İpek Durkal

Çocuklar nasıl anlasın ‘Kanun böyle yavrum’dan

18 Aralık 2010
Anne-baba anlaşamayıp ayrıldıysa, ortak çocuklarını birbirinin canını yakmak için kullanıyorsa, kanunlar kimden yana? Reha Muhtar ‘Çocuğumu görmek istiyorum’ söylemiyle bu yaraya parmak basacak Reha Muhtar ile Deniz Uğur sessiz sedasız başladıkları beraberliklerini yine sessiz sedasız bitirdi. Ancak arada iki tane çocuk olunca işin rengi değişti. Çift, ayrıldıktan sonra çocukların kiminle kalacağı konusunda bir türlü mutabakata varamadı. Önce ikizlerin Baltalimanı’nda yalıda yaşayan Reha Muhtar’ın yanında kalmalarına karar verdiler. Deniz Uğur da istediği zaman çocuklarla burada kalacak böylece çocuklar alıştıkları düzene devam edecekti.
Burada temel olan çocukların, anne-babalarının ayrılığından etkilenmemesiydi. Ancak sonrasında çiftin arasında ne yaşandı bilinmez, Deniz Uğur mahkemeye başvurdu. Çocukların babaları Reha Muhtar ile kanunun belirlediği saatlerde ve günlerde görüşebilmesi karara bağlandı.
Bu işler sonuçlanana kadar bir ay göremedi Muhtar çocuklarını...
Sonra da mahkemeden karar çıktı.
Muhtar, çocuklarını 15 günde bir hafta sonları görebilecek. Çocuklar 15 günde bir, Muhtar ile birlikte, doğdukları evde kalabilecek.
Bu konuyu Vatan gazetesindeki köşesine taşıyan Muhtar’a onu destekleyen yüzlerce mail geldi. Kimi aynı sıkıntıyı yaşadığını söylüyordu kimi de bu kararın ne çocuk ne de ebeveyni açısından hiç sağlıklı olmadığını...
Reha Muhtar pek çok insanın kendi gibi yaralı olduğunu fark edince yine köşesinde, “Ne birilerini etkileme amacım var, ne birilerini eleştirme... Mahkemeler kanunları uygular... Yasalar neyse onu uygulayacaklar, bu değişmez... Ama kanunlar değişebilir... Zamana, şartlara, hayata ve çocukların duygusal gelişimlerine uygun olarak değişebilir... Değişmelidir” diye bir yazdı ve hemen arkasından da ‘Çocuğumu görmek istiyorum’ söylemini kamuya açtı.
Tanıdığım Reha Muhtar bu işin peşini bırakmaz. Ne kendi adına ne de diğer ebeveynler adına...
İlişkiler bitebilir, insanlar bir dönem aşkla baktıkları adama-kadına yabancı olabilir...
Ancak bir çocuğun en hassas noktasıdır anne-babası.
Ne anne ne de baba ‘eksik’ kalmamalı hayatlarından, anne babanın arasında her ne yaşanırsa yaşansın?
Bir çocuk anlar mı ‘Kanunlar böyle yavrum’dan...
Çocuğu kendi intikamlarının son noktası, en büyük silahı olarak görenlere sözüm:
O çocuk bir gün büyür, gerçeği görür ve bunun hesabını bir şekilde sorar sizden.
Ancak en büyük korkum, annesizliğin-babasızlığın çocuk ruhlarında tamiri mümkün olmayan yaralar açması...
O çocuklara ileriki yıllarında hep dönüşü olmayan hatalar yaptırması...

Demet’e Geyikli yaradı

‘Eyvah Eyvah’ın Çanakkale Geyikli’de çekilen ikincisi, 7 Ocak’ta vizyona girecek.
Filmin fragmanını izledim ve gözlerime inanamadım. Firuzan’ı canlandıran Demet Akbağ (50), görüntü itibariyle yarı yaşına düşmüş. Tamam bacakları, vücudu filmin ilkinde de çok konuşulmuştu ama bu kez yüzü de bambaşkaydı. İlk filmin galası geldi aklıma, Akbağ şiş yüzüyle galaya katılmış ve tüm gazetelerde ‘botoks kurbanı’ diye haber olmuşu. Sonra sanatçıyla röportaj yapmış, botoks değil estetik yaptırdığını öğrenmiştim. Akbağ, “Galadan yedi hafta önce yüzümdeki yorgunluğun izlerini silmek için küçük bir estetik yaptırdım. Ancak yüzümün şişliği ya inmezse diye o kadar stres yaptım ki iyileşmem uzun sürdü” demişti.
Başkaları gibi estetiğini ne saklamış, ne gizlemiş; açık açık söylemişti.
Akbağ’ın şişlikleri inmiş, yüzü oturmuş... Öyle denir ya!... Tam bir fıstık olmuş.
“E iki film arası bu kadar gençleşmeyi seyirciye nasıl açıklayacaksınız” diye Firuzan’a sordum. O meşhur kahkahası eşliğinde şu yanıtı verdi: “Manti, Geyikli’nin temiz havası pek yaradı bana.”
Yazının Devamını Oku

Serap da çocuktu!

