Melis Alphan

Kör randevuda tiramisu

27 Temmuz 2010
New York, “ilk buluşmalar” cennetidir. Türkiye’ye “küçük Amerika” teşbihi sıkça uygun görülür.

O yüzden İstanbul’da yalnızların ilk buluşması nasıl geçer diye merak ettim, uzman bir siteye başvurdum.

Çok kalabalık New York, dört milyon civarında bekarın ev sahibi. Yalnızlar şehri diye bilindiğinden, insanlar çokça birbirini tanımadan, çöpçatan arkadaşları veya çöpçatanlık siteleri aracılığıyla sözleşir, “ilk buluşmalara” çıkar. Yoldan çevirip birine sorun, o hafta içinde üç tane “ilk buluşma” yaşadığını söylerse şaşırmayın.

Bu onlar için sıradan bir olay, rutinin parçası. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de var “ilk buluşma” diye bir şey.

Ama bizde büyük şehirlerde meseleler çok daha “doğal” geliştiğinden ve kalabalık arkadaş grupları içinde ısınma turları Batı’ya göre daha uzunca vakit aldığından ilk buluşmalar arada kaynar gider.

Yazının Devamını Oku

Parayı şirketler ödüyor düdüğünü biz dinliyoruz

24 Temmuz 2010
17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nin bütçesi 2.7 milyon TL idi.

Bütçenin yüzde 35’ini sponsorlar, yüzde 50’sini bilet fiyatları, yüzde 2’sini uluslararası kültür kaynakları, yüzde 13’ünü 2010 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı karşıladı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ise mekanları ücretsiz tahsis etti. Festival sponsoru Garanti Bankası; gösteri sponsorları ise Matraş, WestLB AG, Emirates, Abacı Group, Coca Cola, DHL, İstinye Park, Kahve Dünyası, Türk Pirelli, Tekirdağ Rakısı Trakya Serisi ve Volvo Cars idi.
Caz festivalinde bilet fiyatları dört yıldır artmadı. Bu yıl bilet fiyatları 40 TL ile 90 TL arasında değişti.

Sanatçılar yüzyıllarca soyluların himayesinde sanatlarını icra ettiler. O zamanlarda sanatın finansmanı asaletten geçerdi, bugün ise soyluların yerini şirketler aldı. Eskiden şehrimize ne gelen vardı ne giden. Ya da vardı da, azdı. Oysa son yıllarda konser konser gezmekten evin yüzünü görmez olduk. İKSV’nin düzenlediği Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nin bundaki payı büyük. Ve aslında kulağımızın pasının silinmesini çokça sponsorlara borçluyuz.

En yüksek sahne önü bilet fiyatı Seal konserindeydi; sadece 80 koltuk satılan sahne önü biletleri 200 TL idi.
Festivalin doluluk oranı yüzde 90 civarındaydı. Tony Bennett ve Seal konserinin biletlerinin tükenmesinin ardından talepler sonucu numarasız merdiven bileti satışı gerçekleşti.
300’ü aşkın sanatçı İstanbul’dan geçti, 50’den fazla konser, Caz Vapuru ve Tünel ?enliği’yle birlikte 45 bin kişi festivali izledi.
Coca Cola eş sponsorluğunda Beyoğlu Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen Tünel ?enliği’nde Tünel ve Galata meydanlarına iki sahne kuruldu, bu konserlerle bir Açıkhava festivali atmosferi yaratıldı.

Yazının Devamını Oku

Hakikaten kapak oldu

23 Temmuz 2010
Amerikan Vogue’unu elinize aldığınızda yüzlerce sayfa ilan tararsınız ama kapak fotoğrafı benzersizdir. Aynı zevki Elle ve W dergileri de tattırır size.

Kapağı içerideki diğer ilan fotoğraflarından, moda çekimlerinden ayıran nedir dersiniz?

Kapak fotoğrafı yüzlerce fotoğraf arasından seçilir. ıdeal manken, ideal poz, ideal elbise, ideal ışık bir araya gelince ortaya her zaman kolay kolay yakalayamayacağınız bir kimya çıkar.

Moda dergisi editörünün önünden kapak için yüzlerce fotoğraf geçer. Zevkine göre birisini seçer, diğerleri ilan sayfalarının arasında dağılır gider. Stil denildiğinde mahşerin üç atlısı sayılan Vogue, W ve Elle’de aynı elbise kapak olunca herkesin aklına aynı soru geldi: Kapak seçimi sadece zevk eseri mi, yoksa ticari tercih mi?


Size dergiyi satın aldıran işte biraz da bu kimyadır.

Siz dergiye bakarsınız, markalar ve üreticiler de derginin içindeki ilan sayfalarıyla sizi tavlama fırsatını elde eder.

