İpek Durkal

Bir şansım daha var mı

8 Ekim 2011
İki yıl önceydi... İşadamı Halis Toprak ile evlendi, Türkiye’nin gündemine oturdu. Kızılca kıyamet koptu, ‘17 yaşındaki kız 71 yaşındaki adama satıldı’ diye... O ise burnundan kıl aldırmadı... Ya da biz öyle sandık... Şimdi boşanma arifesindeki Nazlıcan Tağızade kendisi için mucizeden kabusa dönüşen evliliğin arkasından hayata yeniden başlayabilmenin yollarını arıyor

17 yaşındaki Nazlıcan Tağızade ile 71 yaşındaki Halis Toprak bundan iki yıl önce evlenmiş, yer yerinden oynamıştı. Aklı başında herkes bu nikaha karşı çıktı ancak ne Nazlıcan ne de Halis Toprak oralı olmadı. Özelikle kadın gazeteciler ve kadın dernekleri ayaklandılar ama kimse söz geçiremedi Nazlıcan’a. “Ben ne yaptığımı biliyorum. Size ne oluyor! Siz böyle davranınca benim eşime olan hevesim artıyor” türü açıklamalar yapıldı Nazlıcan cephesinden.
Bizlerin gözünde, maddi durumu yerinde olmayan ve henüz çocuk denecek yaştaki Nazlıcan dedesi yaşında bir adamla ‘gelecek garantisi’ adı altında evlenmiş ya da evlendirilmişti. Aslanlı Köşk’e yerleşmiş, tavrını da sertçe göstermişti. Eh ağzımızın payını aldık, sustuk.
Dokuz ay ya sürdü ya sürmedi bu evlilik ve kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülmeye başlandı. Karşılıklı suçlamalar yenilir yutulur cinsten değildi. Seks, entrika, para, fanteziler, şiddet her şey ortaya saçıldı. Bir tek ‘aşk’ ya da ‘sevgi’ yoktu konuşulanlar içinde...
Nazlıcan’ın intihara teşebbüs ettiğini de öğrendik bu arada.
Sonra kelimenin tam anlamıyla ‘atıldı’ Nazlıcan o Aslanlı Köşk’ten, boşanma ve tazminat davaları açıldı, hala yargıda...
Bilen biliyor, bir süredir Mehmet Coşkundeniz ile birlikte Star TV’de ‘Duymayan Kalmasın’ adlı programı sunuyoruz. Geçen hafta konuğumuz oldu Nazlıcan.
Ben kızgındım ona; seçtiği yaşam tarzına, 17 yaşında 71 yaşındaki bir adama ‘gelecek kaygısı’ adı altında gelin olmasına...

Yazının Devamını Oku

Kokpitten yolculara sağlam fırça

1 Ekim 2011
Ne oluyor demeyin... Cep telefonunu uzakta açan yolcu Atlesjet’in kaptan pilotu Mahmut Kaçar’ın gözünden kaçmadı

Hani insanların bam teli vardır ya, basıldığında canavara dönüşür, beni de çileden çıkartacak şeyler var. Örneğin saygısızlık ki en sık rastlanılanı, toplu taşıma araçlarında yanına oturup tam senin kulak hizana getirdiği telefonuyla en özel durumlarını bile konuşmaktan, dedikodu yapmaktan çekinmeyen insanlar... Acil durum vardır anlarım ama “Ben yoldayım sen n’apıyorsun” demek için konuşanların elinden o telefonu alıp camdan fırlatmamak için kendimi çok zor tuttuğum ya da cümlesi bitince “E, ne yapıyormuş bari arkadaşın?” dediğim çok olmuştur.
Toplu taşıma araçlarında yüksek sesle konuşmak ayıptır, görgüsüzlüktür ve maalesef sinirden saçınızı başınızı yolmaktan başka yapabileceğiniz bir şey yoktur...
Ancak toplu taşıma derken, uçağı ayırıyorum çünkü uçakta telefonla konuşmak düpedüz hem kendinin hem de etrafındakilerin hayatını riske atmaktır...
Biliyorsunuz ki, uçakta bir anons yapılır ve telefonlarınızı terminal alanına girene kadar açmamanız gerektiği söylenir. Bu da laf olsun diye değil, o manyetik dalga ciddi bir risk oluşturduğu için yapılır.
Ancak sadece biz Türk insanına özel bir durum var: Her birimiz kendimizi borsada milyon dolarlar yönettiğimiz ya da devletin en stratejik karar mekanizmasının başında filan sandığımız için pek önemsiyoruz. Uçak tekeri yere değdiği anda da milyon doları saniye farkıyla kaçırmamak, az sonra çıkacak savaşı filan durdurabilmek edasıyla hemen cep telefonumuza davranıyoruz!
Hostesler de çok önemsemiyor bu durumu. Bıkmışlar artık... Sonuçta ben ve benim gibi yolculara kalıyor iş! Geçen haftalarda yine böyle bir olay yaşadık, uçak hareket halindeyken açtı bir bey telefonunu ve başladı konuşmaya:
“He, geldim abi. Tamam inerim birazdan.”