11 Aralık 2010
İETT otobüsünde uğradığı molotofkokteylli saldırı sonucu ölen Serap Eser’i öldürenler ‘taş atan çocuk yasası’ndan yararlanacak. Serap’ın ağabeyi Ümit Eser soruyor: “Benim kardeşim de çocuktu. Onun elinde ne silah ne molotofkokteyl vardı... Bu vahşiliği çocukluk adı altında görmezden mi geleceğiz şimdi?” Halkalı Orhan Cemal Fersoy Lisesi son sınıf öğrencisiydi. Dersleriyle arası iyiydi, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla da ama biraz içine kapanıktı. Günlüğüne yazardı her şeyi. Sessizdi... Utangaçtı... Bir övgü ya da güzel söz karşısında yüzü kızarırdı hemen.
Fanatik olmamakla beraber Galatasaraylıydı. Aslında Fenerbahçe’yi tutuyordu ama sonra fikrini değiştirmişti. Türkçe dersini seviyor, matematiğe mesafeli duruyordu. Pek sevmiyordu sayılarla uğraşmayı. Kendini bildi bileli hemşire olmak istiyordu. Üniversitede bu bölümü kazanmak için dershaneye gidiyordu.
Facebook sayfası vardı onun da diğer tüm yaşıtları gibi, burada paylaşıyordu fotoğraflarını, duygularını.
Koç burcuydu. Kitap okumaktan büyük keyif alıyordu. Kendisinden biri yedi diğeri 12 yaş büyük ağabeylerinden izin kopardıkça sinemaya gitmeyi de...
Cem Adrian ve Şebnem Ferah şarkılarına bayılıyordu. Şebnem Ferah’ın ‘Sil Baştan’ şarkısını bağıra bağıra söylüyordu evin içinde... Bir de İngiliz rock grubu Placebo dinliyordu.
Anasının babasının bakmaya kıyamadığı, ağabeylerinin gözlerinden sakındığı, arkadaşlarının dert ortağı Serap’larıydı...
Yani sizlerin 17 yaşındaki evladınızdan hiçbir farkı yoktu Serap Eser’in...
8 Kasım 2009’da dershane dönüşü 89 A kodlu İETT otobüsüne bindi.
Evine dönecekti, yemeğini yiyip derslerine çalışacaktı. Sonra erken yatacaktı ki sabaha uykusuz kalmasın... Büyük ihtimalle ertesi gün yapacaklarını bile planlamıştı kafasında. Evlerinin karşısındaki Papatya durağında otobüsten inecekti. Durak karanlık olduğu için baba Zübeyr Eser her akşam kızını durakta karşılıyordu. Neme lazım, sapığı vardı, hırsızı vardı... Ancak PKK, yani evinin kapısının önündeki terör onun bile aklına gelmemişti.
Otobüsü gördü uzaktan Zübeyr Bey, Serap da kapıya doğru ilerleyip düğmeye bastı, otobüs durdu ve...
Serap ne olduğunu anlamadı çünkü otobüsün önünü kesen maskeli teroristlerin içeri attığı molotofkokteylleri yüzünden bir anda alevler içinde kaldı.
Babası yaralananın kendi kızı olduğunu bilmeden yardım etti, eli yandı. Serap apar topar Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürüldü. Vücudunun büyük bölümü yanmıştı ama tam 29 gün daha yaşadı, bu acıları niye yaşadığını bile bilmeden...
Serap’ın öldürüldüğü otobüs durağı evin karşısında, ebediyen uyumaya çekildiği mezarlıksa arka tarafındaydı.
Serap’ın annesinin yüreği buna dayanamadı.
Her balkona çıkışında fenalaştı, camdan dışarı bakamadı...
Eser Ailesi, 17 yıl boyunca oturdukları evlerinden taşındı.
Serap’ın ölümünün üzerinden bir yıl geçti.
Geçen hafta mahkemesi vardı saldırının...
Yedi sanığın yargılandığı davada R.S., M.D., Ö.K. ve Ö.B.’nin (isimlerini yazamıyoruz, 18 yaşından küçükler ya!) dosyası, Çocuk Mahkemesi’ne gönderildi. Yani ‘taş atan çocuk yasası’ndan faydalanacak ‘molotofkokteyl atan çocuk(!)lar’...
Serap’ın ağabeyi Ümit soruyor şimdi: “Benim kardeşim de çocuktu. Onun elinde ne silah ne molotofkokteyl vardı. Bu vahşiliği çocukluk adı altında görmezden mi geleceğiz şimdi? Başbakan, Serap’ın davasında yargılananların bu yasadan faydalanamayacağını söylemişti, ne değişti?”
Serap, yaşıtları tarafından göz göre göre öldürüldü. Bu yasayla birileri içeride az yatacak ama Serap ebediyete kadar yattığı yerde kalacak.
(Not: Ümit Eser kardeşinin anısını yaşatmak için bir Facebook sayfası açtı. Bir anda 20 bin takipçisi oldu ancak bu sayfa Facebook tarafından nedensiz bir şekilde kapatıldı. Ağabey, “Birileri bizi şikayet etti. Serap’ı yaşatmadıkları gibi anılarının yaşamasına da izin verilmedi” diyor.)

