmiş Milletler olmak üzere anlaşmalarla, sözleşmelerle belgelenmiş durumda. Buna karşın, dünyanın bütün ülkelerinde kadınların başlıca sorunları şunlar: İş ve çalışma hayatında kadınlara yönelik negatif ayrımcılık. Dünya çapında kadınların eğitim-öğretim hakkından yoksun veya ikinci planda bırakılması. Birçok İslam devletinin hukuki düzenlemelerinde kadın/erkek ayrımı yapılması ve özellikle miras hukuku ve medeni hukuk düzenlemelerinde kadınlara negatif ayrımcılık uygulanması. Birçok ülke ve bölgede, kadınların eş seçme, evlilik, boşanma ve diğer temel medeni haklarının tanınmaması. Kadınlara yönelik fiziki şiddet ve psikolojik baskının en çağdaş ülkelerde bile tam anlamıyla kırılamamış olması.
HAKLARI KORU, YETER
Müslüman ülkeler kadın haklarında bu sorunların kaçını aşmış durumda. Bizim Diyanet İşleri Başkanımızın kadın üzerinden bunalım yaratmakla suçladığı Batı ülkelerinde sorunun yüzde doksanı çözümlenmiş durumda ise Müslüman ülkelerde bunun tam tersi. Bu nedenle Müslüman ülkelerde kadın haklarını eleştiriyorlar. Ben de eleştiriyorum!
Biçimsel olduğu için seçme ve seçilme hakkını bir yana bırakalım. İslam ülkelerinde aile hukuku çoğunlukla İslam hukukuna dayanıyor. Bu nedenle kadınların mağdur edildiği çok ülke var. Özelikle boşanma konusunda Yemen, Cezayir, Pakistan kadınların en çok mağdur olduğu ülkeler. Sudan’da, Malezya’da, Endonezya’da bu konular sorun olarak yansımıyor. Kadın örgütlerinin çoğu iktidar denetiminde.
Lafı uzatmaya gerek yok: Bir Cumhuriyet kurumunu temsil eden Diyanet İşleri Başkanı Cumhuriyet’in kadınlara verdiği (hile yapmadan) hakları açıkça ve mertçe korusun, bu bile yeter.
Yazının Devamını Oku

