İpek Durkal

Nadire İçkale kirpikleriyle kadınların gündemini değiştirdi

9 Aralık 2011
Hafta boyunca iki kadın yan yana geldi mi konu aynıydı: İş kadını Nadire İçkale’nin bahsettiği kirpik uzatan ilaç. Aslında ilaç olarak yola çıkılmış da o artık bir kozmetik ürün... Baktım herkes bunu konuşuyor ben de konuyu enine boyuna araştırdım

Geçen hafta erkeklerin gündemi futbolda şike iddianamesi, biz kadınlarınkiyse Ayşe Arman’ın yaptığı Nadire İçkale röportajıydı. Röportajın tamamı çok güzeldi kabul de, Nadire Hanım’ın bahsettiği bir ürün sayesinde şu kesmek zorunda kalacağımız kadar uzayan, gürleşen kirpiklere takıldık kaldık.
Nadire İçkale kirpiklerine rimel sürmediğini ve Amerika’dan aldığı bir ilaçla kirpiklerini uzattığını söylüyordu.
Bu röportaj yayınlandığından beri nereye gitsem ortamdaki kadın sayısı ikiyi geçtiği an bu konu konuşuluyor...
Kadınların büyük derdidir kirpikler. O rimel üç beş sürmeden sonra donar, topaklaşır:
Sürmeyi beceremezsen kirpiklerinde minik minik kirpiler oluşur. Bir sebepten gözün sulanır, o rimel akar, bir anda gözünün etrafı pandanın doğal yapısına döner.
Hiç rimel sürmeyeyim desen, o da olmaz; gözlerin silik, sönük kalır...
İşin özü, bizim için çok ama çok önemli bu kirpik uzatan, gürleştiren ve hatta rengini koyultan ürün.

Yazının Devamını Oku

Cırcırböceklerini susturabilir misiniz!

3 Aralık 2011
Sessizliği severim. Hani kendinle kalırsın, yazarsın, çizersin, içini dökersin, haftalardır eline yapışan kitabı bir çırpıda bitirirsin, kararlar alırsın, düşünür taşınırsın, kendine hak verir ya da çok kızarsın ama bir şekilde hesabı kapatırsın... Sessizlik iyidir yani...

Tam da bu köşenin adı gibi oldu; aklım gerçekten Cunda’da kaldı...
Geçen hafta sonunu Cunda’nın en
eski otellerinden Ortunç Club’da geçirdik. Orhan ve Necla Tunç ile oğulları Onur Tunç’un sahibi olduğu otelin bahçesine çıkıp yeşille mavinin sessizlik içindeki birleşimini izlerken dudaklarımdan, “İnsanda yazı yazma duygusu uyandırıyor” cümleleri döküldü. Meğer zaten, Yaşar Kemal’den Pınar Kür’e pek çok yazar bu otelde konaklamış, roman yazmış. Hatta rahmetli Avni Arbaş buranın manzarasını görünce resmetmiş.
Öyle bir sakinlik, bir huzur... Mesela odalarda TV’nin aynanın içine saklandığını söylesem herhalde otelin konsepti hakkında da bir fikir verebilirim. Gürültü, keşmekeş ve günlük yaşamın tüm hızından uzak gerçek bir dinlenme, kendini dinleme fırsatı... 12 ay boyunca açık olan otele 12 yaşından küçük çocuk da alınmıyor.
Tamamen kafa dinleme takıntılılar yok mu, olmaz mı, onlar da var tabii. Mesela geceleri bahçede öten cırcırböceklerini susturmaları talepleriyle de karşılaşmış Tunç ailesi geçmiş tarihlerde...

DENEYİM TURİZMİNE BAŞLAYACAKLAR

Otelin hemen hemen tüm gıdası ailenin 20 kilometre uzaklıktaki çiftliğinden geliyor. Her şey organik. Birkaç yıl sonra bu 200 dönümlük çiftlik arazisini de turizme açmayı planlıyorlar. Böylece dünyada yükselen değerler arasındaki ‘deneyim turizmi’ni Cunda’ya getirecekler. Doğanın kendileri kadar başkalarını da heyecanlandıracağını düşünüyorlar. Kim istemez ki kendi ektiğini biçtiğini akşam yemeğinde önünde görmeyi... Sütü inekten elleriyle sağıp, yumurtayı tavuğun altından almayı... Onur kahkahalar atarak anlattı, çiftliğe ilk inek aldıklarında tüm arkadaşları görmeye gelmiş: “Sanki yeni bir spor otomobil almışım gibi incelediler, çok heyecanlandılar çünkü daha önce hiç ineğe dokunmamış, süt sağmamışlar...”