ENBE’den yine bir yıldız doğuyor

Aslı Güngör, Mustafa Ceceli derken ENBE Orkestrası yeni albümde yine yeni bir isim buldu: Elvan Günaydın... Bulgaristan göçmeni bir ailenin 19 yaşındaki kızı Elvan. Bulgaristan’da endüstri mühendisliği okuyor. Müziği de çok seviyor. DMC’nin Yapım ve Pazarlama Müdürü Özden Bora’nın mail adresini bulup ona bir şarkısını yollamış. Bora’ya her gün gelen yüzlerce mail arasından bu ses ilgi çekmiş. Ve yeni isimlere şans vermeye özen gösteren ENBE’nin şefi Behzat Gerçeker bu isimle tanışmak istemiş.
Hemen stüdyoya girmişler. Sözlerini Ravi İncigöz’ün yazdığı ‘Eksik’ adlı şarkıda Mustafa Ceceli ile düet yapmışlar. Şarkı internette ve radyolarda çok büyük ilgi gördü. ENBE’nin iddialı albümü ‘Kalbim’ yarın satışa çıkıyor. Bu kez albümün bombası Elvan Günaydın.

Beş oyunlukmuş

Garajİstanbul’da Türk ve Alman sanatçıların ortak yapımı ‘Kabine’ adlı oyun, Zeliha Berksoy ve Dikmen Gürün salonu terk etme işi olmasaydı pek de adını duyuramayacaktı. Atatürk’e ‘ayyaş’, Deniz Gezmiş’e ‘eşcinsel’ denildiği için tepkilerini sesli olarak gösterip oyunu terk eden bu tiyatro duayenlerinin ardından oyunun adını duymadım bir daha hiçbir yerde. Garajİstanbul yetkilisini oyuna ilgi var mı, devam ediyor mu diye sormak için aradım. Meğer ön çalışması üç yıl süren oyun, sadece beş kez sahnelenmiş, sonra da rafa kalkmış.
Yazının Devamını Oku

Hırsızlarla centilmenlik anlaşması mı yapıldı

4 Aralık 2010
Yok böyle bir uygulama! Bazı bölgelerdeki müze ve ören yerlerinin güvenlikçileri bütçe tasarrufu için birkaç aylığına işten çıkarılıyor Tarihi eserlerimizi ne kadar koruyoruz? Gözlerimle gördüm Sümela Manastırı’nda fresklere verilen zararı... Pek çoğunun üstü kazınmış, karalanmış hatta bununla da yetinilmemiş, fresklere “Kerem Elif’i seviyor”, “Ben buradaydım imza bilmem kim...” minvalinde yüzlerce yazı yazılmış.
Tarihi eserlerimiz bir bir ayaklanıp (!) gidiyor zaten, elde kalanlara da halkımız tarafından anı defteri muamelesi yapılıyor...
Kültür ve Turizm Bakanlığı, müze ve ören yerlerinin güvenliğini özel sektöre devretti ama sıkıntı yine bitmiyor. Hatta büyüyerek devam ediyor, çünkü belirli dönemlerde bütçe tasarrufu için güvenlikler birkaç aylığına işten çıkartılıyor.
Örneğin Muğla İl Kültür Müdürlüğü hala güvenlik elemanı için ihale açmadı.
Bu demek oluyor ki, 1 Ocak itibariyle ucu açık bir şekilde bölgedeki hiçbir müze ya da ören yerinde güvenlik elemanı bulunmayacak!
‘İstanbul’da da durum aynı mı?’ diye İstanbul İl Kültür Müdürlüğü’nü aradım. Sistem orada da aynı ama işleyiş farklıymış. Neyse ki İstanbul’da hala bekçiler var. (Yeni bekçi alımı yapılmıyor artık, görevde olanların da emekliliği bekleniyor ama en azından şimdilik müdürlük bünyesinde henüz emekliliği gelmemiş yeterli sayıda bekçi varmış.)
Ama Muğla’da tek bir bekçi yok!
Bu da demek oluyor ki, 1 Ocak’tan itibaren Bodrum Kalesi ve Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi, Milas Müzesi, Fethiye Müzesi, Zeki Müren Sanat Müzesi, Marmaris Müzesi ve bölgedeki tüm ören yerleri korunaksız!
Şaka gibi değil mi?

