Ergun Gürsoy

Nankör kim?

1 Şubat 2007
PROFİL değişmezse, işler daha da kötüye gidecek. Futbolu bilmeyen yöneticiler, bilenlerden de yararlanmıyorlar. Oysa diğer konularda olduğu gibi futbolda da gelişmiş ülkelere baktığımızda farklı bir yapılanma görüyoruz. Geçmişte futbolculuk yapmış, konusunda uzmanlaşmış olanların hemen hepsi, ön saflarda futbola hizmete devam ediyorlar.

Buna en çarpıcı örnek: Michel Platini. Birkaç gün önce UEFA Başkanı seçildi. Yine Almanların ünlü futbolcusu Beckenbauer Bayern Münih’in başkanlığını yaptı. İngiltere, İspanya, İtalya ve Hollanda bu tür örneklerle dolu. Birçok eski ünlü futbolcu, teknik direktör olduğu gibi menajerlik, sportif direktörlük ve yönetici olarak da futbolun içinde.

Zamanında imza alıp, fotoğraf çektirmek için peşinden koştuğumuz değerlerimizi unutup, "futbolcu eskisi" diye bir kenara atıyoruz. Onlardan gerektiği kadar yararlanmıyoruz. Durumu "futbol nankördür" bahanesiyle kurtarmaya çalışıyoruz. Nankör kim acaba?

Bilenlerden yararlanamıyoruz

Yetişmiş futbol adamlarımızdan yararlanmadığımız için ülke futbolumuz çok şeyler kaybediyor. İşin başındakiler, "Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok." Hiçbir şey yapamıyorsanız, futbolda başarılı ülkeleri taklit edin yeter.

"Eleştiriyorsun, sen niye yapmadın?" diye soracakları için açıklıyorum: Hep futbolu bilenler ile birlikte oldum, onlardan çok şey öğrendim. Bilgilerinden, birikimlerinden, deneyimlerinden yararlandım. Bir dönem işyerim futbolun merkeziydi. Gündüz Tekin Onay, Metin Türel, Tamer Güney, Coşkun Özarı, Yılmaz Yücetürk, Özkan Sümer, Yılmaz Gökdel, Fethi Demircan ve Turgay Şeren (unuttuklarım bağışlasın) gibi Türk futbolunun abide isimlerinin uğrak yeriydi.

Yaşamım boyunca kendimden bilgili, kültürlü, konularında uzman insanlarla yakınlık kurdum; kendimi geliştirdim. Yöneticiliğimde bu insanlardan öğrendiklerimi uyguladım ve semeresini de gördüm. Şimdiki yöneticilere bakıyorum: Futbolu bilmiyorlar; bilmedikleri gibi öğrenmek için ne çabaları ne de ortamları var. Böyle giderse, durum vahim!

Dağ fare doğurdu

YILDIRIM Demirören, Beşiktaş’ın son genel kurulunda yakaladığı "tek liste" ile seçime girme şansını iyi kullanamadı. Birkaç liyakat sahibi yönetim kurulu üyesini saymazsak, "dağ fare doğurdu." Büyük ihtimalle seçilen bazı yöneticileri bir dahaki yönetimde göremeyeceğimiz gibi, ileriki yıllarda adlarını sanlarını bile duymayacağımızdan eminim.

Başkan adayları, rakipleri olmadığı zaman özgürce liste yapma olanağına kavuşurlar. Ancak, genelde bu olanaklarını, kulüp yararına kullanmak yerine, her dediğine kafa sallayacak, kendisine karşı çıkmayacak ve de "paralı" (ya da öyle sanılan) üyeleri yönetime alma yolunda kullanırlar. Yani "büyük olsun paylaşalım"ı değil, "küçük olsun benim olsun" anlayışını benimserler. Ama bugüne kadar bu anlayışın bir faydasını görmedik. Dahası, futbolumuzun kalitesinin düşüşünü ve içerisinde bulunduğu gerginliğin nedenini de bu iş bilmez paralı yöneticilere bağlıyorum. (İlk defa Fenerbahçe’de başkan kendinden zengin ve havalı isimleri listesine almakta sakınca görmedi. Çok da iyi yaptı.)

Futbolumuzu "paralı" kişiler yönetmeye devam ediyor. Tabii, buna yönetmek denirse. Paralı ama işten anlamayan yöneticilerde kaos ortamını sonlandıracak kapasite görmüyorum.

Bu insanlar, kendi şirketlerini belki yönetiyorlar, belki yönetemiyorlar, belki de miras olarak aldılar, bilemiyoruz.