Yazının Devamını Oku

Benim tablolarım Bedri’ye 22 bin Euro fark atıyor

26 Kasım 2011
Geçen yıl Contemporary İstanbul’da eserine biçtiği 2.5 milyon lira ile çok konuşulan Batmanlı ressam Ahmet Güneştekin bu yıl yine yaptı yapacağını. ‘Saf Adalet’ isimli yeni eseri için 2 milyon dolar fiyat belirledi. Geçen yıl kendisini çok eleştiren yakın dostu Bedri Baykam ile artık görüşmeyen Güneştekin, öyle şeyler söyledi ki, ressamlar arası böyle bir ‘atışmaya’ ilk kez tanık oldum. Bu arada ben de eziklendim, baştan söyleyeyim...

Yaşayan en pahalı Türk ressamı Burhan Doğançay’ın ardından yine yaşayan en pahalı ressamlardan biri olan Ahmet Güneştekin ile de geçen hafta bir araya geldik.
Geçen yıl Contemporary İstanbul’da sergilediği ve 2.5 milyon lira değer biçtiği ‘Güneşe Açılan Kapılar’ eseriyle çok tartışılan Güneştekin bu yıl altıncısı düzenlenen aynı etkinlikte yine 2 milyon dolar civarı değer biçtiği ‘Saf Adalet’ temalı eseri ve o başlık altındaki heykel ve resimleriyle katıldı. Güneştekin’in bugüne kadar en yüksek fiyatlı satılan eseri 1.5 milyon dolar ile ‘Çağ Tufanı’ oldu.
Ünlü ressam büyük emekle hazırladığı çalışmalarına biçtiği fiyatların çok daha yukarısının konuşuluyor olması gerektiğini söylüyor: “450 bin sanatçının yer aldığı Art Price’ın listesine bu yıl sadece sekiz tane Türk sanatçı giriyor ve dördüncü sıradaki benim” diyen Güneştekin, ilk kez kamuoyunda kendisi sayesinde rakamların bu kadar gündeme geldiğini belirtince önceki yıl Burhan Doğançay’ın 2.2 milyon dolara satılan ‘Mavi Senfoni’sini hatırlatıyorum... “Doğru, haklısınız” diyor Güneştekin ama ‘Saygı duyulacak huysuz ihtiyar’ olarak tanımladığı Doğançay’a kırgın olduğunu şu sözlerinden anlıyorum: “Benim için, ‘Everest’in tepesine helikopterle çıkmaya çalışıyor’ demişti. Desin, o ne derse kabulüm ancak imkanım varsa niye helikopterle çıkmayayım, eğer ışınlanma olsa kendimi ışınlardım.”
Güneştekin’in en büyük kızgınlığı, eski dostu Bedri Baykam’a: “Bay Kamber her şeye müdahildir. Kendisi spor, siyaset, Atatürkçülük, sanat her şeyin içinde olan değerli bir arkadaşımız. Bir programa telefonla bağlanıp, ‘Güneşe Açılan Kapılar’ için, ‘Bu eser bu parayı etmiyor’ dedi ama birkaç yıl önce kendisi bir eserine 2.5 milyon lira istemişti. Onun o telefonu üzerine 5 milyon dolara çıkarttım fiyatı. Meydan okudum, bunun adı meydan okuma.”
Peki satıldı mı o eser?: “Hayır, satılmadı. Zaten bir eve girecek eser değildi. 3 metreye 10 metre devasa bir yapıt. Bir kurum ya da müze dışında şansı yok. ‘Saf Adalet’in ağırlığı da 1 tona yakın. 3.5’a 10 metre civarında” diyor sanatçı ve şu iddialı cümleyi savuruyor: “Eğer bu çalışmamı koleksiyonerlere satsaydım, kimsenin hayatında göremeyeceği rakamları alırdım.”