Gaston Gaillard ve Türkler

22 Ocak 2012
“FRANSIZ Büyükelçisine Mektup” başlıklı yazım (1 Ocak 2012) yayınlandıktan sonra okurlardan olumlu tepkiler aldım. Yazımın yabancı dillere çevrilip (benim ya da Hürriyet gazetesi tarafından) dünyaya yayılması isteniyor(du). Bunlardan biri de eski bakanlarımızdan Sayın Bülent Akarcalı’nın mektubu. Şöyle yazıyor: “Sütununuzda yayınladığınız yazının Fransızcasının Fransız basınına ve milletvekilleri ile senatörlerine gönderilmesi ciddi etki yaratır. Geçmişte benzer konularda hazırladığım çeşitli dillerdeki mektupları paket halinde o ülkedeki elçiliğimize gönderirdim. Onlar da elden dağıtırlardı. Saygın gazeteci ve edebiyat adamı kimliğiniz yazının tarihi içeriğine önemli inandırıcılık kazandıracaktır.”
Sayın Akarcalı’ya son cümlesi için
teşekkür ederim.
SIRADAN BİR TARİHÇİ DEĞİL
Doğrusunu söylemek gerekirse, yazının yabancı dillere çevrilip ilgili ülkelerde dağıtılması çok iyi olur. Ancak bunu yapmak ne benim ne de Hürriyet gazetesinin işi. Bu iş Dışişleri Bakanlığı’na ve Paris Büyükelçiliği’ne düşer.
G. Gaillard’ın “Türkler ve Avrupa” (“Les Turcs et l’Europe”, “The Turcs and Europe”) adlı kitabından 2000 yılından bu yana kaç kez söz ettim, sayısını unuttum. Acaba Dışişleri Bakanlığı ve Paris Büyükelçiliği G. Gaillard’ı ve kitabını merak etti mi?
Gaston Gaillard’ın kitabı 1920 yılında yayınlandı ve bildiğim kadarıyla bir daha basılmadı. Belki de 1920 yılında Türklere olumsuz önyargılarla saldırmadığı için tekrar yayınlanması engellendi. Gaston Gaillard sıradan bir tarihçi değil, kitabı yayınlayan “Librairie Chapelot”nun belirttiğine göre çok önemli bir savaş tarihçisi. Kitap Ağustos 1920’de bitip aynı ay yayınlandığına göre: Henüz I. ve II. İnönü savaşları (1921) yapılmamış; ancak Sèvres antlaşmasının (10 Ağustos 1920) parçaladığı Osmanlı İmparatorluğu haritasına yer verildiğine göre kitap bu antlaşma ile sona eriyor ve ay sona ermeden yayınlanıyor. TBMM ve Fransa arasında Ankara antlaşması da henüz yapılmamış.
CUMHURİYET TAVLADI DİYEMEZLER
Kurtuluş savaşı girişiminin nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil. Ama onur sahibi bir tarihçi çıkıp Avrupa’nın Türklere karşı ırkçı bir politika sürdürdüğünü, I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı’ya karşı bir tür Haçlı savaşı olduğunu yazıyor. Ardından, 1920 yılında Ermeni sorununa el atıp, Kafkaslar’da ve Doğu Anadolu’da yaşananları anlatıyor, ki anlattıklarından bir Soykırım izlenimi edinmek mümkün değil. Ermeni gailesinde Britanya, Fransa ve ABD’nin oynadığı korkunç rol tasvir edildikten sonra kitabın sonunda Osmanlı-Ermeni çatışmasında Çarlık Rusya’sının oynadığı oyunlar anlatılıyor.
Kitabın 1920 yılında yayınladığı düşünülürse, kimse Gaston Gaillard’ın Cumhuriyet tarafından tavlandığı iddiasında bulunamaz. Bu bakımdan kitap çok önemli! Her bakımdan (Osmanlı’nın sömürülmesi, Helenleşmiş Anadolu efsanesi, 5 milyonluk Ermeni nüfusu tevatürü, ABD Başkanı Wilson ile Britanya Başbakanı Lloyd George’un şirret kumpasları, Fransız’ın ikiyüzlülüğü, vb.) çok önemli ama bizim tarih bilgin ve bilicilerinin bundan haberleri olduğuna dair bir bilgimiz yok. Belki kusur bizdedir!
MİDE BULANDIRAN KİRALIK YÜZLER
Bu yazıyı şu anda ABD’de yazıyorum. ABD internetini açmış Gaston Gaillard ve kitabını arıyorum. Yüzlerce giriş var. Bunlardan birinin başlığı: “The Other Side of Falsified Genocide” (www.tallarmenian.com/gaston.htm).
Okudukça, malum televizyon tetikçi-bülbüllerinin, kiralık gazete yazıcılarının yüzleri gözümün önüne geliyor ve midem bulanıyor. Hani şu Türkiye Cumhuriyeti’nin dil ve tarih tezlerinin uyduruk olduğunu yazıp söyleyenler. Elbette onlar da Gaston Gaillard’ı okumadılar. Cavalli-Sforza’nın Göç Yolları’nı, dil ailelerini anlatan kitaplarını da okumadılar.
AMAZON COM’DA BULABİLİRSİNİZ
Kitabın İngilizce çevirisi 1921 yılında Londra’da yayınlanmış: (London: Thomas Murby & CO. 1 Fleet Lane, E.C.) Çevirmeni belli değil. Türk düşmanlığının doruklara çıktığı 1921 yılında adını koymayı göze alamamış olmalı. Ama yayıncıyı kutlamak gerek.
1921 baskısını ve bu baskının Nabu Press tarafından yapılan tıpkıbasımını (14.10.2011) Amazon Com’da bulabilirsiniz.
Buraya gelmeden, kitabın Türkiye’de yayınlanması işini bir yayıneviyle görüştüm. Ay sonunda ülkeye dönünce, tekrar konuşacağım. Bu kitabı yayınlamak bir vatan borcudur, ulusal görevdir. Ben hâlâ “vatan borcu”na ve “ulusal görev”e inanan biriyim.
Yazının Devamını Oku