SUPERMAN GİBİ MEMUR LAZIM

İçeri girip çıkana müze çalışanları göz kulak olacak. Mesela gişede bilet kesen görevli fırsat buldukça tarihi eserlerin yerinde durup durmadığını ya da içeride kurallara uygun davranılıp davranılmadığını da kontrol edecek!
Tıpkı geçen sene olduğu gibi.
Bölge, geçen sene de dört aydan uzun süre güvenliksiz kalmış meğer...
Her ne kadar ziyaretçi sayısı kışın azalsa da müzeler ve ören yerleri ziyaretçilere açık.
Olacak iş mi bu?
Yoksa hırsızlarla, kaçakçılarla ya da tarihi eserlere anı defteri muamelesi yapanlarla bir centilmenlik anlaşması imzalandı da bizim mi haberimiz yok?
NOT: Temizlik elemanları da taşeron olduğu için bu dönemde işten çıkarılıyormuş meğer. Aynı anda hem gişeci, hem güvenlikçi, hem devlet dairesi çalışanı, hem de temizlikçi olabilen tüm memurlara gönülden tebrikler...

Muzaffer Kuşhan Dubrovnik’te

2008 yılında Polonezköy’deki zayıflama kliniğinde 19 yaşındaki Dila Kunt’un hayatını kaybetmesi üzerine Dr. Muzaffer Kuşhan’ın pek popüler olan zayıflama kliniği kapatılmıştı. Kuşhan önce Kunt’un ölümüyle bir ilgisinin bulunmadığını, kliniği yeniden açacağını filan söylemiş sonra da sırra kadem basmıştı.
Birkaç hafta önce bir arkadaşım, Kuşhan’ı yanında yabancı uyruklu sevgilisiyle birlikte sosyetenin yeni gözbebeği Dubrovnik’te beş yıldızlı bir otelin kumarhanesinde gördüğünü söyledi.
Ben de Kuşhan’ın Dubrovnik’te beş yıldızlı bir otelin içine zayıflama kampı açtığını duymuştum. Haftalık 700 Euro’ya zayıflama vaat ediyor ve hatta eski müşterilerini Polonezköy yerine buraya davet ediyormuş.
En doğru cevabı Kuşhan’dan alırım diye düşündüm.

TELEFONLARA ÇIKMIYOR

Ne de olsa bir dönem her telefonumuza çıkan, her röportaj teklifini kabul eden isimdi...
Kuşhan’ın bu medya sevgisine-ilgisine güvenerek kendisini aramaya başladım ancak hangi kapıyı çalsam, ‘Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor’ durumuyla karşılaştım.
Polonezköy’deki kapatılan kliniği bile aradım.
Karşıma çıkan telesekreter, “Kuşhan Konaklama Tesisleri’ne hoş geldiniz, operatöre bağlanmak için lütfen bekleyiniz” deyince irkildim.
Bir ölünün telesekreter mesajını dinlemek gibiydi...
Çünkü o ses, konaklama tesisi olarak bilinen zayıflama kampı için ‘hala faaliyette’ izlenimi veriyor...
Bağlandığım operatöre, Kuşhan’la görüşmek istediğimi söyledim. Önce bir dakika bekletildim, o arada Kuşhan’a soruldu sanıyorum ve bana yine, ‘Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor’ tadında, “Kendisi yurtdışındaymış” cevabı verildi.
İlerleyen günlerde birkaç kez daha aradım ve en sonunda operatör tarafından uyarıldım:
“Hanımefendi, biz notlarınızı iletiyoruz. Kendisi görüşmek isterse sizi arar!”
Ha, bu arada ‘operatör’ aynı zamanda güvenlik elemanı olduğunu ve Polonezköy’deki tesisin ‘kesinlikle kapalı’ olduğunu da söyledi... Dubrovnik’teki tesisi soramadan da telefonu kapattı...
Yazının Devamını Oku