Yazının Devamını Oku

Aramıza mesafe koyalım ki kokmayalım

22 Temmuz 2010
Saray filmlerini hatırlayın... Yüzü pudra kovasına banılmış, gotik yapılar gibi gökyüzüne uzanan sarı peruklu kadınların etekleri nasıl kabarıktır öyle, değil mi?
Böylece vücut tipleri nasıl olursa olsun, korsenin de yardımıyla geçmişin kadınları belleri ince, kalçaları dolgunmuş gibi görünebiliyorlardı. Ama bu kabarık eteklerin bir faydası daha vardı. Böylece kimse fiziken burunlarının dibine kadar giremiyordu. O kabarık etek buna engeldi.
Aynı şekilde aristokratların, prenseslerin gelinliklerini düşünün. Ve o gelinliklerin metrelerce uzunluğundaki kuyruklarını. O kuyruğun ihtişamı dışında bir işlevi daha vardı: Arkasından gelenle araya adam gibi bir mesafe koymak.
Biz hep herkesin kendine ayırmak istediği zamandan bahsedip dururuz. Ama bir de kendimize ayırmak istediğimiz alan var, değil mi? Nedense konuşurken, tokalaşırken birbirimizin burnuna gireriz.
Oysa Batı’da bunun adı konmuş:
“Personal Space”.
Yani kişisel alan.
Kişisel alan, bir kişinin psikolojik olarak kendi alanı olarak belirlediği alandır. Karşınızdaki kişiye ne kadar yakın durabileceğinizi onun kişisel alanı belirler.
Ve o istemeden kişisel alanına dalarsanız eğer, rahatsızlık belirtileri göstermeye başlar. Örneğin Amerikalılar kişisel alanlarını geniş tutmayı sever. Konuşurken, hatta tokalaşırken karşılarındaki kişiden ortalama 1.2 metre uzaklıkta dururlar. Avrupalılar ise daha yakın durmayı sever; onların aralarındaki mesafe 0.6-0.9 metre civarındadır.
Gelelim Türklere...
NLP (Sinir Dili Programlaması) uzmanı Cengiz Eren, Türkler duygusal ve dokunsal insanlar olduklarından, konuşurken karşısındakinin koluna, dirseğine, omzuna dokunmayı sevdiklerinden birbirlerine çok yakın durduklarını söylüyor. Kişisel alanımız bir kol mesafesiymiş.
Tüm bunları niye yazdım? Çok basit.
Yıkanmıyorsanız, deodorant kullanmıyorsanız kaçarı yok, ter kokacaksınız.
O zaman en azından kendinizin ve diğerlerinin kişisel alanına dikkat edin.
Etmediğiniz takdirde ter kokunuzla çevrenizi terörize edersiniz. Bu kadar basit.

Kir kokuyla temizlenmez

Alice in Chains ter koktuğumuzu iddia edince merak ettim, rakamlara baktım.
Geçtiğimiz aylarda Unilever markası Rexona’nın deodorant kategorisinde yapılan araştırmayı paylaşmış, Türklerin deodorant tüketimi veya tüketememesi epey ses getirmişti. Bu araştırmaya göre her yüz kişiden Avrupa’da 80’i, Kuzey Amerika’da 95’i deodorant kullanıyor; Türkiye’de ise her 100 kişiden 33’ü.
İngiltere’de yılda kişi başı deodorant harcaması 11 euro, Türkiye’de ise 1 euro.
Sonuçta, Türkiye’de deodorant ihtiyaç değil, lüks olarak algılanıyor.
Aslında burada mevzu deodoranttan çok kişisel hijyen. Ve soru “Ne kadar temiziz?”
Mart ayında Sağlık Bakanlığı’nın “Sağlığınız için suya sabuna dokunun, hastalıklardan kurtulun” adıyla yeni bir kampanya başlattığını düşünürsek ne kadar temiz olduğumuza siz karar verin.
Sabun ve Deterjan Sanayicileri Derneği’nin verilerine göre kişi başına düşen sabun tüketimimiz de dünya standartlarının çok altında. Kişi başına düşen yıllık sabun tüketimimiz 600 gram, sıvı sabun tüketimimiz ise 100 gram. Yine Türkiye’de çeşitli şehirlerde yapılan araştırmalarda işletmelerin yüzde 70’inde sıvı sabun kullanılmadığı, yüzde 20’sinde ise hiç sabun olmadığı tespit edildi.
Bu verilere baktığımızda Türkiye’nin ter yerine açık hamam gibi kokmasını bekleyemezdik, yalan mı?
Yazının Devamını Oku

Bir elinde cımbız ama diğeri viteste

20 Temmuz 2010
Hikaye hep aynı.

Kadın alarmı susturup başını yastığa yeniden koyuyor, hafif bir dalıyor, gözünü açtığında saati görüp yataktan zıplıyor. Patronundan zılgıtı yememek ya da bir yerlerde bir toplantıya geç kalmamak için hızla giyinip kendini arabaya atıyor. Geceden kalma halini rötuşlamak falan hak getire.