Mustafa Kemal döneminde ekonomi

15 Ocak 2012
13 Kasım 2011 tarihinde yayınlanan “Arap Devletlerinde Din ve Anayasa” başlıklı yazımı eleştiren bir okur, laik cumhuriyetin günümüze çamurlu yollardan başka bir miras bırakmadığını, günümüzde Ankara-Konya hızlı treninde kapuçino içerek püfür püfür gidilebildiğini yazdı. Bu okur yakın tarihimizi bilmiyor. O halde öğretelim!
Atatürk ülkeyi 15 yıl (1923-1938), İnönü 12 yıl (1938-1950) yönetti. 1950-2002 yılları arasında, birkaç yıl dışında, ülkeyi sağcı hükümetler yönetti. AKP 2002’de iktidara geldi. Cumhuriyet işe sıfırın altından başlamıştı, AKP hükümeti demir-çelik, çimento, mensucat, otomotiv, cam, maden, elektrik, elektronik, petro-kimya sanayi ile orta ölçekte sanayileşmiş bir ülke buldu. 1924 yılının tersane ünitesi 2011 yılının (olmayan) uçak sanayinden çok daha önemlidir. Nankörlük cehaletle sınırlı değil! Bu nedenle bütün cahil ve nankörlere bir kitap tavsiye edeceğim: Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye, 2011. Şimdi, çamur ve toz-topraktan başka miras(!) bırakmayan Cumhuriyet’in yapabildiklerini hatırlayalım:
AZ ZAMANDA ÇOK İŞ
1924: Gölcük’te tersane ünitesi kuruldu; Devlet Demiryolları kuruldu; İstanbul-Ankara arasında ilk yolcu uçağı seferi yapıldı; Türkiye İş Bankası kuruldu. 1925: Danıştay kuruldu; Türk Hava Kurumu kuruldu; Aşar vergisi kaldırıldı; Eskişehir Cer Atölyesi’nde demiryolu malzemesi üretecek üniteler kuruldu; Adana Mensucat Fabrikası; Türk yapımı ilk planör uçuruldu; şeker fabrikaları kurulmasıyla ilgili kanun çıkarıldı. 1926: Demir çelik sanayinin kurulmasıyla ilgili kanunlar çıkarıldı; Eskişehir uçak bakım fabrikası; Alpullu Şeker Fabrikası; Ankara otomatik telefonu işletmeye açıldı; İstanbul’da inşaat demiri üreten ilk haddehane açıldı; Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası; Bakırköy Çimento ve Uşak Şeker Fabrikası. 1927: Bünyan Dokuma Fabrikası; Ankara-Kayseri demiryolu; İstanbul Radyosu yayına başladı; Samsun-Havza-Amasya demiryolu; Bursa Dokumacılık Fabrikası açıldı. 1928: Anadolu Demiryolu Şirketi yabancılardan satın alındı; Haydarpaşa-Eskişehir-Konya ve Yenice-Mersin demiryolları yabancılardan satın alındı; Ankara Çimento Fabrikası; Halka okuma-yazma öğretmek için Millet Mektepleri açıldı ve 8 yılda 3 milyon kişiye temel eğitim verildi; Ankara Numune Hastanesi; Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü; İstanbul Bomonti’de Türk Mensucat Fabrikası; Ankara-Zile demiryolu; Malatya elektrik santralı; Kütahya-Tavşanlı demiryolu; Gaziantep Mensucat Fabrikası. 1929: Mersin-Adana demiryolu yabancılardan satın alındı; İstanbul-Ankara arasında telefon konuşmaları başladı; Ayancık Kereste Fabrikası; Trabzon Vizera hidroelektrik santralı; Haydarpaşa Limanı yabancılardan satın alındı; Kütahya-Emirler, Fevzipaşa-Gölbaşı demiryolu hizmete açıldı. 1930: Ankara-Sivas demiryolu ulaşıma açıldı; Kadınlar belediyelerde seçme ve seçilme hakkı kazandı; Ankara-Şarkışla demiryolu; İstanbul Galata Köprüsü’nden 70 yıldır alınan geçiş ücreti kaldırıldı; Ankara Etnografya Müzesi açıldı. 1931: Bursa-Mudanya demiryolu yabancılardan satın alındı; Gölbaşı-Malatya demiryolu; 10 ilde bölge sanat okulu açıldı; Çocuk Esirgeme Kurumu kuruldu; Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu; Türk Tarih Kurumu kuruldu. 1932: Devlet Sanayi Ofisi kuruldu; Samsun-Sivas demiryolu açıldı; Sanayi Teşvik Kanunu ile toplam 1473 işletme teşvikten yararlandı; İzmir Rıhtım İşletmesi yabancılardan satın alındı; Türkiye Milletler Cemiyeti’ne üye oldu. 1933: Eskişehir Şeker Fabrikası; Sümerbank; Adana-Fevzipaşa ve Ulukışla-Kayseri demiryolu; İller Bankası; Halk Bankası; İstanbul Üniversitesi; Devlet Hava Yolları; Ankara’da yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.
OSMANLI’NIN BORCU DA CABASI
Yer kalmadığı için ilk on yılın dökümüyle yetiniyorum. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren, 1854’te Osmanlı Devleti’nin İngiltere’den aldığı borçtan başka, Lozan Antlaşması’na göre, Osmanlı’dan kalan borçları ödemiştir. Türkiye’nin 1938 yılı itibariyle dış borcu 236 milyon dolar, 2010 yılı ilk çeyrek itibariyle 291 milyar dolardır. Cumhuriyet, ilk on yılda aldığı dış borcu sanayi yatırımlarına kullanmış, AKP ise dış borcu yeni borçla ödemektedir..
Son olarak: İlk Türk denizaltısı 1939 yılında, ikincisi 1940’ta Haliç’te denize indirilmişti. Trende kapuçino içmeyi bir marifet sanan okuru layık olduğu yere gönderelim. Ancak, ülkeyi yöneten kadrolar da aynı kafada!
Yazının Devamını Oku