Yazının Devamını Oku

Fenerbahçe’nin 8 bin lirası yokmuş

24 Eylül 2011
Parasızlığı gerekçe gösteren Fenerbahçe 18 kişilik senkronize yüzme takımını kapının önüne koydu Son aylarda varsa yoksa Fenerbahçe... Hele de geçen hafta sonu kadınların takıma sahip çıkış şekliyle yine bir tarih yazdı...
Ancak Fenerbahçe tarihi yazdığı gibi silmeyi de biliyor...
Fenerbahçe deyince herkesin aklına futbol geliyor doğru ama bunun basketbolu var voleybolu var yelkeni var, atletizmi var, senkronize yüzmesi var... Yani aslında vardı...
Daha önce burada yazmıştım, Fenerbahçe altyapılarında durumların karışık olduğunu...
Dediğim oldu.
Geçen hafta senkronize yüzme takımının kapatıldığı, takımın sporcularına sözlü olarak bildirildi.
Bundan üç yıl önce kurulmuştu takım ve başına da dünyanın sayılı senkronize yüzme antrenörlerinden Ania Vantorine getirilmişti. Üç yıl içinde geceli gündüzlü çalışan 9 ile 20 yaş aralığındaki 18 sporcu çok büyük başarılara imza attı. Kurulduğu günden itibaren yurtiçinde katıldığı tüm şampiyonaları ve turnuvaları şampiyon olarak bitirdi. Yurtdışında sayısız dereceler aldı, ödüller kazandı. Ancak tabii ki bir çoğundan haberimiz olmadı çünkü bir futbol dalı gibi zafer olarak sunulmadı bize.
Fenerbahçe deyince futbolla yatıp futbolla kalktık.
Milyon dolarlık futbolcu transferlerini ayakta alkışladık.
Ancak gelin görün ki koskoca Fenerbahçe’nin bu 18 genç sporcu ve antrenörleri için aylık 8 bin lira maliyetin altından kalkamadığını öğrendik.
Bu yüzden bu sporcuların ailelerine, “Ya kendinize bir sponsor bulun ya da takım kapanacak” dendiğinde inanmakta zorlandık.
Şimdi haftanın altı günü günde ortalama beş saat çalışan ve hedeflerine dünya kupasını koyan bu gençler ortada kaldı.
Antrenör Ania Vantorineise ise İtalya’dan teklif almasına rağmen gönülden bağlandığı gençleri bırakmamakta ısrar ediyor.
Veliler çaresiz sporcular ise ne yapacaklarını bilmez durumda...
Ben bir sorayım dedim...
Orada Fenerbahçeli sporcuların sesini duyan kimse var mı???
Yazının Devamını Oku

‘Bana Bir Masal Anlat’ anlat ki beynim yıkansın

17 Eylül 2011
Elimde bir hikaye kitabı... Adı, ‘Bana Bir Masal Anlat’. Martı Yayınları’ndan çıkmış. Külkedisi, Bambi, Pinokyo, Uyuyan Güzel, Heidi... Hangi masalı arasanız var içinde ve son derece yalınlaştırılmış haliyle. Hikaye bitince çocuklara ‘Bundan ne anladınız’ tarzında üç tane soru soruluyor. Kenan Ermiş’e ait olan ‘Kelebek’ ise kitaptaki en son hikaye... İtiraf ediyorum, ben ‘o yazıdan’ hiçbir şey anlamadım...