2005’E KADAR PASAPORTUM YOKTU YURTDIŞINA BİLE ÇIKAMADIM

Bedri Baykam’ın Art Price listesinde kendisinden alt sıralarda olduğunun ve Baykam’a tablo başına 22 bin Euro fark attığının da altını çiziyor. Baykam’ın ressamlığını sorgulamasına fena içerlemiş: “Bedri Baykam benim kaç yıldır resim yaptığımı, yurtdışında hangi müzelere girdiğimi, hangi bienallere katıldığımı sordu. Yahu ben 2005 yılına kadar yurtdışına çıkmadım. Politik duruşum ve hayat şartları nedeniyle o tarihe kadar pasaport bile alamamış bir adamım. Popüler değildim belki ama çocukluğumdan beri resim yapıyorum. O zaman ben de soruyorum; o niye bugün dünya müzelerinde yok?”

Yazının Devamını Oku

Beni unutma derim ben ama belki de sen unutulmak istersin

19 Kasım 2011
Geçen hafta vizyona giren ‘Beni Unutma’ filmi soruyor: En fazla ne kadar sevebilirsin? Filmi sevdim hem de çok; işte hem benim sevgimin hem de oyuncu Açelya Devrim Yılhan’a sette duyulan tepkinin sebebi

Bir film, kitap ya da şarkı tavsiye etmeyi çok doğru bulmam. Çünkü o kadar kişisel ki bu tür zevkler...
Bir film mesela, sen nefret edersin, sıkılırsın ama ben bayılırım. Çünkü sen kendine ait hiçbir şey bulamazken ben belki bir bakış ya da bir sözcük yakalarım kendime dair. Sana çok uzaktır ama ben içselleştirebilirim hemen o sahneyi, cümleyi. Kitapta da böyle, müzikte de...
Herhangi birinin söylediği bir şarkının belki sadece bir cümlesi benim yüreğimi oyarken, sen o şarkıyı abartılı ya da anlamsız hatta belki sığ bulabilirsin...
Oysa o bir tek cümlede benim hayatımın anlamı, aşkı, acısı, hikâyesi gizlidir; bilemezsin...
Geçen hafta vizyona girdi ‘Beni Unutma’.
Bazı arkadaşlarım çok beğendi benim gibi, içselleştirdi, üzerine düşündü; kimi de hiç hoşlanmadı filmden.
Mesela ben, başrol oyuncusu Açelya Devrim Yılhan’ın (Olcay) Mert Fırat’tan (Sinan) özür dilediği sahnede bıraktım kendimi...

Yazının Devamını Oku

“Benim İçin Öldürme” diyecekler ama...

12 Kasım 2011
22 Ekim günü Kürt işadamları bir basın açıklaması yaptı ve PKK’ya, “Benim İçin Öldürme” dedi. 1 milyon imzayla Kandil’e gidilecekti ancak bu girişim başka bahara kaldı Hakkari’den 24 şehit haberine uyandığımız sabah ne zordu değil mi...
İçimiz dışımıza taştı, sokaklara döküldük, sesimizi duyurmaya çalıştık. Sonra bir grup Kürt işadamı ‘Benim İçin Öldürme Platformu’ kurduklarını, 1000 kişilik konvoyla İstanbul’dan Hakkari’ye yola çıkacaklarını söyledi. Doğu ve Güneydoğu’da barış mitingleri düzenleyecek sonra da, hedefledikleri bir milyon imzayı 100 kişilik bir grupla Kandil’e götürecek ‘Benim İçin Öldürme’ diyeceklerdi.
Hemen ardından Van depremi oldu.
Tüm Türkiye Van’daki yaraları sarmak için seferberlik ilan etmişken; çatışma, şehit haberleri de birer ikişer gelmeye devam etti...
Ancak Van’da da depremin arkası kesilmedi. Gözümüz, kalbimiz, bir elimiz Van’daydı...
Benim İçin Öldürme Platformu bu arada imzaları topladı mı, bir milyon imzayı buldu mu, yola çıktı mı habersiz kaldık...