Gerçek iktidar

8 Ocak 2012
DEĞERLİ bilim insanı Ergin Yıldızoğlu Cumhuriyet gazetesindeki sütununda “Tek Parti Egemenliği Yapışkan Statüko” başlıklı önemli bir yazı yayınladı (09.11.2011). Benim de üzerinde durduğum “Gerçek İktidar” sorununu bilimsel olarak açıkladı. İşin teorik yanını bir tarafa bırakıp, uygulamalı süreci açıklamaya çalışacağım: 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyet’in sonuna ilk adım 12 Mart 1971 darbesi ile atılmış, 12 Eylül 1980’de son darbe vurulmuştu. 12 Mart’ta sarsılan cumhuriyetçi “Gerçek İktidar” 12 Eylül’e kadar devam etti. 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Parti iktidara geçti ama Mülkiye’den Adliye’ye ve Emniyet’e, oradan Milli Eğitim’e ve öteki devlet kadrolarına kadar bütün devlet örgütü Cumhuriyet’in devrimci potasında eğitim görmüştü. Bu kadronun içinde elbette bu modele muhalif unsurlar da vardı. 14 Mayıs 1950 seçiminde Demokrat Parti’ye oy vermiş olanların çoğunluğu da Cumhuriyet idealine bağlıydı. Bu nedenle önce 1960 kadar Demokrat Parti, daha sonra, 1965’ten itibaren Adalet Partisi, cumhuriyet ideolojisine bağlı kadrolarla uğraşmak zorunda kaldı. Bu kadro 65 yaşına ulaşıp emekli oldukça seyrelmeye başladı. Önce 12 Mart bu kadroyu devlette epeyce ayıkladı, 12 Eylül öldürücü darbeyi vurdu.
MÜLKİYEYİ, ADLİYEYİ VE EMNİYETİ ELE GEÇİRİN
Ama bu arada, Ergin Yıldızoğlu’nun Gramsci’ye dayanarak yazdığı gibi: “Pasif Devrim, siyasi iktidarı almadan ilerler, giderek devlet olarak bildiğimiz, siyasi/idari kurumlar, ilişkiler ağının sinir düğümlerine (iktidarın kristalleştirdiği ve dağıtıldığı noktalara) ulaşır. Bu noktaya kadar aşağıdan yukarı, toplumdan devlete doğru ilerleyen süreç, bu noktadan sonra devletten topluma doğru, pasif devrim sürecini hızlandırarak ilerler.”
1923-1950 arasında pasif devrim devletten topluma doğruydu, 1950’den sonra toplumdan devlete doğru süreci başladı. Bu sürecin temel direği ve lokomotifi imam hatipler oldu. (İHL Mezunları ve Mensupları Derneği hazırladığı yeni anayasa raporuyla ne denli cumhuriyet karşıtı olduğunu artık ilan etmektedir.) Bunu öğrenci yurtları, hazırlık kursları ve meslek örgütleri dayanışması izledi. Pasif devrim süreci devleti ele geçirme evresine geldiği zaman bir cemaat önderi “Mülkiyeyi, adliyeyi ve emniyeti ele geçirin” talimatını verdi. .
AKP’YLE DEVLETTEN TOPLUMA DOĞRU SÜRECİ