Kadın becerikli mahluk ya, aynı anda üç-beş iş birden kotarabilen... Tek elle direksiyon sallamak, diğer elle yüz boyamak işten bile değil.

Trafikte makyaj macerası ilk kırmızı ışıkta fondötenle başlıyor.

Bir elinde cımbız bir elinde ayna, umurunda mı dünya demiş şair. Ama zamanlar değişti, eldeki cımbızla, dikiz aynasından nişan alıyor kaşlarına hemcinslerim. Rujlarını taşırmıyorlar ama kazaya karışıyorlar. Örneğin Yngiltere’de geçen yılki yarım milyon kazanın faili trafikte makyaj yapan hanımlar. 


Korna sesleri eşliğinde yeşilin yandığı anlaşılınca ayak gaz pedalında; eller ise allık, rimel ve ruj sürme işlemini tamamlıyor.

Yazının Devamını Oku

Karaoğlan’dan Disney kahramanı çıkmaz mı?

17 Temmuz 2010
Pixar, 1995’te küçük bir animasyon stüdyosuydu.

Aynı yıl animasyon piyasasında devrim niteliği taşıyan bir film yaptı: “Toy Story”, tam tercümesiyle “Oyuncak Hikayesi”.

Bu millet ana muhalefet liderini 40 yıl önce Karaoğlan’a benzetirdi. Hollywood galip geldi, küreselleşme dayattı bugün rahmetli Ecevit’in koltuğunda oturan Kemal Bey’i Gandi diye anıyoruz. Kimilerinin Türkiye rüyasını uçak gemisi veya nükleer bomba süsler, diğerleri Dünya Kupası’nda final oynamayı gelişmenin son adımı sayar. Bendeniz naçizane Hollywood’a çizgi film karakteri armağan etmeyi çok önemsiyorum, bu yazı da ona dair. 


O günden bugüne stüdyo büyüdü, 2006’da Disney tarafından satın alındı ve toplam dokuz şaheser filme imza attı.

Bu filmlerin her birinin uluslararası gişesi 550 milyon doların üzerinde. Manevi ödülü de büyük, çünkü Pixar, tesislerinde 24 Oscar heykelciği barındırıyor.
Geçtiğimiz gün vizyona giren “Oyuncak Hikayesi 3” ile bu heykelciklerin ve Pixar’ın kasasındaki paracıkların miktarı artacağa benzer.

Yazının Devamını Oku

Hüseyin Çağlayan’ın New York rüyası

16 Temmuz 2010
Hüseyin Çağlayan’ın “Istanbul’da moda kültürü yok” tespiti tahmin edileceği üzere çok yankı buldu.

Kimileri Çağlayan’a hak verdi, bazıları tepki gösterdi. Anladığım kadarıyla Istanbul’un Milano, New York, Paris ve Londra gibi dünya moda başkentlerinden biri sayılması için daha çok yolunun olduğunun hatırlatılmasına alınanlar dahi oldu.

Oysa Hüseyin Çağlayan’ın kast ettiği bu uzun ve zorlu yolun duraklarından ibaretti.

“KIRDIYSAM ÜZÜLÜRÜM”

Bakın Çağlayan’ın neyi kast ettiğini kendi ağzından bir daha tekrarlayalım:

Yazının Devamını Oku

Önce defileler bozuldu

15 Temmuz 2010
Defile dediğiniz nedir ki? Saatinde salonda olursunuz. Yarım saat, bir saat başlamasını beklersiniz. Sonra 10, bilemediniz 15 dakikada olay biter ve çıkıp gidersiniz. Evet podyum, tasarımcıların kıyafetlerini bir ileri bir geri yürüyen modeller üzerinde sergilediği, satın almacıların defterlerine neyi alacaklarını not ettikleri, gazetecilerin “sıradakini” tespit ettikleri vitrindir. 
Ama bazen de bir gösteri havasındadır defile, harika bir konsere ya da filme taş çıkaran cinste. Salonu terk ettiğinizde kendinizi çok farklı ruh halinde yakalarsınız. Müziği kafanızın içinde çınlar, beslenir, ilham alırsınız.
AZ DAHA ÇOKTUR
Ustalar önce ekmeklerin bozulduğundan şikayet eder. Ben de ekmek paramı moda ve stilden kazanıyorum. “Nerede o eski zamanlar, muhteşem defileler” diye hayıflanacak yaşta olmasam da, podyumdaki stil fakirliğinden muzdaribim. Sebebi tabii ki muhtelif. Ama bana en makul gelen izah Hüseyin Çağlayan patent ve markası.