YOLA ÇIKILMADI AMA YOL HARİTASI TAMAM

Platformun basın sözcüsü Tahir Tikici’yi aradım. Daha bir milyon imzayı bulamamışlar, yola da çıkamamışlar. Ancak önceki gün toplanmış, kendilerine bir yol haritası çizmişler. Tahir Bey, 29 Ekim’de Taksim’de yapmayı planladıkları sessiz yürüyüşü Van depremi sebebiyle iptal ettiklerini, imza kampanyasını www.benimicinoldurme.org ve www.benimicinoldurme.com adresleri üzerinden yürüttüklerini anlattı. Bu adreslerde 117 bin civarında imza atıldığının, dileyenlerin başka barış önerilerini de buradan kendilerine ulaştırabildiklerinin altını çizdi.
Diğer Kürt işadamlarından gerçek anlamda destek görüp görmediklerini sordum, gördüklerini söyledi. Hatta 20 kadar Güneydoğulu sivil toplum kuruluşunu da arkalarına almışlar. Planları, Doğu ve Güneydoğu’nun akil isimleriyle bir araya gelmek, çeşitli illerde barış mitingleri düzenlemek. “1 milyon imza olmaz da 500 bin olur, 1000 araç olmaz da 300 araçlık konvoy olur ama iyi niyetimizi, barış isteğimizi göstermeliyiz” deyince Tikici’ye, yola çıkmak için neyi beklediklerini sordum: “Önce Van depremi, şimdi de bölgedeki hava şartları bizi durdurdu. Artık önümüzdeki bahara” dedi.
İşin özü, bu girişim de bir başka bahara kaldı...

Bu da bana ders olsun

Şarkıcı Hamiyet ve eşi Ömer Sami Dursun ile 24 Ağustos’ta bir araya gelmiştik. Kadına karşı şiddetin gündemde olduğu günlerdi... Daha terör, deprem bu kadar sıcak değildi. TV programında gündemimiz, kocalarının dövdüğü, gözünü kırpmadan öldürdüğü kadınlardı.
Şarkıcı Hamiyet, makyöz Arzu Yurter, oyuncu Özlem Ören ve fotoğrafçı Fatoş Güneş bir fotoğraf çalışması gerçekleştirmişti. Dört kadının amacı şiddete karşı kamuoyunu ve devleti harekete geçirmekti. Bu yüzden geniş kapsamlı bir çalışma yapmaya, bunun ilk ayağının da fotoğraf çekimi olmasına karar verilmişti.
Hamiyet’in makyajı çok gerçekçiydi. Yıllarca aile içi şiddete maruz kaldığını ve hatta babasının annesini dövdükten sonra intihar ettiğini anlattı. Eşi Ömer Sami Dursun da bir önceki eşine şiddet gösterdiği için pişmanlık duyduğundan, varını yoğunu bu kampanyaya yatıracağını açıkladı. Billboard’lar kiraladıklarını, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’den destek gördüklerini, reklam filmleri, klipler çekeceklerini, çok önemli kişilerle bağlantıda olduklarını anlattılar.
Pek çok TV programına konuk, gazete haberlerine konu oldu Hamiyet ve eşi bu “yapacağız” açıklamalarıyla.
ODTÜ mezunu, Harvard doktoralı olduğunu iddia eden Ömer Sami Dursun hakkında geçen hafta gazetelerde ‘dolandırıcı’ haberleri çıktı. Bu bahaneyle aradım Hamiyet ve Ömer Sami Dursun’u. Ömer Bey dolandırıcılık iddialarını külliyen reddetti, dış mihrakların tuzağına (!) düştüklerini söyledi.
E peki ne oldu bu büyük kampanya, diye sordum Hamiyet’e... Albüm hazırladığını, bu kampanyayı şarkılarının önüne geçtiği için (!) ertelediğini anlattı.
Çok işe yarayacak mıydı Hamiyet’in başını çektiği çalışma; hayır tabii ki ama bu kadar hassas bir konunun bile ‘reklam malzemesi’ olarak kullanılması canımı sıktı.
Kadına şiddet çalışması albümün önüne geçmiş...
Keşke geçse, keşke her şeyin önüne geçse...
Bu da bana ders oldu.
Bir daha ‘yapacağız’ haberi ‘yaparsam’ iki olsun...
Yazının Devamını Oku

Damatlığın Cumhuriyet Bayramı konseptlisi mi olurmuş!