2002 yılına kadar aşağıdan yukarı doğru ilerleyen pasif devrim, o yıl AKP’yi iktidara taşıdı. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte “devletten topluma doğru süreç”i başladı. Artık tarihe karışmış olan YÖK kavgası; imam hatip mezunlarının yükseköğrenim kanallarına kolayca girmesini sağlayacak önlemlerin alınması mücadelesi; üniversiteye giriş sınavlarının imam hatip mezunlarının lehine düzenlenmesi çabaları; orta ve yükseköğrenimin özelleştirilmesi politikaları, bunların hepsi, AKP hükümetinin bir “epistemik topluluk” (yani kendine göre yandaş aydın kadrosu) yaratma programının en önemli parçasıdır.
Ergin Yıldızoğlu’nun ilham kaynağı olan Yalçın Doğan 5 Kasım 2011 tarihli ve “Doçentlik jürileri de tamam” başlıklı yazısında ‘hükümet güdümlü pasif devrim’in son örneklerinden birini veriyor: “Üniversitelerarası Kurul, sayısı 170’e ulaşan üniversite rektörleri ile her üniversiteden temsilcinin katıldığı 340 öğretim üyesinden oluşuyor. Son yıllarda kurulan üniversitelere atanan rektörlerin çoğu aynı görüşü temsil ediyor.” Ki şimdilik, her yıl 4 binden fazla öğretim üyesi doçentlik sınavına giriyor. Otuzdan fazla sınav komisyonlarını Üniversitelerarası Kurul seçiyor. Demek ki doçentler tek bir tornanın ürünü olacak.
GELECEĞİNİZİN TASVİRİ; İSTERSEN CİDDİYE ALMA
Bir başka örnek: Mahmut Lıcalı’nın 04.01.2012 tarihli haberinden öğrendiğimize göre: Türkiye’deki İlahiyat ve İslam İlimleri fakültelerinin sayısı yeni kurulan iki fakülteyle 38’e çıkmış. Bakanlar Kurulu vakıf üniversitelerinin ardından ilk kez bir devlet üniversitesinde İslami İlimler Fakültesi’nin açılmasına izin vermiş. 2007 yılında Türkiye’de toplam 20 ilahiyat fakültesi varmış, bu sayı yeni kurulan fakültelerle birlikte 38’e yükselmiş. 2007 yılında 813 kontenjanı olan ilahiyat fakültelerinin kontenjan sayısı 2011 ÖSYS’de 8 bin 25’e çıkmış. Bu sayının 2012’de 9 bini geçeceği tahmin ediliyormuş. Amaç artık gizli değil: Dine dayalı gerçek iktidarı kurmak ve buna karşı çıkacak bütün engelleri ortadan kaldırmak! AKP’nin yeni eğitim deformasyon taslağı (1+4+4+4) bunun bir başka kanıtı olacaktır!
Bu kadar din adamına, İlahiyat Fakültesi’ne, İslam İlimleri fakültesine gereksinim var mı? Bütün kadroları din eğitiminden geçmiş elemanlar tarafından doldurulmuş bir toplum, sadece kendisi için değil, dünya için de tehlikelidir. 2000’lerde İHL’nin gerçek yüzünü tanımladığım zaman benim bu saplantımla(!) dalga geçiliyordu. Ben sizin geleceğinizi tasvir ediyorum, ister ciddiye alın, ister almayın!
Yazının Devamını Oku