Kendin silkelen...

ATI alanın Üsküdar’ı geçtiği şu günlerde, yaptığı hamlelerle göz boyamaktan öteye gidemeyen, şampiyonluk hedefinin çok uzağında kalması yanında, küme düşme stresi yaşatan başkan Nuri Albayrak ve yönetimine de söyleyeceklerim olacak.

İşi bilenlerle çalışmak ve herkesle kucaklaşmak isteği mesajlarında önemliydi. Ama şunu bil ki, ben dahil Trabzonluların büyük çoğunluğu "zengin" olman nedeniyle seni destekledi ve Trabzonspor’a başkan olmak onuruna eriştin. Ama sen sınıfta kaldın. Bütün icraatın neredeyse küme düşme hattında olan kulüplerin bıraktığı futbolculara talip olup transfer etmenden ibaret. Bu yetmiyormuş gibi geleceğe dönük güven verici hiçbir girişimde bulunduğunu göremedik.

Bulunacağını da sanmıyoruz. Anlaşılıyor ki, sen de bu işi bilmiyorsun. Üstelik, Trabzon gibi "futbolun beşiği" sayılan bir kentin kulübünün başındasın. Etrafın da futbolu çok iyi bilen, uzmanlaşmış değerler ile dolu.

Haydi anladık; elini cebine atamıyorsun. Bari işi bilenlerin uyarılarına kulak ver, gereğini yap. Yoksa Trabzonspor’u daha da batağa sürükleyeceksin. Ya kendin silkelen, önlemlerini al; yoksa Trabzonlular seni silkeleyecekler.

Trabzon’da asıl sorunun "kadro" olduğuna da inanmıyorum. Benim bildiğim Trabzonspor, kadrosu ne olursa olsun, sadece ismiyle dahi şimdiki yerinden çok daha yukarılarda olurdu.

"Uçağı kaçırdı" diye Fatih Akyel’i kadro dışı bırakan Ziya Doğan hocanın da kendini sorgulaması gerekiyor. Ziya Hoca’nın böyle bir lüksü yok. Futbolcuya başka tür cezalar uygulama olanağı varken, bu şekilde davranarak aslında Trabzonspor’u cezalandırmış oldu.
Yazının Devamını Oku

Trabzon gerçeği

25 Ocak 2007
MEDYA, hepimizi "tarifsiz kederler içinde" bırakan Hrant Dink cinayeti üzerine yaptığı yayınlarda maksadını aşıp konuyu saptırmaya başladı...

Trabzon ve Trabzonluları töhmet altında bırakacak haber ve yorumların giderek karalama kampanyasına dönüşmeye başlaması, artık tahammül sınırlarımı aştı. Mensubu olmakla gurur duyduğum Trabzonlu kimliğimle suskun kalmam olanaksızdı. Üstelik benim İstanbul’da yerleşik Trabzonlular’ın kurduğu, Trabzon Kültür Derneği başkanı olmak gibi "yarı- resmi" sayılacak bir görevim de var... En azından, derneğim adına bir açıklama yapma zorunluluğunun doğduğunu düşünüyorum.

Bilir misiniz ki, Trabzon kentinin kuruluşu, İstanbul’dan hatta Roma’dan bile daha eskiye dayanır. Ve yine bilir misiniz ki, ülkemizde uygarlık yolunda bir çok ilklerin yaşandığı bir kenttir... Sporla ilgili diye yazıyorum: Trabzon’da ilk futbol kulübü "İdmanyurdu" adıyla 1913’te kurulmuştur. 1921’de faaliyete geçen "İdmanocağı" Kulübü’nde atletizm, boks, güreş, eskrim, hokey branşlarının yanında "tiyatro" da bulunuyordu.

Ayrıma yer yokturTürkiye’de futbolla ilgili ilk kitap da 1921 yılında Trabzon’da "Association of Football" adıyla basılmıştır. Türkiye’de ilk "futbol fikstürü" de Trabzon’da düzenlenmiş, bunun üzerine İstanbul’da yayınlanan "Spor Alemi" dergisi: "Bizim yapamadığımızı Trabzonlu’lar yaptı" diye başlık atmıştır. Trabzon’da 1923 yılında bayanlar tenis oynuyorlardı. 1933 yılında futbol karşılaşmalarında en ön sıralarda bayan seyirciler oturuyorlardı.

