Hadi Uluengin

NATO’nun Libya’da işi var mı?

2 Mart 2011
“NATO’nun Libya’da ne işi var?”

Cevabı içinde olan bu soruyu TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan telaffuz etti.
“Yok” diyen yanıtı Almanya gezisi sırasında vermekle de Batı’yı uyarmış oldu.

* * *

BAŞBAKAN’ın uyarısı doğru ve yerindedir!
Gerçekten de NATO’nun  “ş-u  a-n” için Libya’da işi yoktur ve olmamalıdır!
Gaflete düşüp Mağribi ülkeye “ilişmek” bir çuval inciri berbat etmek anlamına gelir. Böylesine bir gaflet ise ilkin, şimdiye dek esas itibariyle seküler – demokratik rotada ilerleyen Arap Devrimlerinde teokratik – totaliter güçlerin ön plana çıkmasına zemin yaratır.

Yazının Devamını Oku

İmrendiren beceri

1 Mart 2011
LİBYA’daki yurttaşlarımızın tahliyesi mükemmele yakın bir biçimde gerçekleştirildi. Az buz bir rakamdan söz etmiyoruz. İki pırpır uçağa sığdırılacak insan getirmedik.
Şu kadar bin kişiyi denizin ötesinden ve çölün rıhtımından uzak bir yakaya taşıdık.
Üstelik de çok kısa süre içinde yaptık ki her babayiğidin üstesinden geleceği iş değildi.
Operasyonel bir altyapı, dakik bir eşgüdüm, bilhassa da siyasi bir irade gerektiriyordu.
Unsurlardan birinin eksik olması durumunda kaçınılmaz olarak tevekküle sığınacaktık.
Bingazi’de, Tobruk’da, Trablus’da hâlâ ecel terleri dökecek olan vatandaşlarımız için “salimen bir dönsünler, kurban adadım” diye kaygılanmayı sürdürmeye devam edecektik.

BU takdirde en önce, o iradeyi beyan eden iktidara, o eşgüdümü sağlayan sivil ve askeri otoriteye ve o altyapıyı sunan ve yöneten kurum ve personele şükran borçluyuz.
Eğer “partizan ve fanatik” bir muhalif değilsek böyle bir teşekkürle yükümlüyüz.
Nitekim de yabancı basın Ankara’nın tahliye harekâtını “imrenilecek beceri” diye tanımladı ve kendi lakayt hükümetlerini topa tutarak Türkiye’yi örnek gösterdi.

İMDİİ, bu “imrenilecek beceri” asla bir milliyetçi olarak değil ama su katılmamış bir yurtsever olarak benim sırf “kavmî gurur” (!) içgüdümü kabartmakla kalmıyor.
Aynı zamanda da ülkemin nerelerden nereye gelmiş olduğuna dair delil sunuyor.
Çünkü şunu asla unutmayalım: Yukarıda “tahliye” diye tanımladığımız şey aslında tüm tarihimiz, en azından yakın tarihimiz boyunca bizim kaderimizle bütünleşmiştir.
“Tahliye ettiklerimiz” ise Libya’daki gibi dış ülkelerde yaşayanlardan oluşmamıştır.
Öz be öz kendi yurtlarını terketmek zorunda kalan Türk - Osmanlı tebaayı kapsamıştır.
Ama burada “tahliye” deyimini kullanmak fazla iyimser oluyor. Çok abartılı kaçıyor.
Zira bu kelime en azından asgari bir düzen, organizasyon ve planlama çağrıştırır.
Oysa hangi düzenden, hangi organizasyondan ve hangi planlamadan bahsediyoruz?

HADİ, meslekten askerlerin acısını yansıttığı için Belgrad düştüğünde “Belgrad’dan çıktım beş idi / Kurân’ımla Martin’im eş idi” veya Plevne muharebesi bittiğinde “Düşman Tuna’yı atladı / Karakolları yokladı” diyen hazin ricat türkü ve marşlarını geçelim.
Peki de onların gerisindeki yüzbinlerce, milyonlarca sivili nasıl unuturuz?
Bırakın devletin Bosna’dan tren yahut Köstence’den vapur tahsis etmesini!
O devlet ki sıfatı gayet pohpohlu bir “Âliyye”ydi ama “tahliye” yeteneği sıfırdı!