Fransa Büyükelçisi’ne mektup

1 Ocak 2012
SAYIN Büyükelçi, önce tanışalım: Ben, Özdemir İnce, Fransızca ile 1948 yılında ortaokulda tanıştım. (Babam, Mersin’i işgal eden Fransızlara karşı savaşmıştı ama Fransızca öğrenmemi istiyordu.) Türkiye’de Fransız dili ve edebiyatı okudum, Paris Üniversitesi Sorbonne’a bağlı “Institut des professeurs de français à l’Etranger”de Fransız hükümetinin burslusu olarak 1965 ve 1966 yıllarında öğrenim gördüm. Bunun dışında, 1983 ve 1986 yıllarında da Fransa’nın yazınsal çalışma burslarından yararlandım. Başta Rimbaud, Lautréamont, Aloysius Bertrand, René Char gibi şairler olmak üzere birçok Fransız yazarını Türkçeye çevirdim, kitapları yayınlandı. Bundan dolayı olacak, 1990 yılında, devletiniz tarafından “Officier de l’Ordre des Arts et les lettres” rütbesiyle onurlandırıldım. 1983 yılında Mallarmé Akademisi’ne ömür boyu “yabancı üye” seçildim. Fransa’da dört kitabım yayınlandı. Beşincisi bu yıl yayınlanacak.

‘SOYKIRIM DEĞİL’ DİYECEĞİM

Sözü, 577 milletvekili üyeli Fransa Ulusal Meclisi’nde 45 oyla onaylanan, Ermeni soykırımını kabul etmeyenleri cezalandıran yasaya getirmek istiyorum. Öneri Senato’da henüz onaylanmadı ama o sürecin tamamlanmasını beklemeyeceğim.
Bu sütunda bu konuda epeyce yazı yayınladım ama özellikle ikisi doğrudan doğruya Fransa ile ilgili: “Fransa Büyükelçisi Mutlu mu?” (28.01.2001), “Fransa Büyükelçisi Monsieur Paul Poutade’a Mektup” (21.12.2004). Bir de “Fransız Elçisi’nin Hac Seferi” (15.07.2005) tarihli bir yazım var.
Her yıl en azından bir kez Fransa’ya giderim. Birkaç ay sonra gene gideceğim. Bu gidişimde sorarlarsa, bizim “Ermeni Gailesi” olarak tanımladığımız olayların bir soykırım olmadığını söyleyeceğim, gerekirse böyle yazacağım. Böylece bir yıl hapis ve 45 Euro para cezasını göze alacağım. Param yok! Ceza parasını ödemeyeceğim için fazladan hapis yatar mıyım?