Hikaye şöyle...
(Kitapta olduğu haliyle  yani anlatım bozukluklarını düzeltmeden  yazıyorum...)
Vaktiyle çok güzel renkleri olan bir kelebek evlenmeye karar vermiş. Ardından güzel bir eş bulmak için bahçe çiçeklerini dolaşmaya başlamış. Aradığı eş kendine yakışan bir çiçek olmalıydı. Bütün zamanını çiçek bahçelerinde geçirmeye başlamış. Bazı güzel çiçeklere kimi böcekler konuyormuş. Oysa kelebek saf, el değmemiş bir çiçek arıyormuş. Üstelik çiçeklerin hepsi birbirinden güzelmiş. Bir papatyaya sormuş, “Şu güzel çiçeklerden hangisi bana eş olabilir?” Fakat cevap alamamış. Kelebek bir cevap alamayınca papatyanın yanından ayrılmış. Uçarken gözü beyaz renkli laleye takılmış, “Rengi çok beyaz, boyu da çok uzun bana yakışmaz” diye düşünmüş. Çiğdemleri ise hiç rahatsız etmemiş. Sonunda güzel bir menekşe görmüş. Ancak onlar da solunca güzellikleri kalmıyormuş... Sürekli uçmaktan yorgun düşen kelebek, bir evin penceresine dinlenmek için konmuş. Evin sahipleri kelebeği çok beğenmiş, yakalayıp bir tabloya iğnelemiş.
Kelebek: “Şu insanları hiç anlamıyorum, birisi de onlara böyle davransaydı hoşlarına gider miydi acaba ya da evlenseydim bunları yaşar mıydım” diye kendi kendine konuştu.
Bu sırada saksıdaki çiçeklere gözü takıldı. O çiçeklerden birine evlenme teklif etmiş. Belki evlenirse onu iğnelediği yerden kurtarabilirmiş.
Sonra da çiçeklerin hepsine, “Siz insanlarla beraber yaşıyorsunuz, size de güven olmaz” diyerek vazgeçmiş.
KENDİ SOYUNDAN EVLİLİK

Yazının Devamını Oku

Arkadaşlarımı almazsanız merdivenlerde tepinirim

10 Eylül 2011
Geçen hafta Turkcell Kuruçeşme Arena’da sahneye çıkan Jamiroquai’ı izlemeye gelen manken Ece Sükan’ın kendi bilekliğini bir arkadaşına vererek ‘lounge’a sokmaya çalıştığı, görevliler tarafından engellenince de konser alanını terk ettiği konuşuldu. Oysa olayın içyüzü hiç de o kadar masum değildi. Hemen anlatayım...

Ece Sükan Jamiroquai konserine sevgilisi Ediz Elhadef ile geldi ve lounge’a girdi. Lounge biraz yüksekte ayrı bir girişi olan ve misafirlerin ağırlandığı bölüm... Bu sırada, çiftin arkadaşları da geldi. Elhadef ve Sükan arkadaşlarının da lounge’a alınmasını istedi ancak bunun mümkün olmadığı söylendi.

İÇERİ GİRİŞ BİLEKLİKLERİNİ

Sevgililer kollarındaki bileklikleri çıkararak aşağıda bekleyen arkadaşlarına attı. Aynı bileklikle içeri girmeye çalışan arkadaşlara güvenlik görevlileri tarafından bilekliklerin kişiye özel olduğu ve bir başkasının bununla içeri girmesinin mümkün olmadığı söylendi.
İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Ece Sükan merdivenlerin üzerine çıkıp bağırıp çağırmaya, sinir krizi geçirmeye başladı. Pek ve hatta hiç normal (!) olmayan bu tepki herkesi şaşkına çevirdi. Kimse Sükan’ı sakinleştiremeyince konseri düzenleyen BKM’nin genel müdürü Zümrüt Arol Bekçe’ye haber verildi. Herkes şaşkınlıkla olan biteni izlerken, Zümrüt Hanım da olay yerine geldi. Ancak Ece Sükan geçirdiği sinir krizinin şiddetini artırıp saldırgan tavırlara başlayınca bu kez gerçek bir arbede yaşandı. Üstelik içine Zümrüt Arol Bekçe ve Ediz Elhadef’in de dahil olduğu...
Sonrası ne mi oldu, çifte konser alanını derhal terk etmeleri söylendi ve aile büyüklerine kulaklarını çekmeleri için minik bir kuşla haber gönderildi...