EVET sıfırdı ve düşünün ki yaylı arabayla bile değil, öküz kağnısıyla bile değil, hatta eşek eğriyle bile değil, ta aynı Belgrad Sava’sının, ta aynı Plevne Tuna’sının, ta aynı Bosna Drina’sının kıyısından itibaren yüzlerce fersah yürüyerek yarı aç - yarı tok; yarı sefil ? yarı pejmürde; yarı sağ ? yarı ölü Çatalca’ya, Yeşilköy’e, Çekmece’ye ulaşabilen Evlâd-ı Fatihan ’ına bir kâse sıcak çorba ve bir tane Hilâl-i Ahmer çadırı dahi verebilecek güçten yoksundu.
Rumeli, Kafkas ve Adalar ahalisi 93 Harbi’nde, Girit isyanında, Balkan hezimetinde Trakya ve Anadolu’ya akarken; kıtlık ve hastalıktan kırılırken söz konusu “Devlet-i Âliyye” nin ne imdat konvoyu yetiştirecek, ne aş ocağı kaynatacak, ne de yara saracak mecali vardı.
Evet evet, kısmen 1923 Mübadele’si hariç tutarsak yakın tarihimizde biz hiç “tahliye operasyonu” gerçekleştiremedik ve daima, olsa olsa “tahliye bozgunları”na uğradık.

KABUL, yukarıdakilerle kıyaslanmayacak ölçekte ama yine de bugün neredeyiz?
Bugün denizaşırı tahliyelerde dahi “imrendirecek beceri” gösteren bir yerdeyiz.
Öyle az buz ve küçümsenecek şey değil, 93 Harbi muhacirlerinin torunları farkındadır!
Yazının Devamını Oku

Silivri’ye dair

26 Şubat 2011
BİR bölüm “Ergenekon” ve “Balyoz” zanlısının durumu vicdanımı sızlatıyor.

Bunu söylerken tabii ki cürmünden adım gibi emin olduğum bazılarını kastetmiyorum.
Ancak, velev ki yine şaibe altında olsunlar, diğer bazılarının encamı asla onaylanamaz.
Ne şu kadar zamandır Silivri’de yatıyor olmaları, ne de zaten elâstiki yasaları çekiştire çekiştire ikide bir tevkifata uğramaları insani ve hukuki açıdan kabul edilebilir şeydir!
Çünkü bu tür bir adalet uygulaması evrensel kıstaslardaki adalet değildir!

DEĞİLDİR zira ilkin, firar etmeyeceği ve delil karatmayacağı aşağı yukarı belli olan ve kendilerine isnat edilen suçlamalarda da muğlaklık bulunan zanlılar farklı muamele görür.
Genel hukuk içtihatlarına göre onlar pek çok defa serbest yargılanırlar.
Yani yukarıdaki türden sanıklar, daha hüküm kesinleşmeden ve henüz dava sürerken, her insanın en meşru ve en temel hakkı olan özgürlükten mahrum bırakılamazlar.

Yazının Devamını Oku

Libya gerçeği ve partizanlık körlüğü

24 Şubat 2011
PARTİZANLIK, partizanlıktır! İster yandaşlıkta, ister karşıtlıkta olsun öz değişmez.

Gözü kapalı bir bağnazlığa tekabül eder. Tarafgirlik inatçı gerçekleri reddetmeye varır.
Ve işte bugünkü aşamada da “karşıt partizanlar” şu eksende belden aşağı vuruyorlar.

BAŞBAKAN Libya’daki son arbede karşında neden “babalanamıyormuş”?
Niçin daha “mert”(!) ve daha “dobra”(!) konuşmuyormuş?
Yani Mısır’daki isyan sırasında sözünü esirgememiş ve Hüsnü Mübarek’e açık açık “hadi artık tasını tarağını topla ve git” demiş olan Ankara lideri, iş o Mübarek’e bile kat be kat rahmet okutan Muammer Kaddafi’ye gelince hangi gerekçeyle alttan alıyormuş?

DOĞRUSU pes! Çünkü her şeyden önce dinime küfreden bari Müslüman olsa!
Öyle ya, yukarıdaki komik demagojiyle bugün bu eleştiriyi getirenler daha dün aynı Başbakan’ın aynı Mısır’a ilişkin “sert çıkışı”ına ateş püskürmüyorlar mıydı?

Yazının Devamını Oku

Statüko ve Arap devrimleri

23 Şubat 2011
LÂFI eveleyip geveleyip renk vermemeye çalışıyorlar ama nafile! Arif olan anlıyor. Şöyle ki, bizim “ulusalcı ? statükocu” zevat Arap devrimlerinden hiç hoşnut değil!