AMAÇ, TÜRKLERİ ASYA’YA KOVMAK

Sayın Büyükelçi, Fransız tarihçi Gaston Gaillard’ın 1920 yılında Chapelot Yayınevi tarafından yayınlanan “Türkler ve Avrupa” (Les Turcs et l’Europe) adlı kitabını duydunuz mu? Bu kitap 1920’den sonra neden bir daha yayınlanmadı acaba? 1915 olaylarını, bilgi kirlenmesi olmadan sıcağı sıcağına ve tarafsız olarak yazdığı için mi yeni baskıları yapılmadı? Yazar, kitabının VII. bölümü olan “Osmanlı İmparatorluğu’nun Parçalanması” bölümünde Osmanlı-Ermeni sorununu ele almaktadır.(Kitabın 262-297 sayfalarında yer alan bu bölümün fotokopisini size göndereceğim.) Yazara göre, genel olarak Doğu Sorunu’nun bir parçası olan Ermeni sorunu, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama girişimlerinin yanı sıra Türkleri Asya’ya kovma amaçlarından vazgeçmeyen İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Fransa) kasıtlı tutumları yüzünden içinden çıkılmaz duruma gelmiştir.

ERMENİLERDEN SİZ ÖZÜR DİLEYİN

Sayın Büyükelçi, Fransa’da neden 600 bin Ermeni vatandaşınız var? Ermenistan sınır komşunuz mu? Bu soruyu sorduğum hiçbir Fransız doğru dürüst cevap veremedi. Çünkü kendilerine gerçekler söylenmemişti; ne Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” (“Death and Exile”) adlı kitabını, ne de bu kitabın sözünü ettiği “Archives des Affaires Etrangères de France, Levant, Arménie. 1918-1919” belgelerini okumuşlardı: 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesini işgal eden Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırdı. Önce gönüllü Ermeni taburları oluşturuldu. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni gelmesi üzerine, Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruldu. Bu özel birliğe Fransız üniforması giydirildi ve eline Fransız silahı verildi. (Aynı şeyi Çarlık Rusya 1914-1915’te Doğu Anadolu’da yapmıştı). Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz katliamlar yaptı. Fransa için utanç verici olan bu günleri Çukurova halkı “Kaç-Kaç Dönemi” olarak adlandırır. Yaşar Kemal’e sorun, size anlatır!
20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanında 50 bin Ermeni götürdü. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gittiler. Fransa’daki 600 bin Ermeni asıllı seçmenin öyküsü böyledir!
Kim kimden özür ve bağış dileyecek Sayın Büyükelçi? Sizce Fransa’nın kandırdığı Ermenilerden özür dilemesi gerekmiyor mu? Türkiye’den özür dilemesi gerekmiyor mu? Sömürgeciliğin faydalarını ders kitaplarına koyan Fransa kendi tarihiyle ne zaman yüzleşecek? Tabii, Türkiye tarihini saptırmadan, kendisini ve Türkiye’yi satmadan!
Yazının Devamını Oku

‘Mersin mucizesi gerçekleşiyor’

25 Aralık 2011
MERSİN, 16 Kasım 2011 günü, “Mersin Kenti Edebiyat Ödülü”nün beşincisini, Ticaret ve Sanayi Odası büyük salonunda yapılan görkemli törenle Leyla Erbil’e sundu. Daha önceki ödüllere Nezihe Meriç (2007), Tahsin Yücel (2008), Osman Şahin (2009) ve Latife Tekin (2010) değer görülmüştü.
Geçen beş yıl içinde Mersin Kenti Edebiyat Ödülü, değerlendirme ciddiyeti, ödülün yayınlanan gerekçesi, töreninin biçim ve içeriği, kent halkının ve yönetimlerinin (Valilik ve Büyükşehir Belediyesi) yakın ilgi ve işbirliği, ödül sahibine sunulan maddi ödülü (10 bin TL) ile ülkemizin en saygın, en önemli edebiyat ödülü haline geldi. 2012 yılından itibaren maddi ödülün ciddi oranda yükseltileceğini de öğrendim.