1461’de Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katıldıktan sonra Türk’ü, Rum’u, Ermenisi, diğer gayri Müslimleri, hep kardeşçe, özgürce, sevgi, dostluk ve hoşgörü ile bir arada yaşadılar. Bana sorarsanız, gayri Müslimleri en iyi anlayan da Trabzonlular’dır. "Biz" ve "Onlar"ayrımına asla yer olmayan bir yöredir Trabzon... Bin yıla yakın birlikte yaşadık. Ölüler yalan söylemez... İnanmayan, Trabzon’a gidip bu tarihi gerçekleri mezarlıklardan öğrensin.

Yazının Devamını Oku

Zorunlu yanıt

21 Ocak 2007
OLDUM olası, gazete sütunlarının kişisel açıklama ve savunma için kullanılmasını hazmedememişimdir. Ancak, bazen aleyhinizdeki iddia ve suçlamalara karşı suskun kalmak, sanki onları kabullenmişsiniz gibi algılanabiliyor. Hıncal Uluç’un perşembe günü köşesinde son Galatasaray yöneticiliğimle ilgili tespit ve görüşlerinin bir kısmına katıldığımı açıklamalıyım. Özhan Canaydın’la ilgili söylediklerinin ise tamamı doğru... Eksikleri var, fazlası yok...

Hıncal Uluç, başkanı olduğum Trabzon Kültür Derneği’ne kahvaltıya geldiğinde, "Galatasaray kongre üyesi" ve "arkadaşım" olarak sohbet ettik. Görüşmemizin başında, bunun "bir röportaj olmadığını" söyleyip onayını aldım. Moda tabirle, konuşmalarımız "off the record" olacaktı. Ama Uluç, her zamanki gibi "haber atlatmanın dayanılmaz hafifliğine" yenik düştü. Canaydın, Uluç’un açıklamalarında yer verdiği sözleri için "söylemedim" dedi. Ben de yönetiminde olmam yanında, yüceliğine inandığım "Galatasaray Başkanlığı makamı"nda oturan kişinin ifadesini yalanlamadım. Canaydın’ın yaptıkları ya da yapmadıkları, sadece Uluç’un yazdıklarından ibaret değil.

Canaydın’ın bana karşı hiçbir zaman "içten" davranmadığını biliyorum. Ama Galatasaray’ın ali menfaatleri uğruna bunları hep yuttum, görmezden geldim... "Önüme geçme" dedi, Canaydın ile çalışamama noktasına geldim.

İstesem yine gelirim

Uluç,
ben, senin dediğin gibi, bitmedim. Şunu bil ki, yaşadığı sürece Ergun Gürsoy bitmez. Galatasaray yönetiminde 6 kez görev yaptım. Hiçbir zaman istifa etmedim, kovulmadım... İstesem yine gelirim... Muhtemelen de başkan olarak...

Kendimi başarısız da saymıyorum. Bazı şeyler çabuk unutuluyor... Yönetime geldiğimde, altıncı olan takımı, Türkiye Kupası sahibi yaptıktan sonra, ligin bitimine altı hafta kala ikinci sırada, şampiyon adayı olarak bıraktım. Desteğimi devam ettirdiğim bu takım, lig şampiyonu oldu... Her ne kadar bu şampiyonluk "20.45 sloganı"na mal edilse de, pek çok kişi, işin aslını biliyor. Nelerle ve hangi yokluklarla mücadele ettiğimiz bizde kalsın... Sadece tecrübem ve diyaloglarımdan Galatasaray’ı yararlandırmak için yönetici oldum. Yönetimde olmamama karşın, tüm Galatasaray camiasına katkı ve desteklerim sürüyor ve sürecek de...

Mesleğe saygısızlık

Seni dost sanarak, yazılmamak, açıklanmamak üzere en seçkin teknik direktör, sanatçı dostlarının özel sohbetlerde söylediklerini mesleki malzeme olarak kullanıp ranta tahvil etmene alışığız. Benimki ilk değildi, biliyorum, son da olmayacak. Ama gazetede yazı yazmayı, "oyalanmak" olarak niteleyip küçümsemeni çok yadırgadım. Bana göre böyle bir yaklaşım, yazı sayesinde popüler olan, işin kaymağını yiyen senin gibi birinin, önce mesleğine saygısızlık anlamına geliyor... Tüm yazar-çizerlerin ideali olan Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’te sırf oyalanmak için kimsenin yazmasına izin verilmeyeceğini de en iyi bilenlerden biri olduğunu düşünüyorum.

