Ferzane Zenan

Kelepçe

24 Temmuz 2011

LEOPAR kumaş kaplı, tüylü kelepçe, pembe kılıflı peluş cop ve yanında şık torbasıyla bir fantezi kelepçe...
Biraz pahalı ama şişme kadın alırsanız kamçı veriyorlarmış yanında hediye.
Peki ya elektronik kelepçe?
Haberiniz yok belki ama o da yeni bir şey değil ki.
Amerika’da Jack Love adında bir savcı Örümcek Adam’dan esinlenip bu sistemi uygulamadan önce de bizde zaten vardı, çoktan kullanılıyordu.
Hem de daha suç işlenmeden, elektronik değil üstelik, daha etkili, direkt beyine monte.
Elektronik kelepçeymiş, oldukça fantastik dedim manşeti gördüğümde.

Yazının Devamını Oku

Haysiyet infazı

22 Temmuz 2011
Önce asalım sonra yargılarız.<br><br>Kimi mi ? Çoğunluk kimi istiyorsa, güç kimin karşısındaysa O’nu.
Suç ve cezaların tespitine ilişkin kanun maddelerinin hepsini kaldıralım, yerlerine “ateş olmayan yerden duman çıkmaz “maddesi ekleyelim, hukuk sistemini bunun üstüne kuralım.
Gerçi şu kanunlar olmasa Taksim de sallandırırdık canımızın istediğini ama şimdilik infazda haysiyetsizleştirmeyle idare edelim.
Tecavüzcünün gözüne siyah bant çekelim, katille emniyette yan yana hatıra fotoğrafı çektirelim, beraber adana yiyelim.
Suçu ispatlanmamış adamın, en aciz, en çaresiz anındaki eşkal tespit fotoğraflarını İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün yatak odası gibi mahrem sayılan yerden dağıtalım, bir de bu rezilliği, pespayeliği habercilik diye millete yutturalım.
“ama O tahrik etti “ diyen çocuk tacizcisinin ismini I.J diye sadece baş harfleriyle yazalım ki onurunu, namusunu, şerefini, ailesinin gözündeki değerini iki paralık etmeyelim.
Kiminin , daha delil bile yokken sabahın 5 inde evini basalım, kelepçeli elleriyle kafasına bastırarak bir arabadan içeri tıkalım, kiminin daha gözaltındayken ikametgah adresine “ Metris “ yazalım,
Ön sevişme misali , yargılama başlamadan önce itibarsızlaştıralım, milletçe gelenekselleştirdiğimiz haysiyetinden eser bırakmama infazını hep birlikte uygulayalım...
Var mıdır bunun annesi, babası, kızı, eşi ?
Boşver, baksana suratından belli, kesin yapmıştır işi.
Yapalım da yapalım, elimizden geleni ardına koymayalım.
Gerisini yüce yargıya bırakalım.
Haysiyet infazını biz yaptıktan sonra, yüce yargıya ne iş düşer sizce ?
Neden hepimiz en az bir kez patlamak isteriz canlı bomba gibi, tanımadığımız bir başkasının içinde ?
“haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” ama haysiyet infazı yapana ne denir ?
Kim suçludur ?
Kim suçsuz ?
Kim şikeci ?
Kim darbeci ?
Kim paraları götürdü ?
Suçu ispat edilinceye dek canımız kimi isterse suçlu kabul ettiğimiz bir memlekette yargı ne işe yarar ki ?
Bırakın siz bunları iyi ki şimdilik hukuk var memlekette...
Ama adam öldü beyler, dağılın, herkes kendi işine...
Peki kim yargılasın haysiyeti infaz edeni ?
Ne mi içtim ?
Yazı yazarken hiçbir şey içmem...
Ama infazcılar ne içmişlerdi bilemem.
Şike yapmayın, top şimdi sizde
Bakın 1.5 günde nasıl unutuldu tek başına şehit olan Mehmetçik ve 2.5 günde nasıl da unutuldu toplu halde şehit düşen çocuklar...
Gelin konuşalım, konuşmamız gereken en önemli şeyi...