İkiz babası Engin Civan ve komşusu Selim Edes

27 Kasım 2010
Civangate skandalının iki ismi Engin Civan ve Selim Edes Amerika’da da birbirlerinden ayrılmadı. Eski davalılar koskoca Amerika’da birbirlerine birkaç kilometre uzaklıkta yaşıyor. Civan yeni eşi ve ikiz bebekleriyle Bethesda Maryland’da, Selim Edes ise Arlington’da oturuyor Rüşvetin belgesi mi olur p...!
Civangate skandalının mahkeme salonunda çınlayan unutulmaz repliği...
Engin Civan kendisine rüşvet verdiğini söyleyen Selim Edes’e “Aldıysam belgesini göster” demiş, Edes’in, “Rüşvetin belgesi mi olur p..!” cevabı, rüşvet literatürüne damgasını vurmuştu.
1994’te yaşanan, mafyadan siyasilere kimi ararsan içinde bulabileceğin beş milyon dolarlık rüşvet skandalı, Emlak Bankası ile kredi ilişkisi olan müteahhit Selim Edes’le dönemin Emlakbank Genel Müdürü Engin Civan arasında yaşanmıştı.
İş vurmaya, vurdurmaya kadar uzanmış, Civan ve Edes hapisle cezalandırılmış, ardından ikisi de Amerika’ya yerleşmişti.
Selim Edes geçen haziranda Tolga Tanış’a röportaj vermiş, Amerika’da danışmanlık-aracılık yaptığını anlatmıştı.
Peki ya Engin Civan?
Civan tüm borçlarını ödeyen Amerikalı eşi Michele J. Civan’ı iki yıl önce kanserden kaybetmiş, oğulları Erol ve Eren ile baş başa kalmıştı...

İKİNCİ KEZ EVLENMİŞ

Engin Civan geçen yıl Nihal Subaşı adlı bir hanımla evlenmiş.
Bethesda Maryland’de yaşayan çiftin geçen martta da ikiz kız çocukları olmuş. Engin Civan’ın ne iş yaptığı belli değil ama eşi hem Türk-Amerikan TV’de çalışıyor hem de PGC Public Schools’da öğretmenlik yapıyor.
Veee
İstemediğin ot burnunu dibinde biter misali, Engin Civan ile Arlington’da oturan Selim Edes Washington’da da neredeyse komşu olmuş...
Yani şöyle tarif edeyim, biri Etiler diğeri Beşiktaş’ta oturuyor gibi...
Merak ediyorum,
Karşılaşmışlar mıdır hiç?
Oturup bir acı kahveyle eski günleri anmışlar mıdır?
Ya da Engin Civan’ın evinde verdiği ‘bebek hediyesi’ davetine hediyesini alıp gitmiş midir Selim Edes?

Vicdansızlığın cezası yok mu

Dünyaya gelmesine daha bir ay vardı...
Annesi Yeliz Karahasanoğlu, Ümraniye’de sokak ortasında kurşunlandı.
Vuran kişi, aynı mahallede oturan Mehmet Selim Geçimli.
Evli ve çoluk çocuk sahibi Karahanoğlu ile aynı durumdaki Geçimli’nin aralarında bir ilişki olduğu iddia ediliyor ama gerçekte ne yaşandı kimse bilmiyor.
Yeliz olay yerinde öldüğü için konuşamıyor, Mehmet Selim ise susma hakkını kullanıyor.
Peki annesi öldüğü için sezaryenle alınan, uzun süre oksijensiz kaldığı için yaşıyor olmasına bir mucize olarak bakılan, ancak hayatı boyunca o günün izini fiziksel olarak taşıyacak Zeynep Gülfem bebeğin de bir hakkı yok mu?
Ne anasının ne de babasının ne de kendi ailesinden bir kişinin bile görmeye, dokunmaya ve koklamaya tenezzül etmediği bebeğe neyse ki Sosyal Hizmetler sahip çıktı.
Yeliz’in 12, dokuz ve üç yaşlarında üç çocuğu daha var. Eşi felçli ve bakıma muhtaç Mehmet Selim’inse 18 ve 17 yaşlarında iki çocuğu.
Yani her koşulda, artık annesi yaşamıyor olsa da, bebeğin kardeşleri var bu hayatta. Belki üç, belki beş tane...
Yeliz’in eşi, olaydan hemen sonra çocuklarını da yanına alıp mahalleden taşınmış. Geçimli Ailesi ise zaten hiç kimseyle görüşmezmiş.
Bugün yaşamının 23’üncü günü Zeynep Gülfem’in.
İnsanların 23 yılda bile taşıyamayacağı onca acı, onun ilk 23 gününe sığdı...
Her ne kadar geçen hafta tek başına soluk almaya başlasa da daha çok uzun süre o hastane odasında kalacak...
Tedavisi bitince de sosyal hizmetlerin bakımı altındaki yüzlerce ‘kimsesiz’ çocuktan biri olacak; kardeşlerine rağmen...
Özellikle sordum herkese, yok mudur bu ‘yok saymaya’ bir cezai yaptırım diye; vicdansızlık en büyük cezayı almalı çünkü...
Yokmuş...
Doktorlar son durumu şöyle anlatıyor: “Yaşadıkları şok geçince gelir, bebeğe sahip çıkarlar sandık. Gelmediler. Bu saatten sonra gelseler de fark etmez. Zeynep Gülfem için artık sosyal hizmetler devreye girdi. Ailesinden biri gelse bile teslim etmeyeceğiz. Zaten bebek sadece tek başına soluk alabilmenin dışında henüz yaşamsal bir başka tepki vermiyor. Emme ve yutma gibi refleksleri yok. Bakıma muhtaç. Uzun bir süre daha bizimle kalacak.”
Yazının Devamını Oku