Hoşnut değil ne kelime, gizlemeye çalışsalar bile içlerinden nefret kusuyorlar.

Mümkün olsa, zaten “fellah” diye küçümsedikleri kitleleri bir kaşık suda boğacaklar.

Tunus’ta Akdeniz’e, Mısır’da Nil’e, Libya’da Fizan’a gömecekler.

Nitekim bunların kalemşorları tarafından yapılan tahlilleri satır aralarından bir okuyun.

* * *

İLKİN her zamanki gibi komplo teorilerinden medet umdular.

At atabildiğin kadar, ceride sütunlarında ve malûm dezenformasyon sitelerinde asilerin “ABD parmağında oynatıldığını” çağrıştırdılar. “Arabî Soros” (!) moros diye gevelediler.

Fakat çok kör kör parmağım gözüne kaçtı. Millet poposuyla gülünce ısrar edemediler.

Bu defa da kâh “anti-emperyalizm”, kâh “feodal gerilik” lâfazanlığına başvurdular.

Mümtaz Soysal’ın Kemalist modele en yakın Tunus’taki Zeynel Abidin bin Ali diktatoryasını nasıl can-ı gönülden sahiplendiğini tarih vererek zaten daha önce alıntılamıştım.

Ardından, isyan sosyal-faşist bir yönetimin hüküm sürdüğü Cezayir’e de sıçramak eğilimi gösterince “Ergenekoncu Maocular”, “Batı kışkırtması” diye yaygara koparttılar.

Her halükarda statükocu cenah daha ilk andan itibaren “İslami tehlike” çanını çaldı.

“Onlar hiç olmazsa laikti” diyerek beterin beteri var korkusunu yaymaya çalıştılar.

* * *

TABİİ yukarıdaki korku aslında kendi korkularından kaynaklanıyor. Ödleri kopuyor.

Çünkü kürede ne zaman mini minnacık bir değişim yeli esse, bizimkiler dev tayfuna yakalanmış kıtıpiyos kayık gibi titremeye ve sallanmaya başlıyorlar. Nitekim hatırlayın!

Komünizmi çökerten ve “Duvar”ı yıkan 1989 Devrimi insanlığı sevince boğarken onlar, “eyvah Soğuk Savaş bitti, önemimiz azalacak” diye ağlamaya koyulmamışlar mıydı

Çünkü aslında “önemi biten şey” bir devlet ve ülke olarak Türkiye falan değildi!

Eski dünyada varlık ve misyonuna göz yumulan o statüko unsurlarının ta kendisiydi!

Dolayısıyla, 1989’daki evrensel dönüşüm er veya geç mutlaka Türkiye’ye de dönüşüm dayatacağından eski egemenlerin paniklemesi maddenin tabiatına uygun düşüyordu.

* * *

İMDİİ, Arap devrimlerin yarattığı ve yaratacağı dinamiğin “ulusalcı ? statükocu” zevatı bugün tekrar paniğe sürüklemesi yukarıdaki maddenin tabiatına yine uygun düşüyor.

Fakat kendi varlıksal korkularını “İslami tehlike” diye başkalarına sallamaları boştur.

Böylesine bir taktik hanidir yaşadıkları stratejik ricatta ancak can havli hamlesi olur.

Zira rota gelecekte nereye kırılırsa kırılsın, Ortadoğulu kitlelerin yıktığı ve yıkmakta olduğu şeyler aslında bizim “ulusalcı - statükocu” cenahın gönülden iman ettiği şeylerdir!

* * *

EVET öyledir ve Bin Ali’nin ve Mübarek’in geçmişte daha Batıcı ve laik; Kaddafi’nin ise daha “Üçüncü Dünyacı” ama daha dini belagat kullanmış olması özü değiştirmez.

Yani Türkiye’deki kesimin ideolojik bakış açısından değiştirmez. Hepsi detaydır.

Zira tüm bu rejimler bizimkilerin tapındığı otoriter payandalar üzerinde yükseliyordu.

Nitekim de başta Tunus ve kısmen Mısır, bazıları “eski Türkiye”den esinlenmişti.

Oysa yine böyle bir Türkiye esinlenmesi var ama bugünkü örnek farklıdır.

Yeni emsâl “ulusalcı ? statükocu” kesimin nefret ettiği “yeni Türkiye” modelidir.

Yani, Dar-ül İslam’da “Müslüman Demokrat” kimliği ilk kez bir siyasi kurum olarak yaratan ve modern sekülarizmle bütünleşen AKP’nin iktidar olduğu şimdiki
ülkemizdir!