Yazının Devamını Oku

13

18 Temmuz 2011
13 sadece 13 müdür değerli okuyucu? Yani 13=74 ya da başka bir şey olamaz mı?
Gülmeyin hemen açıklayacağım.
Sizi ikna edebilirsem, sayıların değerleri hakkında bundan sonra şüphe duyacağınıza söz verin.
Edemezsem...
Sayıları sevmem, anlamam, hak ettikleri değeri vermem onlara.
Bir sayının değeri onu oluşturan rakamlar değildir benim için, hiç olmadı.
2+2’nin 4 olduğu konusunda hep şüphe duydum.
“5 olabilir mi” diye düşündüm, yan yana geldiğinde 22, yan yana gelip anlaşamadıklarında birbirlerini yok ederlerse 0 olabileceklerine de inandım.
Değerli okuyucu, senin de şu anda içinden geçirmiş olabileceğin gibi benim biraz saf olduğumu söylerler.
Bunda kafamın pek çalışmamasının, çalıştığı zaman da mutsuz etmesi ve karışmasının payı vardır.
Karışmasın diye de çalıştırmam bu yüzden ya da başkalarının kafalarını çalıştırarak ortaya çıkardıkları fikir, ürün, söz, iddia vs. söylediklerine  inanırım.
Sizin saflık, benim aptallık dediğim şeydir bu özetle.
Siz bugün bu satırları okurken, çoktan gündeme başka şeylerin oturduğu, konuşulduğu sıralarda;
13 erkek + 13 evlat +13 kardeş +13 eş +13 anne + 13 baba + 13 arkadaş + 13 insan + 13 çocuk + 13 sevgili + 13 en iyi arkadaş + 13 en çok özlenen + 13 birilerinin en kıymetlisi + 13 aile + 13 birilerinin nefesi, şah damarı + 13 onsuz yaşamayacak olanı + 13’ün acısı kalbinde hep kanayacak olan milyonlarca kiş... = çok milyon
Yanmış olacak...
Bu yangını savunan hiç kimse, çok milyonun karşısına “anadilde eğit... özgürlük... uzlaşm... bölgede geri kalmışl... öğretmen, mühendis...” gibi sözlerle gelmesin.
Çünkü ben bile inanmam.
Neden?
Çünkü o çok milyonun içindeki 13’ten 1’iyim.
Kulağım duymaz, gözüm görmez, hissetmem ben, elim tutmaz, inanmam ben, anlamam, algılayamam, konuşamam.
Çünkü ben de o gün vuruldum...
Ölüler bunların hiçbirini yapamaz.
13 sadece 13 değildir bu yüzden güzel okuyucu.
Bazen, 13 = 74 milyonluk bir ülke
Bazen 13 = sonsuz ölüdür.
Sahi aklıma geldi evladını kaybeden anne babaya ne denir değerli okuyucu?
Öksüz mü, yetim mi, dul mu?
Hayır, bu diğer kayıplar içindi, peki ama ne denir onlara, hiçbir şey denmemesi, hiçbir kelimenin karşılayamayacağı kadar ağır olduğu için mi?
Kafa karışıklığı benimki, biraz saflık, hoşgörün.
Sizi ikna ettiysem sayıların değerleri hakkında bundan sonra şüphe duyacağınıza söz verin değerli okuyucu.
Edemediysem...
Sıra sizde, ikna edin beni 13 neden eşittir 13 olsun ki?
Ya da saflığıma verin, unutun gitsin...
Yazının Devamını Oku