Cratos Otel, Orhan Gencebay, Serdar Ortaç vs...

20 Kasım 2010
Bayramın magazin gündemi kesinlikle Orhan Gencebay ve Serdar Ortaç’tı. Orhan Baba ben diyeyim 20, siz deyin 25 sene sonra o sahneye çıktıysa, vardır içinde bir ‘Baba’lık Geçmişi şunun şurası dört aylık olan Kıbrıs Cratos Premium Otel’in her daim isminden söz ettirebilme başarısı takdir edilecek cinsten.
JLO gelecekti gelmedi, Shakira ile anlaştı anlaşmadı, Julia Iglesias’ın sahneye çıkmasını Rum lobisi engelledi engelleyemedi haberleriyle neredeyse bu isimlerin üçü birden sahneye çıksa, yapamayacağı tanıtımı yaptı otel. Bravo.
Tabii bu arada Ajda Pekkan ve Goran Bregoviç konserlerinin başarısını da atlamamak yazım.
Ama bence şu kadar konser içinde otel adına turnayı bir tek Serdar Ortaç vurdu, hem de gözünden...
Bunca yılın Orhan Baba’sı, kimselerin sahneye çıkmaya ikna edemediği Orhan Gencebay, kimin konserinde dayanamadı?
Serdar Ortaç’ın...
Hakkında onlarca söylenti çıkmışken, ‘Canlı söylemeyemez detone olur’dan ‘Albümlerinde şarkıları başkası söylüyor’ gibi onlarca şehir efsanesine karşı kılını kıpırdatmamış, sahneye çıkması için önüne serilen küçük çapta servetleri elinin tersiyle itmiş, Ajda Pekkan dahil pek çok sanatçının sahne davetini binlerce kişinin önünde kibarca reddetmiş Orhan Gencebay, ben diyeyim 20 yıl, siz deyin 25 yıl sonra ilk kez kimin sahnesine çıktı?
Serdar Ortaç’ın.
Bayramda eşi Sevim Emre ve Mehmet Ali Yılmaz’ın da aralarında bulunduğu arkadaş grubuyla Cratos Otel’de Serdar Ortaç’ı dinleyen Orhan Gencebay’ın sahneye çıkması ve üstelik de tam dört şahane eserini seslendirmesi her yerde haber oldu. Kime yaradı? Yine otele...
Buraya kadar tamam.
Ama bence bir durup düşünmek lazım. Orhan Gencebay gibi gerçek bir gönül adamı neden Serdar Ortaç’ın sahnesine gönüllü olarak çıkmayı ve canlı olarak şarkılarını seslendirmeyi kabul etti?
Ortaç’ın dört dörtlük sahnesini izlerken keyfin doruklarına çıkıp ve sonra da boş bulunup kendisini sahneye mi attı?
Ortaç, “Gençliğimden beri Orhan Gencebay hayranıyım. Hatta fanatiğiyim. Bütün şarkılarını ezbere bilirim. Sahnede onun şarkılarını söylerken baktım ki o da yerinde mırıldanıyor. Vokalistlerimi alıp yanına gittim, birini bir yanına diğerini öbür yanına oturttum. Ben de karşısında oturdum. Bir ev ortamı yarattım ve gerisi kendiliğinden geldi. Hem çok şanslıyım hem de çok mutluyum” dedi o geceyi sorduğumda...
Bence başka bir şey var diyecektim, vazgeçtim...
Çünkü bence başka bir şey var...
Orhan Gencebay acaba Ahmet Kaya mevzuu başta olmak üzere her fırsatta yerden yere vurulmaya çalışan Serdar Ortaç için onu sevdiğini, beğendiğini ve yanında olduğunu herkese göstermek istemiş olabilir mi?
Şimdi bu konuşuluyor: Sessiz ama büyük destek ve gerçek bu mudur acaba?