"Suyu sıkılmış bir limon gibi çöpe atılır" benzetmene gelince... Sen de köşende sık sık ata sözlerine yer veriyorsun. Malum, bir ata sözü, bazen ciltlere sığmayan kitap içeriğinden çok daha fazlasını ifade eder... Aklıma geldi: "Altın yere düşmekle pul olmaz."
Yazının Devamını Oku

Kel başa şimşir tarak

18 Ocak 2007
FENERBAHÇE zor da olsa, "Antalya Cup"ı kazanıp, yılın ilk "uluslararası" kupasını almayı başardı.("UEFA Cup"da da yolu açık olsun.) İnsanlar isterlerse, mutlu olmanın koşul ve ortamını kendileri hazırlayabilirler. Her insanın mutluluk anlayışı ve mutlu olduğu şeyler de farklılık gösterir. Kimi insanlar "Dünya", kimi insanlar "Şampiyonlar Ligi", kimi insanlar "UEFA" kupasını alınca mutlu olur. Kimi insanlar da önce kazanacağı bir kupa organizasyonu düzenletir, sonra bu kupayı alır mutlu olur...

Hava buz gibi, dışarıda tipi var... Yırtık-pırtık çadırında yaşayan garibe "Nasılsın, iyi misin?" diye sormuşlar. Garip, elini çadırın bir yırtığından dışarı uzatmış ve "Allah’a çok şükür ben iyiyim, ama vay dışarıdakilerin haline!.." diye cevaplamış. (Kıssadan hisse çıkarmayı, bu kupayı dahi alamayanlara bırakıyorum.) Diyeceğim o ki, mutluluk, insanın Dünya’ya bakışıyla da çok ilgili...

Malzeme konuşturuyor

Bana göre, Fenerbahçe, bu kupa organizasyonunu düzenlemekle iyi yaptı. Hem medyaya malzeme oluşmasına, hem de gündemin değişmesine yardımcı oldu. Liglere ara verilmesinin etkisiyle haber sıkıntısı çeken medya, "mal bulmuş mağribi gibi" konuya atladı. Pazartesi günü gazetelerin spor sayfaları, manşetten verilen, çarşaf çarşaf kupa töreninin haber ve fotoğrafları ile doluydu. Hemen gündem de değişti. Geldiydi-gittiydi hikayeleriyle çalkalanan federasyonla ilgili haber, yorum, demeçler bir günde yok oluverdi. Hepimizin Fenerbahçe’ye teşekkür borcu var...

Belli ki, F.Bahçe bu sezon beni yanıltmayacak. Zaten futbol, basketbol, voleybola bitmiş gözüyle bakan Aziz Yıldırım, 10 branşta şampiyon olacağını söylüyor. Bu söyleminin çoğuna ben de katılıyorum. Çünkü gerekli yatırımları yaptı, alt yapıyı hazırladı. Aziz Yıldırım’ı konuşturan, elindeki malzemedir.

Yanlışa alet olunmasın

Yüzmede de şampiyon olacağını söylüyor... İşte buna itirazım var... Su sporlarından biraz anlayan, sürprizin yok denecek kadar az olduğu spor dallarından birinin yüzme olduğunu bilir. Yüzmede mevzuat yanında, sporcuların dereceleri, gelecekteki şampiyonluklarını üç aşağı-beş yukarı belirler. Ve bu nedenle Fenerbahçe’nin yüzmede şansı yok. Ama Aziz Yıldırım, buna da bir çare arayışı içerisinde... Yabancı ülkelerden getirteceği "devşirme" yüzücüleri yarıştırarak 10 şampiyonluğu tamamlama amacına ulaşmaya çalışıyor. "Olimpiyatta madalya alacağım" diyerek "ağızlarına bir parmak bal çaldığı" Spor Bakanı, Gençlik ve Spor Genel Müdürü, Yüzme Federasyonu Başkanı da ikna olmuş gibi gözüküyorlar.

Hiçbir ülke, 2008’de madalya alacak sporcusunu vermez. Verseler de bu sporcular, konuyla ilgili düzenlemeler gereği belli bir süre geçmeden ne ülkemizde ne de yurt dışında yarışmalara katılabilirler. Verecekleri sporcular, sadece belli bir süre için Fenerbahçe’yi Türkiye’de şampiyon yapmaya yarar. İlgililerin böyle bir yanlışa alet olmalarına izin veremeyiz. Makamı ne olursa olsun bu ilgililer, işin peşini bırakmayacağımı, bilsinler...