Sığ ve yapay

15 Temmuz 2011
“Oğuz Atay denince aklıma ilk gelen başarısızlık oluyor. Yarattığı kahramanların ‘tutunmak’ konusundaki dillere destan başarısızlığından değil, Atay’ı (ya da, daha doğrusu, okuduğum tek yapıtı Tutunamayanlar’ı) sevmeyi başaramamış olmamdan söz ediyorum”
Erdal Öz Edebiyat Ödülü sahibi Şavkar Altınel’in Notos’da Oğuz Atay için kullandığı cümle böyle.
Bir kitaba başlarken sevmeye çalışmış olması ilginç.
Böyle bir çaba içine girmesi tuhaf.
“Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor, kendisi değil ” cümlesi ise kendisinin muhtemelen en çarpıcı olduğunu sandığı ama benim için en sığ ve yapay olan, adına eleştiri değil olsa olsa hakaret denilebilecek, benlik-kimlik meselesini büyük derinlikle işleyen Türk edebiyatının en değerli yazarlarından birine yapılan saldırıdır.
Soru cevap şeklinde gidilseydi, bu yazıyı yazana dek ? cehaletten değil ama hiçbir şekilde ilgi alanıma girmeyen- ve eserlerini okumadığım kişiden şu yanıtları da beklerdim;
Dostoyevski ?
Abartmayın.
Suç ve ceza ?
Kalın ve uzun
Oğuz Atay ?
Yanıtı zaten okudunuz.
Sığ ve yapay.
Bu kelimelerdeki “derinliği ” kavrayamadım ve “kendi olma” kısmına da fazlaca takıldım kaldım.
Sığ ve yapay gibi ciddi kelimeler sarfedip altını bomboş bırakan, tıpkı sokak röportajında eleştirisi sorulan vasat okur gibi, hatta çok daha yüzeyde eleştiri yapan bir yazardan soğuyor insan. Çünkü ödüllü bir edebiyatçıdan insan haliyle derin ve doğal bir açıklama gerekiyor daha iyi algılayabilmek için sözlerini.
Peki yazar kendi yaşadıklarını mı anlatır ? Öyle mi olmalıdır ?
Sadece hissettikleri ya da yaşadıklarını yazsalar kitaplarında katil, yalancı, karşı cinsten biri, hırsız, bedenlerine girdikleri konuşan hayvanlar, yaratıklar olur muydu ?
Ya da şöyle örnek verelim; Charles Ludvig Dodgson un “Alice harikalar diyarında “sını okurken yazdığı olayları bizzat yaşamış olma ihtimaline inanarak okusak yazar hakkında ruh sağlığıyla ilgili endişeleriniz olmaz mıydı ? Alice’le birlikte tavşan deliğinden neden düşebildik başka bir dünyanın kapısına sizce ?
Yoksa siz Jr.Tolkien in orklarla savaştığını ya da Orta Dünya’ya gitmiş olabileceğini mi düşünüyorsunuz ?
Hadi canım.
Oğuz Atay yazdıklarının karşısındakilerin anlayabileceği kadar olduğunu biliyordur elbette.
Ancak bir edebiyatçının okurları bu şekilde etkilemesi ve yönlendirmesi, başka bir edebiyatçının tek bir kitabını okuyarak ondan bu şekilde bahsetmesinin tek anlamı samimiyetsizlik ya da kötü reklamdır.
Ve edebiyat - iyi ki - samimiyetsizliğin barınamayacağı bir yerdir.
Edebiyat eleştirmeni değilim, nasıl yapılacağını bilmem ama nasıl yapılmayacağını çok iyi bilirim.
Elindeki ödülle evin haylaz çocuğu gibi edebiyat putu sandığı Atay’ı yıkarken, zihninde oluşturduğu kendi putunu da yıkması olası ödüllü yazara tavsiyem, okuma kriterleri oluştururken o yazarın en az birkaç kitabını okumasıdır, eleştiri yaptığı değil saldırdığı Oğuz Atay’ı algılayabilmesi için de bu gereklidir.
Okurken aceleye getirmemesini, ağır ağır, sindire sindire okumasını tavsiye ederim.
Misal, Tehlikeli Oyunlar’ı okurken “kendimden bahsettiğime bakmayın mesele sizsiniz” diyen Oğuz Atay’ın sığlığında boğulması mümkündür, önceden söyleyeyim.
Yazının Devamını Oku

Yemin ederim

11 Temmuz 2011
Yüce Türk Milleti önünde yemin ederler... Askerler  “Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime...”
Doktorlar “Hayatımı, sanatımı tertemiz bir şekilde kullanacağım, reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi malumatı ve başka dersleri...”
Avukatlar “Hukuka, ahlaka, mesleğin onuruna ve kurallarına uygun davranacağ...”
Öğretmenler “ millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip koruyup bunları geliştirmek için çalışa...”
Mühendisler “Yurduma ve insanlığa yararlı olmaya...”
Müteahhitler “ Depremle ilgili yönetmeliklere uyacağıma, iş ve meslek ahlakına uyg...”
Milletvekilleri “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma...”
 “Yüce Türk Milleti önünde namus ve şerefleri  üzerine and içerler ”
Hayatın her yerinde var yeminler...
Maçtan önce galibiyet yemini, intikam yemini, bir daha sevmeyeceğim yemini, sadakat yemini, usul hukukunda delile tam ulaşılamadığında kestirme yoldan gidilen, kabul edilemediğinde mahkum ettirebilen ve  adaletsizliğe götürebilen yemin, “yemin ederim bakmadım ona” yemini,  bir yemin edip de dönemeyen yemini de vardır.
Ama konumuz bu yeminler değildir.
Konumuz “Yüce Türk Milleti ÖNÜNDE yemin ederim “ yeminleridir.
Yüce Türk Milleti önünde yemin etmek değildir mesele.
Mesele, Türk milletinin arkasında tutmaktır o yemini.
Tutulmadığında da cezai değil vicdani müeyyidesi olan yemin.
Yemin edenin vicdanı varsa tabii.
Peru’da geçen aylarda göreve seçilen belediye başkanı vaatlerini unutmamak için kendini kırbaçlatmıştı “Çok sevdiğim ve kalbimde taşıdığım Chilca bölgesi ve bana güvenen bu halk için çalışacağıma yemin ederim” diyerek.
 Yeminini unutmamak için  kırbacını yanında taşıyan bu belediye başkanı gibi tuhaf bir yola başvurmasını istemeyiz yemin edenlerimizin.
Ama inandırıcılığı için, edilen  o yeminlerin tam tersini görmemek bile yeterlidir arkamızda.
Düşünmez kalabalık yemin edildiğinde, büyülenmiş gibi kalakalır belki...
Ama siz de  bilirsiniz ki zordur yemin tutmak.
Doğru söz yemin istemez  ama vallahi de zor, billahi de zor.
 Yüce Türk milleti önünde yemin ederim ki, iki gözüm önüme a...
Neyse..
Zor...
Yazının Devamını Oku