KENDİ DİNAMİKLERİYLE

Mersin’le ilgili gerçekleşen mucizelerden biri Mersin Kenti Edebiyat Ödülü idi. Öteki mucizeleri, Hürriyet gazetesi ile birlikte dağıtılan “MTSO (Mersin Ticaret ve Sanayi Odası) Haber” gazetesinden aktaracağım: - Akdeniz Oyunları için yapılması planlanan projeler Mersin’i tesis zengini yapacak; - Çin’den Tarım Fuarı’na milli katılım kararı; - Hamburg’da Mersin lojistiği tanıtıldı; - Mersin tesadüflerin kenti değildir; - Mersin limanı dünya sıralamasında ilk 100’de; - Mersin’e Çin ilgisi; -BAE, Mersin firmalarını bekliyor; - Mersin iş dünyası girdiği pazarlarda taşeron değil işin sahibi olacak; - Mersin Türkiye’nin istihdam şampiyonu.
Mersin, Ağustos 2010-Ağustos 2011 arasında yüzde 16’lık artışla Türkiye’nin istihdam şampiyonu oldu. Mersin geçmişte, Körfez Savaşı öncesinde her yıl Türkiye kalkınma ortalamasının iki misli kalkınmıştı. Günümüzde de teşvik almadan, kamu yatırımları olmadan, kendi dinamikleriyle hareket eden Mersin, tarım-gıda, lojistik ve turizm sektörlerinde, sanayi üretiminde kendi yağıyla kavrulmuş ama sanayide marka olma alanında birçok kenti geride bırakmıştır.

DİNLERKEN GÖĞSÜM KABARDI

MTSO Yönetim Kurulu Başkanı Şerafettin Aşut’un Mersin Kenti Edebiyat Ödülü töreninde yaptığı konuşmayı dinlerken ve “MTSO Haber”de okurken göğsüm kabardı. Birkaç alıntı yapacağım: “Mersin’i bir bilim ve bilgi kenti yapabilmek için üniversite sayımızı arttırıyoruz. Mersin’i yüksek teknolojinin merkezi yapabilmek için var olan Teknoparkımıza ek olarak yeni sektörel teknoparklar planlıyoruz. Nitelikli insan gücümüzü yetiştirmek için tüm sektörlerimizde lise-yüksekokul-fakülte zincirlerini oluşturduk.”
“Daha önemlisi, Mersin sanayi yapılanmasını, OSB’sini diğer OSB’ler gibi tarım arazilerine değil, tarım dışı arazilere yapmıştır. Yani, yeşil sanayiye öncü olmuştur.”
“Parasal sermaye, klasik ekonomiyi oluşturur. Bir kentin parasal sermayesi endüstriyel üretimi büyük olabilir. Ancak bunlar o kenti bir marka ve dünya kenti yapmaya yetmez. Parasal sermayeyi kültür sermayesi ile birleştirirseniz işte o zaman ‘Yaratıcı Ekonomi’yi oluşturmuş olursunuz.”

İKTİDARLA İLİŞKİSİ YOKTUR

Mersin’in hedefi bir “marka şehir”, bir “dünya kenti” olmak! MTSO Yönetim Kurulu Başkanı Şerafettin Aşut bu nasıl olacak, onu açıklıyor: “Yaratıcı ekonomi sadece parasal sermaye ile sadece endüstriyel üretim ve ihracat rakamları ile bir yere varılamayacağı gerçeğidir. Kültür sermayesi dediğimiz her çeşit sanat, medya, tasarım, mimari, müzeler gibi sosyal değerlerimizi, yani sosyal sermayeyi ekonomimize entegre etmek ve olaya bütüncül bakmaktır.”
“Mersin için bir dönüm noktası gördüğümüz 2013 Akdeniz Oyunları sürecinde bu yeni yaratıcı ekonomi ve kültür sermayesinin entegrasyonunu sağlayabilirsek, kenti her aşamada buna göre geliştirebilirsek, işte o zaman Mersin yaratıcı kent olur. İşte o zaman dünya kenti olur. 2013 Akdeniz Oyunlarıyla eşzamanlı bir Mersin Kültür Olimpiyatı düzenlenmeli...”

O dönemde Umberto Eco’yu dinlemek kim istemez! Mersin Opera ve Balesi, bir Portekiz operası, bir İspanyol balesi, elbette, sahneleyebilir. Bir Akdeniz Şiir Antolojisi muhteşem olur! Mersin mucizesinin iktidarlarla hiçbir ilişkisi yoktur! Engel olmasınlar yeter!
Yazının Devamını Oku