Film gibi aşkta tek engel akülü araba yokluğu

Haberi mutlaka görmüşsünüzdür. Geçen hafta hemen hemen tüm gazetelerde yer aldı çünkü... Hikaye şuydu: Parası olmadığı için kontör yükleyemediği telefon hattı başkasına devredilen İsmail Yalçın, merakından kendi eski telefon numarasını çevirdi ve hattın yeni sahibi Nurten Şeref ile tanıştı. Bu tanışıklık önce telefon arkadaşlığına sonra aşka dönüştü ve ailelerinin karşı çıkmalarına rağmen, Sakarya’da yaşayan İsmail Yalçın, Zonguldak Ereğli’de yaşayan Nurten Şeref ile dünyaevine girdi. Ancak burada hikayeyi biraz daha farklı kılan detay, Nurten Şeref’in yürüme engelli olması ve bu evliliğe her iki tarafın ailelerinin de karşı çıkmasıydı. Aşk hikayesinin detaylarını öğrenmek için evliliğe sebep olan telefon numarasını çevirdim. İsmail Yalçın açtı telefonu. Hemen tebrik ettim ama öğrendim ki bu evlilik yeni değilmiş, üç yıl önce yapılmış.

Yazının Devamını Oku

Annesi yıkamak için Pascal’ı bekliyor

27 Ağustos 2011
38 yaşındaki eski futbolcu, yeni ekran yıldızı Pascal Nouma dışarıda kaplan annesinin yanında kuzu. Hem de süt kuzusu... Dünyaca ünlü futbolcuydu. 2000 yılında Beşiktaş’a transfer oldu. Arada Olimpik Marsilya’ya gitti geldi. 2003 yılında oynadığı bir maçta Fenerbahçe’ye gol attıktan sonra tribünlere döndü ve elini şortunun içine soktu. Agresif futboluna ve hareketlerine alışkındı herkes; sık sık kavgaya karışıyordu adı ama bu kez ortalık fena ayağa kalktı. Sözleşmesi feshedildi, Türkiye Futbol Federasyonu’ndan yedi ay men cezası aldı. 31 yaşındaydı...
Sonra bir Katar takımına gitti, olmadı; futbolu bıraktı.../images/100/0x0/55ea8c01f018fbb8f8871654
Ardından yine Türkiye’ye geldi. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu’ filminde ve çeşitli reklam çalışmalarında rol aldı. Yarışma programlarına katıldı. ‘Yok Böyle Dans’ın ardından ‘Survivor’ ile yıldızını iyice parlattı. Ancak yine kendine hakim olamadı, adada sinirlenip Nihat Doğan’a saldırınca yarışmadan diskalifiye edildi...
Kısacası Pascal Nouma ismi hep kavga gürültüyle yan yana anıldı.
Star TV’de yaptığımız ‘Duymayan Kalmasın’ adlı programa geçen hafta Pascal Nouma konuk oldu. Yayın öncesi aklımdan bunlar geçti... Ne sorsam da sinirinden nasibimi değil, cevabımı alsam diye düşünüp durdum...
Oysa bambaşka bir Pascal Nouma vardı yayında. Kibar, neşeli, saygılı ve sevecen (Sevecen kısmını özellikle ekledim çünkü Türkiye’ye geldiğinde ilk öğrendiği kelimelerden biri ‘canım’ olmuş. Bizlere hep ‘canım’ diye hitap etti) ama en önemlisi anne kuzusu!
Hala banyosunu annesinin yaptırdığı 38 yaşında bir küçük çocuk...
Kendisi itiraf etti...
Annesinin görüntülerini ekranda izleyince gözleri doldu bir anda, ne yapacağımı şaşırdım. Aklımdan, ‘Acaba annesi hayatta değil de ben mi bilmiyorum!’ diye geçirirken, annesini çok özlediğini söyledi. ‘Hah’ dedim, ‘Şimdi nasıl toparlayacağım durumu...’ Ve bu durumdan beni yine kendisi kurtardı, annesini tam altı aydır görmediğini söyledi. Meğer Fransa’da yaşayan annesinin uçak korkusu varmış ve oğlunun yanına gelemiyormuş. Pascal Nouma da işleri dolayısıyla gidememiş yanına ve çok özlemiş anneciğini.
O dolu gözleriyle dönüp de demesin mi, “İki hafta sonra görüşeceğiz annemle. Biliyorum bana sarılacak, yemeğimi yedirecek sonra da beni banyoya sokup yıkayacak...”
Türkçesi az ya, ben yanlış anladım sandım, tekrar sordum; yok, doğru anlamışım. 38’lik Nouma’yı hala annesi yıkıyormuş...
Ve kız arkadaşlarının bu durumdan hiç haberi olmuyormuş...