Gündem

8 Temmuz 2011

YÜKSEKOVA’da iki vatan evladı şehit edildi, dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek yeni hükümet kabinesi açıklandı, futbolda şike depremi yaşandı...
Sıradan bir ülkenin, herhangi birini en az birkaç ay konuşabileceği önemli gündem maddelerini birkaç gün içerisinde yaşadık.
Sadece gazete ve haber kanallarını değil gerçek ülke gündemine tanık olunabileceğine inandığım, marjinal, sağlam muhalefet yapan, içinde değerli pek çok yazarı da barındıran Ekşi Sözlüğü de her gün takip ederim.
Sayfanın solunda akan başlıklardan az çok konuşulanları anlayabilirsiniz memlekette.
Birkaç gün üst üste aynı başlığa yazılmış yüzlerce içerik dikkatimi çekti.
Muhtemelen şarkıcı olduğunu sandığım bir kişiyle ilgili, Türkiye’yi sarsan bu olayların çok ötesinde, bir günde 500’den fazla yorum yapılması dikkat çekiciydi benim için.
Öldüğünü sandığım kişiyle ilgili yazılanları okudum.

Yazının Devamını Oku

İs

4 Temmuz 2011
“KURTARIN beni, yanıyorum!” dedim. Yakındakiler baktı.
Uzaktakiler zaten evde yoklardı.
Aylar yıllar sürmedi, hepi topu sekiz saat...
Dün gibi..
Lütfü Kaleli değil mi bu dedim?
Bak yanında Aziz abi, seslendim “Çocuklar nasıl, iyiler mi vakıfta?”
Duymadı.
Bir resim çektirsek, imzalı, yan yana?
Nereye böyle, merdivenlerimden koşa koşa çatıma?
Benim odalarım var dedim, boşverin çatıyı, misafir edeyim sizi odalarımda.
Aysan, Bezirci, Altıok, herkes burada, unutulmaz bir gün olacak hissetmiştim, unutmam.
Ama, ne kolay tutuştum ben öyle?
Ağzımdan içeri atılan bir alev topu, perdelerim...
Haklı değil mi Behçet, “yok başka bir cehennem, yaşıyoruz işte!”
Kimin suçu bu, ateşin mi?
Heykelleri devirip sürüklediler yerlerde, ben gördüm buradan, gördüm, siz gördünüz mü oradan?
Ne güzel aydınlatıyorlar içimi ama aydınlanmak bu muydu, yanmakla eş olan?
Siz gördünüz mü içimdekileri diri diri yakanları?
Ben gördüm.
Konuşamam ama tanırım, bakkalın çırağı da oradaydı, yıkıntılarımı süpüren adam da, daha geçen hafta yeni doğan torununu kucağına alıp kulağına ismini fısıldayarak kapımın önünden geçen hoca da...
Sorun onlara, gördüler.
Utanıyorum ben “Yanıyorum” demekten...
Ama içim yanıyor hala.
Ölmemişlerin yanık kokusu, yanık otlar gibi buram buram, sizin de genzinizi yakıyor mu?
İnanmıyorsanız, yaklaşın, çekin kokumu içinize.
Almadıysanız kokuyu biraz daha yaklaşın.
Sen ki beni okuyorsan, burnuna yaklaştırdığın gazete parçasından dahi duyarsın is kokusunu içimdeki, bunun da kokusunu aldın mı okuyucu?
Sen içimde değildin doğrudur ama ben senin içinde olurum böyle belki.
Bu halimle bırakılsaydım keşke ben, böyle yanmış... Unutulmazdım belki, duyulurdu etin her şeyi saran, her yere yapışan kokusu, çıkmadı hiç duvarlarımdan, kat kat vernik atsa, en güzel mermerler, kağıtlarla kaplatılsa da içim dışım.
Ama söyleyin nasıl gider üste sinmiş insan etinin yanık kokusu? Ya da nasıl durur bir memleket ayakta bu utançla?
Yanarken saate bakmıştım hep, ara verseler, ikindi namazına gitseler beni yakanlar, belki kalırdı içimdekilerden birçoğu hayatta.
Yazının Devamını Oku