5 Kasım 2011
Eğer 29 Ekim’de evlenirsen olurmuş.. Mehmet Dalmaz bayrak gibi damatlığıyla dikkat çekerken, öğrendim ki Robert De Niro da kırmızı smokin sipariş etmiş... Çok mu karışık oldu; iyisi mi siz yazıyı okuyun

Hafta içi Vatan gazetesinde bir haber ‘Mehmet Dalmaz’ın damatlığı Cumhuriyet Bayramı konseptine uygun olarak Atatürk’ün dördüncü kuşak torunu Levon Kordonciyan tarafından dikildi’ diye.
Haberin neresinden tutsam?
Çocuğu olmayan Atatürk’ün dördüncü kuşak torunundan mı yoksa ‘Cumhuriyet Bayramı konseptine uygun damatlıktan’ mı?
Smokin ve frak dikiminde haklı bir şöhrete sahip olan ‘Kordonciyan’lardan Levon Kordonciyan, Atatürk’ün değil;  Atatürk’ün terzisi Levon Kordonciyan’ın dördüncü kuşak torunudur. Ata Demirer’den Orhan Pamuk’a kadar pek çok ünlü isim, onun diktiği smokinlerle kamera karşısına geçmiş, ödül törenlerine katılmıştır. Hatta Hollywood yapımı ‘James Bond Casino Royale’ filmi için de smokinleri Kordonciyan tasarlamıştır.
Yani işinde söz sahibi bir kimsedir. Tıpkı büyükdedesi gibi...
Eh o zaman şimdi de Levon Bey’e sormak lazım: “Cumhuriyet Bayramı konseptli damatlık ne demek?” Sonuçta Mehmet Dalmaz (67), Cumhuriyet Bayramı resepsiyonlarına da katılmıyor; altı üstü Zühre Sabaz (37) Hanım ile evleniyor.... (Mehmet Dalmaz bir dönem ‘mutluluk çubuğu’ taktırması ve eşi Gülay Hanım’dan boşanmasıyla pek gündemdeydi. Hatta kendisine genç bir sevgili bulmuş, ‘Daha da evlenmem’ açıklamaları yapmıştı...)
Levon Bey’i aradım. Kırmızı smokini ve papyonu Dalmaz tercih etmiş. Zaten bu yılın modasıymış. Türk bayraklı kol düğmelerini de Dalmaz istemiş, içine de beyaz gömleği giyince kıyafetin adı ‘Cumhuriyet Bayramı konsepti’ olmuş. Bay Levon bu adı da kendisinin koymadığını söyledi. Belli ki nikâhını 29 Ekim’e denk getiren Mehmet Dalmaz damatlığına, hatta bir adım ileri gidip düğün törenine de bir anlam yüklemek istemiş... Nikâhı kıyan Mustafa Sarıgül’le birlikte şahitlerine de Cumhuriyet’in 88. yılı rozeti taktığını ve nikâha katılan bir genç kızın da yüzüne ay-yıldız makyajı yaptığını görünce eyvah dedim; şimdi Kenan Doğulu da gelir ve kafaların en iyi olduğu saatte 10. Yıl Marşı’nı okursa, konsept tamam. Neyse Doğulu’ya gerek kalmamış o işi de Suzan Kardeş halletmiş.

BU YILIN MODASI KIRMIZI SMOKİN

Yazının Devamını Oku

Sesimi duyan var mı

29 Ekim 2011
Marmara Depremi’nin üzerinden 12 yıl geçti. Oradaki depremzedeler hâlâ ev mücadelesinde... Enkaz altından bile sesini duyuran Çisem, şimdi dama da çıksa kimsenin kendisini duymadığını söylüyor

Geçen hafta sonu Van’da gerçekleşen depremle büyük bir acı yaşadık. Üzerinden geçen bir hafta içinde kimi zaman Azra Bebek ile sevindik kimi zaman küçük Yunus ile ağladık.
Nefesleri tuttuk, enkaz kaldırma çalışmalarını izledik...
Mucizelere tanıklık ettik...
Acılara şahittik.
19 Ağustos depreminde de benzer görüntüler yaşamıştık. Çisem Uğur vardı mesela, beş saat sonra enkaz altından çıkarılan... Enkaz altında kalmayı anlattı Çisem. O, ömrü oldukça unutmayacağı beş saati... Yanı başındaki abisinin ölümünü kendisi gibi yaşam mücadelesi veren annesine nasıl hissettirmediğini, “Anne, abim pencereden atlayıp kaçtı” deyişini... O beş asır gibi gelen beş saati. Annesiyle idareli kullandıkları oksijeni, sesini duyuramayışını, dozerler gelince, “Kepçeyi üzerimize vurmayın” diye attığı çığlığı, bir küçük delikten hava almaya çalışmasını...
Sonrası, dedim, hayata yeniden gelmek bu değil mi? Hayatta kalmak için bu kadar çaba harcadıktan sonra neden geçen nisan ayında intihara kalkıştın?
Önce özetleyeyim:

Yazının Devamını Oku

Sakin ol hemen 911’i arıyorum

22 Ekim 2011
Bir Amerikan filmi repliği değil mi bu? Değilmiş oysa ki... O kadar kanıksamışız Amerikan filmlerini ve o kadar sık tuşlamışız ki 911’i, Sağlık Bakanlığı’nın 911’i mecburen 112’ye bağlamış...

Hafta için ‘Duymayan Kalmasın’da Defne Joy Foster’ın avukatı Ersan Taştekin bağlandı yayına. Defne Joy Foster’ın ölümü ve kapanan dosyası üzerine konuşuyorduk. Akıllarda kalan sorulardan biri, ‘Defne Joy, eğer vakitlice hastaneye götürülseydi şimdi yaşıyor olur muydu’ idi. Av. Taştekin, “Hastane hastane gezip doktor bulmaya çalışmak yerine artık 911 mi, neresi gerekiyorsa orası aranmalıydı” dedi. “112 diyecektiniz herhalde! 911 bize ait bir numara değil...” diye düzelttim. Bıyık altından da güldüm bu Amerikanvari ezbere. Ne de olsa 911, Amerika’nın kendi içinde acil yardım hattı. 911’i arıyorsun sana polis mi doktor mu ne lazımsa hemen yönlendiriyorlar. Ancak o kadar çok Amerikan filmi izledik ve “911’i ara- 911’i arıyorum”u içselleştirdik ki, bir süre sonra 112 (Acil Sağlık Hattı) ya da 155 (Alo Polis İmdat) yerine biz de 911’i tuşlamaya başladık.

BENDE KAL GÖZLERİMİN İÇİNE BAK

Geçenlerde de bir arkadaşım bisikletten düşmüş, yanındaki kişinin, “Bende kal, gözlerimin içine bak, başın dönüyor mu, sakin ol. Şimdi hemen 911’i arıyorum!” dediğini anlattı kahkahalar eşliğinde.
Sabah’ın Günaydın ekinde yazan arkadaşım Mevlüt Yüksel de benim gibi tongaya basmış, Taştekin’in “911’i aramalıydı” sözlerini eleştirdi yazısında. Hatta bir adım daha ileri gitti, Taşdelen’e kendince ayar verdi: “Neden 911’i aramadı’ dedin. 911, Amerika’da aranıyor. 911’i arayınca ambulans değil polis, itfaiye falan çıkıyor. Doğru numara 112 olacaktı!” diye...
‘Acaba bende mi hata, 911’i ithal mi ettik sonunda’, diye sayıklaya sayıklaya cep telefonumdan 911’i çevirdim. Bilin bakalım karşıma ne çıktı: İstanbul İl Ambulans Servisi!
Yani 911’i de 112’yi de arayabiliyormuşuz meğer artık. Hadi ben canlı yayındaydım, kontrol edemedim de Mevlüt keşke üşenmeden bir kontrol edip öyle yazsaymış...
Neyse, bizim programın üzerine Prof. Dr. Osman Özsoy da yenisafak.com.tr’deki köşesinde ‘Hani düzelecekti’ diye bir yazı kaleme aldı. O da 911 Amerika Acil Yadım Hattı’ndan yola çıkarak, “Amerikalı bize kendi numarasını ezberletmiş, biz kendi halkımıza kendi acil çağrı numaramızı ezberletememişiz. Bu konuyu yazmaya karar verince dün üşenmeden saydım, acil durumlarda aranabilecek en az 50 telefon numarası var” dedi ve bütün bu numaraların tek bir çatı altında toplanması gerekliliğinin önemine değindi.

Yazının Devamını Oku