HEDEFİ BEŞİKTAŞ’A TEKNİK DİREKTÖRLÜK

Pascal Nouma’nın Beşiktaş sevgisini bilmeyen yok. “Öldüğümde İnönü’ye gömülmek istiyorum” diyecek kadar hasta Beşiktaşlı. Hala Beşiktaş’ın hiçbir maçını kaçırmıyor. Ancak artık sahada değil, tribünde omuz veriyor takımına. “Peki” dedim, “Tribünde olmak nasıl bir duygu? Sahada olmak istiyor musun ya da müdahale ediyor musun oturduğun yerden maça?”, “Hem de nasıl!” diye yanıt verdi... Ve en büyük hayalini de şu sözlerle açıkladı: “İnşallah Beşiktaş’a teknik direktör olacağım. Hayatta en çok bunu yapmak istiyorum...” Nouma bu hayalini hedefe dönüştürmek için şimdi lisans başvurusunda bulunuyor.

ADI SAVAŞÇI PASCAL NE YAPSIN!

Nouma’ya adının neden hep kavgayla anıldığını da sordum; haksızlığa dayanamadığını söyledi... Ve insanların isimlerinin anlamına uygun karakterler taşıdıklarına işaret eden hikayesini anlattı: “Annem ve babam flört ederken bir erkek çocukları olursa adını Pascal yani ‘Savaşçı’ koymaya karar vermişler. Evlenmişler. İlk çocukları erkek olmuş ama nedense adını Pascal koymamışlar, sonra bir başka oğulları doğmuş ona da başka isim vermişler... Nihayet ben doğduğumda adımın Pascal olmasına karar vermişler. Savaşçı bir oğul için beklemişler...”
Yazının Devamını Oku

Yüzüklerin Efendisi Hüsn-ü Aşk’tan esinlenme

20 Ağustos 2011
Ben değil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan söylüyor bunu

Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan... Kendisi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi. Haliyle Türk diline son derece hakim. 2005’te ilk basımı yapılan ‘İslam’ı Kuran’dan Okumak’ kitabı çok ses getirmişti. Din adı altında uygulanan hurafelere, hem eserlerinde hem de bireysel söylemlerinde şiddetle karşı çıkıyor Nur Doğan Hoca.
Prof. Doğan’ı katıldığı bir TV programında uçabildiğini iddia eden ve oturduğu koltuktan ‘Allah’ diyerek kendisini yerden yere atan bir vatandaş için sarf ettiği ve sosyal paylaşım sitelerinde fenomen olan, “Bunu alın dışarıya” sözleriyle de anımsarsınız...
Prof Nur Doğan’la geçen hafta bir araya geldik.
Fuzuli’nin Arap, Türk ve Fars edebiyatlarının en tepe eseri olarak tanımlanan ‘Leyla ile Mecnun’u dilimize notlar ve açıklamalarla çevirdiği aynı adlı kitabı üzerine konuştuk.
Önceki yıllarda Yapı Kredi Yayınları’nın bastığı kitabın sekizinci baskısı Yelkenli Yayınevi’nden çıkmış.
Şimdi bu kitabın tiyatroya uyarlanması gündemde.

SHAKESPEARE’VARİ BİR ÇALIŞMA

Şiirsel bir anlatımla, içinde gazellerin de olduğu, hatta eserin sahibi Fuzuli’nin de hikayeye monte edildiği, bugüne kadarki örneklerinden çok farklı bir çalışma gerçekleştirmiş Prof. Nur Doğan.