Hüseyin Çağlayan’ın eski defileleri böyleydi.
Salon sehpasından eteğe dönüşen kıyafeti gören kimse “Bu giyilebilir mi?” klişesini aklından bile geçirmezdi; onun podyumu bu ve benzeri soruları aşmış vaziyetteydi.
Şimdilerde daha sıradan defileler yapmasını sanatsal yönünü sergilerle tatmin etmesine, sergilenecek kıyafetlerin yapımının hali hazırda fazlasıyla vakit almasına, düşük bütçesiyle ve bazen de sadece kıyafetleri göstermek istemesiyle açıkladı.
Yeterince makul bir açıklamaydı. Ama modanın sıradanlığı içerisinde podyumda da olsa özgün bir şeyler görmeyi özlüyor insan. Hele de bizi tersine alıştıran biri de sıradan bir sergileme yolunu seçince...
ATÖLYE UNUTULDU
Tasarımcıların çoğu geçmişin modalarından esinlenirken Çağlayan hep geleceğe dönük tasarım yapıyor.
“Aslında ben de geçmişe bakıyorum ama çok yeni şekilde yorumluyorum. Zaten var olan bir şeyi tekrar yapmanın ne anlamı var” diyor. “Yeni bir şey bulmak kolay olmadığı için herhalde” diyorum. Cevabı “Bence tasarımcıların çoğu yeterince çalışmıyor. Dışarı çıkıp eğlenmeyi tercih ediyorlar” oluyor.
Kendisinin binlerce çizim yapıp aralarından tek birini nasıl seçtiğini anlatıyor. Onun gibi düşünüyorum. Bu yaratıcı bir iş olsa dahi kimseye vahiy inmiyor. Bir koleksiyon hazırlanırken ilk yapılması gereken şey araştırmak. Partilemek, sektörden insanlarla havalı öğle yemeklerine çıkmak, birçok tasarımcının atölyedeki işinden daha fazla vaktini alıyor.
Ve sonuçta bin yıldır gördüğümüz trençkotun aynısıyla, belki cebine bir kuş kondurup çıkıyorlar karşımıza.
Sonra da oturup düşünüyoruz “Modada neden artık özgün şeyler çıkmıyor” diye.
Bahane hep aynı: “Yapılacak her şey yapıldı.”
Ne demezsiniz! Veya belki de deyin artık!
PAÇA NEDEN KISALIYOR
Çağlayan moda dünyasındaki insanları ilham verici bulmadığını, çünkü onların dünyayla ilgilenmediklerini söylediğinde aslında herkesin bildiği bu dünyanın “yüzeysel insanlarla dolu olduğu” düşüncesini desteklemiş oldu: “Onlar son modalardan, yeni tasarımcılardan bahsetmeyi seviyor. Bu konulardan ne kadar konuşabilirsiniz ki?”
İşte moda dünyasının sanatçı kişiliklere uygun olmadığının bir kanıtı.
Ben sanatçı değilim ve yıllardır moda yazarı olarak bilinegeldim ama ne yalan söyleyeyim, sezon trendleri hakkında konuşanları en fazla 10 dakika dinleyebiliyorum. Ve mesela paçaların kısaldığı haberi beni hiç ilgilendirmiyor. Peki o paçalar niye kısalıyor, arkasında bir felsefe var mı, bakın işin o kısmıyla ilgiliyim.

Hep ben denilen ilişkiler

Özel hayatından hiç bahsetmeyen Hüseyin Çağlayan’a bir ilişkide aradığı mimariyi sordum. Modern ilişkilerle sorunu olduğundan dem vurdu: “Tanıştığım insanların çoğu kendinden bahsetmeye bayılıyor, asla soru sormuyor. Ben tersiyim, çok soru sorarım. Benim için mükemmel ilişki diyalog üzerine kuruludur. Modern ilişkilerde sadece monolog hakim. İki kişiden biri sürekli kendinden bahsediyor: Ben ben ben... ‘Bir dakika’ diyorum, ‘Kendimi terapist gibi hissediyorum’.”
Ona galiba en çok bu konuda katılıyorum. Onun gibi merak benim de itici gücüm. Dünyayı ve insanları merak etmeden, sadece kendi ekseninde nasıl yaşanır bilmiyorum. Monolog ilişkilerin bütün gün aynanın karşısına geçip kendi kendine konuşmaktan bir farkı var mıdır? Kendine hayranlık, benmerkezcilik önünde sonunda patlayacak bir balon değil midir?
Ama dünya bunlarla dolu, Bülent Ortaçgil’in dediği gibi “İnsanlar günler boyunca hiç soru sormadan durur”.
Yazının Devamını Oku