Çevir Sibel okuyalım

Sibel Alaş, 14 yaşındaki kızından haber alamayıp, kaçırıldığını sanınca ortalık karıştı... Neyse ki olay tamamen bir yanlış anlaşılmaymış. Tuğçe evde, Alaş ve eşi Zeki Aköz’ün keyfi yerinde.
Hem geçmiş olsun demek hem de bayramını kutlamak için aradım Alaş’ı. Heyecanlıydı, “Deli gibi çalışıyorum” dedi. Albüm yapıyor diye sevindim, ‘Adam’den ‘Fem’e, ‘Küçük Ev’den ‘Lavanta Düşleri’ne kadar onlarca şarkısını bıkmadan tekrar tekrar dinlerim çünkü. Ama o kadar uzun ara veriyor ki yeni şarkılara...
Meğer çevirmenliğe başlamış. İstanbul Üniversitesi Amerikan Dili Edebiyatı mezunu Alaş, “Sonunda eğitimini aldığım işi yapabiliyor olmanın keyfini çıkarıyorum” dedi.
Jamie Ford’un Epsilon Yayınevi’nden bu yıl çıkan ‘Kırık Kalpler Oteli’ romanını çevirmiş. “Mutlaka oku, bayılacaksın bu aşk hikayesine” dedikten sonra esas heyecanının sebebini de anlattı. Tüm dünyada satış rekorları kıran, dizisi, bilgisayar oyunları bile yok satan, yedi kitaplık ‘Buz ve Ateşin Şarkısı’ serisinin Türkiye hakkını da Epsilon almış. Alaş şimdi gece gündüz bu serinin birinci kitabı ‘Taht Oyunları’nı çeviriyormuş.
Daha önce Arkabahçe Yayıncılık’ın bastığı bu romanı ve serinin tamamını önümüzdeki yıl Alaş’ın kaleminden okuyacağız.
Yine de müziği sormadan edemedim. Mayıs’ta çıkacakmış albümü. Şu günlerde Yonca Evcimik’in yeni albümü için çalıştığını anlattı. 1990’lı yıllarda Yonca Evcimik bir pop starı, Sibel Alaş da okuldan yeni mezun bir ‘gönüllü yazar’ken tanışmış ve ‘Tükendik’ başta olmak üzere pek çok hit şarkıya imza atmışlardı.
94’te ‘Tükendik’ gibi çağının çok ilerisinde bir şarkı yapan bu ikili 2010’da neler yapmaz...
Yazının Devamını Oku

Milli Çapkın’ın güzellik kumpanyası il il geziyor

13 Kasım 2010
Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan Milli Çapkın Süha Özgermi meğer güzellik yarışmaları düzenlemeye devam ediyormuş. Üstelik aynı yıl içinde aynı isimle farklı illerde.

Düzenlediği güzellik yarışmalarının yanı sıra yanında hep güzel kadınlar olduğu için adı Milli Çapkın’a çıkan Süha Özgermi (87) ilerleyen yaşına rağmen güzellik yarışması organizasyonlarında hiç hız kesmiyor. Hatta öyle ki aynı yarışmayı ‘Onursal Başkan’ sıfatıyla aynı yıl içinde birkaç ilde düzenleyecek kadar seri çalışıyor...
Örneğin bugün Samsun Marin Otel’de biletlerinin 250 liradan satıldığı ‘Dünya Medeniyetler Kraliçesi Güzellik Yarışması 2010’ düzenlenecek.
Hadi afili olsun, yarışmanın uluslararası (!) adı da: Miss Civilization Of The World 2010...
Özgermi bu yarışma için aylar öncesinden belediyeyle irtibata geçti, çalışmalara başladı. Yerel basına da, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı şehir olması nedeniyle Samsun’da bu yarışmayı düzenleyeceğini ve bunu geleneksel hale getireceğini anlattı. (Geçen yıl da aşağı yukarı aynı şehir övmelerini Gaziantep için de yaptığını internette küçük bir gezintiyle öğrendim.)
Samsun Büyükşehir Belediyesiyle görüşüldü.
Samsun’un tanıtımına etkisi olacağı söylenip ekibin 30 bin lira civarındaki yol ve konaklama masrafları da belediyeden istendi. Ancak Samsun Büyükşehir Belediyesi’nin uyanık bir çalışanının dikkati sayesinde ortaya çıktı ki, Süha Özgermi bu yarışmayı aynı isimle bu yıl içinde farklı yerlerde üç kez daha düzenlemiş. İzmir Selçuk ve Balıkesir Manyas’ta da yapılacağı duyurulmasına rağmen iptal edilmiş.
Samsun Büyükşehir Belediyesi yarışmayı durdurmak istedi. Ancak iş işten geçmiş, temaslar sağlanmış, duyurular yapılmış, yerel basına bol bol malzeme verilmiş ve biletler satılmıştı...