Sağır-dilsiz

1 Temmuz 2011
EVİMİN her odasından ayrı bir ses yükselir. Salonda televizyon açıktır, mutfakta radyo, banyoda klasikler, film müzikleri.
Evde olmasam da, kapıya yaklaşan birisi, rahatlıkla duyabilir melodileri.
Kendi anahtarımla açtığım bu evde, beni bu sesler karşılar, biri varmış gibi.
Siz içinizden acıyarak, benim yalnız kalmaktan korkan bir zavallı ya da hırsızlara karşı önlem alan kurnaz bir ev sahibi olduğumu düşünebilirsiniz.
Oysa tek neden, küçükken izlediğim bir filmde kahramanın bana pek dramatik gelen hikayesidir.
Sesleri duymadığı için bir süre sonra konuşma becerisini yitirererek dilsize dönüşen sağır kahramanın zaman içerisinde kelimeleri ve harfleri hırıltıyla çıkarması sonra bunları da kaybetmesi çok trajik bir sahnedir benim için.
İsmini ve oyuncularını hatırlamadığım o filmi izledikten sonra, konuşabilmenin büyük bir lütuf olduğuna inanmış hatta olayı abartarak, bir anda konuşma engeli ortadan kalkan ve bu duruma çok sevinen sağır dilsiz kız rolü oynamıştım günlerce kendi kendime, şükredebilmek ve konuşabildiğime durup dururken sevinebilmek için.
Sadece konuşamamaktan değil konuşmaya eşdeğer, kendimi ifade etmemi sağlayan her türlü yeteneği kaybetmekten de korktum.
Mesela yazamamaktan...
Bunun için de kendimi sol elimi kaybettiğime inandırıp yas tutarken birdenbire “yaşasın, sol elime yeniden kavuştum” diye durup dururken sevinç çığlıkları atarken hatırlarım. Haklısınız tuhaf bir çocukluk hali ve onun tuhaf bir uzantısı bugüne kadar ulaşan.

Kendimle sınırlı kalsa neyse, başkalarını da kapsayan bir korku.
Başkalarının konuşamamasından, yazamamasından, fikirlerini ifade edememesinden korkarım.
Beğensem de beğenmesem de, çok öfkelensem de, canımı çok yaksa da duymak isterim sesi ya da ses yerine geçen ne varsa her kelimeyi.
Kendime ve değer verdiğim dostlarıma dair, herhangi bir internet sitesinde okuduğum yanlış bir bilgi ya da yazılanlarla kişilik haklarına saldıran, benim için kutsal denebilecek değerlerimi küçümseyen, beni yaralayan, istemediğim şekilde algılayan ve bunun bu şekilde anlaşılmasına neden olan yorumlar da okudum, gözlerimden yaş gelecek kadar duygulandıran geri dönüşler, övgüler de aldım.
Ne olursa olsun hepsini önemseyerek okudum, aslında duydum.
Sözlükler, kitaplar ya da sosyal medyada yazan her yorum , her ses bir insana ait ve duyduğum bu sesler benim sağır olmadığımın, onların ise dilsiz olmadıklarının kanıtı.
Müeyyidesi olmalı mı peki insanı, kişiliğini, değerlerini hiçe sayan, saldıran kelimelerin?
Elbette.
Ama bu asla bir dilsize dönüştürmek, korkutmak olmamalı, insanı diğer yaratıklardan ayıran en güzel yanı, düşünmeyi sindirmek, yasaklamak, yakmak, yok etmek olmamalı.
Korkuyla, sessiz harflere dönüşür bir gün her ses, dilsizliğe...
Dilsizleri duyamazsınız, zaten sessizlikte, duymanızın da bir önemi yoktur.
Sessizliğin sağırlıktan farkı yoktur.
Sağırsanız duyamazsınız, anlayamazsınız, bir süre sonra konuşamazsınız.
Elbette vardır sağırlığın da iyi yanı...
Deniz tutmaz, kusmazsınız.
Yazının Devamını Oku