Yazının Devamını Oku

Teravih namazı var mı yok mu

13 Ağustos 2011
Ramazan ayı içindeyiz ya, her türlü dini konu üzerinde onlarca yorum yapılıyor. Ama zaten karışık olan kafamız iyice karışıyor... Çocukluğumun ramazanlarından en net aklımda kalan, saatler öncesinden sıraya girdiğim sıcak pide kuyruğu, iftardan 10 dakika önce oturulan, elde su bardağı ‘top atılmasını’ bekleyen kalabalık sofralar, TRT’de iftar duası ve mahalleden arkadaşlarla toplanıp teravih için gittiğimiz Emin Ali Paşa Camii...
Aradan uzun yıllar geçti. Her şey değişti.
Artık sıcak pide için kuyruğa girmiyoruz, birbirinden büyük fırınlar-pastaneler son teknolojiyle neredeyse her dakika pide çıkarıyor; kapımıza kadar da getiriyor. Kalabalık sofralar desen, herkes kendi hayatını yaşıyor; çoğumuz kalabalık sofrayı bırak, iki kişilik sofraya hasret kaldı...(Bkz. anne evinden ayrılmanın sonradan çıkan acısı) Ve birbirinden değerli hocalar ardı ardına teravih diye bir namazın olmadığını iddia ediyor...
Çocukluktan kalan her şey gibi ramazan hatıralarım da hızla tuzla buz oluyor.
Hadi pide için kolaylık diyelim; yalnız sofralar için de, kendi tercihimiz...
Peki ya yüzyıllardır tüm İslam alemi tarafından kılınan teravih namazları ne olacak?
Geçen hafta İlahiyat Profesörü Yaşar Nuri Öztürk, Hürriyet Pazar Gazetesi’nde Mehmet Yaşin’e verdiği röportajda “İslam’da teravih diye bir namaz yok. Peygamberimizin bizzat yasakladığı bir şeydir, peygamberimizden sonra bu namazı koydular. Geçen sene bunu Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır da söyledi” deyince, gözler Bayındır Hoca’ya çevrildi. Bayındır Hoca da katıldığı ‘Yerden Göğe’ programında geçen yılki açıklamalarını destekledi. Biz de ‘Duymayan Kalmasın’a önce Yaşar Nuri Hoca’yı ardından da Şeker Hoca olarak tanınan Celal Tilgen Hoca’yı konuk ettik. Her ikisi de teravih namazının Peygamber Efendimiz’in ardından çıktığını, Peygamber Efendimiz’in teravih diye adlandırdığımız namazı camide değil evinde kıldığını söyledi.

TEREDDÜTE DÜŞMEK BİLE YANLIŞ

Tabii ki bu iddiaya karşı çıkanlar da var.
Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Doç. Dr. Halil Altuntaş, “Bu namaza teravih desek de başka bir namaz desek de, böyle bir namaz vardır. Sevgili Peygamberimiz mescitte, ramazan ayının son 10 günü içerisinde birkaç gece toplanarak sahabilerle teravih namazı kılmıştır” dedi. Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu Başkanı Prof. Dr. Saim Yeprem de, “Teravih konusunda tereddüte düşmek yanlış” dedi.
Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş’in açıklaması daha orta yolu buldu. Ateş, “Teravih bu adı Hz. Peygamber zamanında değil, Hz. Ömer zamanında aldı. Peygamberimiz zamanında bu ad altında bir namaz kılmadı. Peygamber yasakladı mı, öyle bir şey söz konusu değil. Peygamber namazı yasaklar mı, nafile ibadet olarak Peygamberimizin sünnetine uygundur, niye aykırı olsun?” diye konuştu.
Kafalar iyice karıştı.
Teravih diye bir namaz var mı yok mu?
Ramazan ayı bitmeden gerçeği öğrenebilir miyiz, yoksa bu polemiğin devamı, ramazan gündemi oluşturmak kontenjanından bir sonraki ramazana mı kalır...

Okuyun öğrenin

Malatya Şeker Camii’nin imamı olduğu için adı ‘Şeker Hoca’ olarak bilinen Celal Tilgen Hoca, Kuran’ı Kerim’i okumadığımızdan dem vurdu, “Bize ellemeyin, yüksekte tutun, korkun ondan vs. öğretildi. Bu ne demek biliyor musunuz, aslında sen kitabı okuma, öğrenme, uzak dur” demek. Yıllardır kafamı meşgul eden soruyu sordum hocaya: Diyelim ki akşam eve geldim. Uyumadan önce yatağıma uzanıp Kuran’ı Kerim’i okumak istiyorum. İbadet için değil; öğrenmek, anlamak için... Bu günah mı? Yani abdestli olmalı, örtünmeli, oturur pozisyonda mı okumalıyım?”
Hoca’nın cevabı gayet netti: “Abdestli olmanın dışında diğerleri hurafe. Gayet tabii ki yatağınıza uzanıp okuyabilirsiniz. Allah’ın ilk emri ‘Oku’ değil mi? Okuyun, öğrenin...”
Yazının Devamını Oku