İSVEÇ GÜZELİ LİTVANYALI

Yazının Devamını Oku

Senkronize yüzme mi? O da ne?

6 Kasım 2010
Spor deyince aklımıza ne geliyor? Önce futbol. Sonra basketbol, voleybol... Yüzme? En sonlarda. Senkronize yüzme? Aaa öyle bir spor mu var?

Var, hem de geceli gündüzlü çalışan, çoğu zaman katıldıkları yurtdışı yarışlarda Rus zannedilecek kadar yetenekli çocuklarımız ve gençlerimiz var. Ancak Türkiye’de bu spora ilk kucak açan kulüp Galatarasaray olmasına rağmen şimdi ipler Fenerbahçe’nin elinde. Türkiye şampiyonları Fenerbahçe’den çıkıyor.
Senkronize yüzme, dağcılıktan sonra dünyanın en zor ve efor sarf ettiren sporu olarak tanımlanıyor. Kulüpte, yaş aralığı 5-22 olan sporcular hafta içi 18.30-23.00 arası hafta sonu da günde ortalama beş saat çalışıyor. Yani her gün aralıksız yüzüyorlar, üstelik doğa kanunlarına ters gelecek kadar stilli!
Her gün çocuğunu antrenmana götüren ve çıkışını bekleyen fedakar velilerin sayısı az olduğu için topu topu bir avuç gönüllüyle yürüyor bu işler... Diğer bilinen spor dallarında olduğu gibi sponsorları da yok. Dolayısıyla kendi yağlarıyla kavruluyorlar. Çoğu zaman yurtdışında düzenlenen yarışlarına bile katılamıyorlar çünkü finanse edecek güçleri yok. 

Fenerbahçe mi? O da velilere usturuplu bir dille, “Size havuz ve antrenör veriyoruz ya işte, bundan sonrası sizin. Kendi sponsorunuzu kendiniz bulun” diyor. Veliler de kapı kapı kendilerine sponsor arıyor. Ne için? Çocukları yurtdışında takımlarını ve Türkiye’yi temsil edebilsin diye!

YILDIRIM AKBULUT BİR GÜN

Yazının Devamını Oku

Keko göç etmeye mecbur mu

30 Ekim 2010
Elazığ depreminin sembolü olan Keko için verilen tüm sözler unutulmuşken bir tek Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül sözüne sahip çıktı; geçen ay Keko için Elazığ’da bir ev aldı.

Elazığ’da 8 Mart’ta yaşanan, 52 kişinin hayatını kaybettiği depremin sembolü olmuştu Keko... Sekiz yaşındaydı, o da yaralanmıştı. Tedavisi tamamlanıp hastaneden çıktığında annesiyle kardeşinin öldüğünü öğrenmiş, Okçular köyünde bulunan evlerinin enkazının altına girip annesini ‘son bıraktığı yerde’ aramıştı...
Küçük Keko’nun bu büyük acı karşısında verdiği tepki herkesi etkilemiş, depremden sonra bölgeye akın eden, aralarında Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da bulunduğu herkes önce Keko’yu ziyaret etmişti. Hatta koyu bir GS hayranı olan Keko İstanbul’a getirilmiş, Florya Metin Oktay Tesisleri’nde ağırlanmış, Trabzon maçı için takımla birlikte Trabzon’a gitmiş, maçı da sakatlığı yüzünden forma giyemeyen Arda Turan ile birlikte izlemişti...

SÖZLER HAVADA UÇUŞTU

Keko’ya o dönem ev ve eğitim sözleri havada uçuştu.
Ancak ne Türk Eğitim Derneği (TED) verdiği burs sözünü tuttu ne de diğerleri.
Keko, depremi öğrenince Almanya’dan dönen işçi ama şimdi işsiz babasıyla birlikte kendilerine verilen prefabrik evde yaşamını sürdürmeye devam etti. TOKİ’nin köyde yaptırdığı evlerden de alamadılar çünkü öncelik ev sahiplerinindi. ‘Artarsa size de vereceğiz’ dediler. Arttı ama bu kez de oraya sağlık personelinin, öğretmenlerin yerleştirileceği söylendi.
Bundan sonrasını Keko’nun babası Mehmet Ali Çiçek anlatsın:

Yazının Devamını Oku