Ve o “ulusalcı ? statükocu” zevat bunu cin gibi saptadığı içindir ki Arap Âleminde esen devrim fırtınasından çok korkmaktadır, çünkü son nefesinin de söndüğünü görmektedir.
Yazının Devamını Oku

Kaddafi’ye kardeş nasihatı

22 Şubat 2011
PSİKOLOJİDEKİ Pavlov şartlanmasından olacak, fotoğraf veya ekranda ne zaman Muammer Kaddafi’nin meymenetsiz suratını görsem bilinç kontrolümü o an kaybediyorum.

Otomatik refleks beyin irademe itaat etmiyor. Yukarıdaki İvan Pavlov’un zil çalınca ağzı sulanan deney köpeği gibi benim de aklıma derhal Necmettin Erbakan geliyor.
Çünkü hatırlayın, mazinin RP lideri Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz, 1996 sonbaharında yaptığı ilk iş Libya’daki “kardeşini”(!) tavafa gitmek olmuştu.
Ve Berberî meczup orada kendisine resmen fırça attı ki, bizimkisi güzelce sineye çekti
Ya Rabbi şükür, Kaddafi  bu muameleyi yaptıkça Erbakan uğurlu ayağıyla çöle mucizevî rahmet götürdüğünü mü sandı ne, kılını hiç kıpırdatmadan Fizan Bedevisinin devetüyü çadırda ülkemize verip veriştirmesini ve de üstelik “nasihat”(!) buyurmasını şapur şupur yuttu.
Sonra yurda döndüğünde de “kardeşimle görüş teatisinde bulunduk” deyiverdi.

İMDİİ, düşünün ki bu rezil küstahlığa yeltenen “kardeş” öyle Nuh-u nebi zamanında falan değil, henüz yüzyıl önce Payitaht’tan yönetilen eski Trablusgarp eyaletimizin albayıdır.
Çarıklı olmasa bile İtalyan sömürge alayından yetişme bir “cellâbalı erkân-ı harp”tir.

Yazının Devamını Oku

Ayin bitmeden

19 Şubat 2011
BİR, iki, üç... Yedi, sekiz, dokuz... Onbir, oniki, onüç...

“Mukaddes Gözbebeği Hanımımız” kilisesinin çanı saati haber verdi.
Madeni tınılar şehrin güneşli kış sükunetinde uzun müddet yankılandı.
Sınırın öte yakasında ismi “Maas” değil “Meuse” diye telaffuz edilen ırmağı da aştı.
Hatta muhtemelen Belçika tarafındaki tek engebeye, yani tepeden hem nehri ve kanalı, hem de Hollanda ve Almanya’yı denetleyen Eben-Emael kalesinin eski tabyalarına bile ulaştı.
Hemingway’in İspanya İç Savaşı’ndaki “çanlar kimin çalıyor” sorusu hatırladım.
Acaba bu çanlar da İberya’dan hemen sonraki 2. Savaş’ta o betonu muhkim, neferi kof kaleyi 10 Mayıs 1940 sabahı üfürükle zapteden Nazi paraşütçülerin kurbanları için mi çaldı?

NEYSE, Belçika kurmayının şapşallığını geçelim, klisede hareketlenme olmuyor.

Yazının Devamını Oku

Kıvılcım çölü tutuşturacak mı?

17 Şubat 2011
HATIRLARSANIZ iki hafta önce burada Tunus’a ilişkin bir özeleştiri yapmıştım.

Çünkü pek çok gözlemci gibi ben de “Yasemin Devrimi” konusunda yanıldım.
Tahminimim tersini temenni etmiştim ama soğuk ve nesnel olduğunu düşündüğüm o tahmin, Akdenizli çiçek kokusunun Arap Âlemine pek yayılamayacağı yönünde olmuştu.
Ne mutlu, o öngörüm yanlış fakat o dileğim doğru çıktı.

YANLIŞ çıktı, zira yukarıdaki isyan kokusu çölün hamsin rüzgârıyla değil ama postmodern zamanların “iletişim fırtınası” sayesinde doğuda Fizan’ı, batıda da Sahra’yı aştı.
Benim hesaba katamadığım oranda muazzam ve devasa bir “sanal fırtına” esti.
Devrim cep telefonuyla, dizüstü bilgisayarıyla, televizyon ekranıyla muzaffer oldu.
Şarkta Mısır’ın “Büyük İhtilal”i derken Nil sularında girdaplı akıntısına dönüştü.

Yazının Devamını Oku