Soruyorum: 2 Gün Türkiye’de yarıştıktan sonra ülkesine dönecek yabancıdan Türk sporuna, ülkemiz sporcularının /images/100/0x0/55eab2f5f018fbb8f891118eönünü kesmekten başka, ne hayır gelir? Avrupa standartlarına göre mali yeterliliğe sahip olmadığı için lisans dahi alamayacak birçok kulübümüzün bulunduğu amatör sporları profesyonel hale getirme çabası, tam da "kel başa şimşir tarak" deyimine uygun düşüyor. Durum ortada, kararı siz verin!...

Yıldırım ve diğerleri

Aziz Yıldırım’
ın "Her branşta şampiyon olacağız" demesi de çok manidar. Bana göre, "Her branşta şampiyon olmayı istiyoruz" demeliydi. Aziz Yıldırım, şampiyonlukları şimdiden belirleyebiliyorsa, o zaman yarışmaya, yarışmasız spor olamayacağına göre de, spora ne gerek var? "Amaca giden yolda her aracın mübah olduğu görüşü"nün çağımızda artık yeri olmadığını, birilerinin Aziz Yıldırım’a hatırlatması gerekiyor.

Ama bir gerçeğin de altını çizelim... Ülkemizde kulüp başkanlarını "Aziz Yıldırım" ve "diğerleri" diye niteleyip ayırmak gerekiyor. Doğru ya da yanlış, hep O, bir şeyler yapıyor; diğerleri de hep O’na bakmakla yetiniyor... Diğerlerinin ne vizyonları, ne hedefleri, ne de Aziz Yıldırım’a karşı çıkacak yürekleri var...

Santrfor antrenörü

HEP düşünmüşümdür; "kaleci antrenörü" oluyor da, "santrafor antrenörü" neden olmuyor? Gol vuruşlarını iyi bilen birinin, bu konudaki bilgi, birikim ve deneyimlerini oyunculara aktararak, onların yeteneklerinin gelişmesine yardımcı olması gerektiği hep aklımda vardı. Bu kadar uzun yöneticilik yaşamımda böyle bir kadroyu oluşturamadım. Bunda biraz da hocaların suçu olduğunu düşünüyorum. Çoğu, yetki kargaşası olabileceği endişesiyle sıcak bakmadılar...

Tanju Çolak U2 Milli Takımı’nın başına getirildi, çok da iyi yapıldı. Tanju’dan gençlerimizin de ülkemiz futbolunun da yararlanacağına inanıyorum. Tanju’ya başarılar diliyorum. Federasyonumuza, Eğitim Dairesi’ne ve Fatih Terim’e de bu isabetli seçimlerinden dolayı teşekkür ediyorum.

Sevgili Öcal Uluç’a Not

CUMARTESİ günü gazetendeki köşende "Sevgili Ergun Gürsoy’a Not" başlıklı yazında sözünü ettiğin "Galatasaray" yerine "G.Saray" yazılması yanlışlığı, benden kaynaklanmıyor. Ben, kulüp ya da takım isimlerini hiçbir kısaltma yapmadan tam olarak yazarak gazeteye gönderiyorum. Bu kısaltmayı basımdaki arkadaşlar yapmışlar. Yine de duyarlılığın için teşekkür ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Canaydın sen lokomotif ol

11 Ocak 2007
İSTATİSKLER, ülkemizde en fazla taraftara sahip takımın G.Saray olduğunu söylüyor. G.Saray’ın taraftar sayısı birçok "Dünya Kulübü"nden bile fazla... Örneğin Barcelona’nın taraftar sayısı, G.Saray’ınkinden az... Sayın Başkan Özhan Canaydın, sen oturduğun koltuğun gücünün farkında değilsin. Hep başkalarının "yandaşı" oluyorsun. Bir kez de sen fikir babası ol, lider ol!... Üzüldüğüm, katara hep "son vagon" olarak katılman... Oysa biz senden Galatasaray Başkanı olarak "lokomotif" olmanı bekliyoruz. Hiçbir olayında kararlılık ve öngörü yok. Arkadaşımsın yazmayacağım diyorum; ama dayanamıyorum... 5 yıldır bu takımın başındasın, bir işe de sen öncülük et de biz de, sana helal olsun, diyelim...

Federasyon ile ilgili kararsızlığını sonuna kadar sürdürdün, hep havayı koklamakla yetindin. Ne zaman ki genel kurulun toplantıya çağrılması için yeterli sayıya ulaşıldığını gördün, hemen sen de 7 G.Saraylı üye ile kuyruğun sonuna eklendin. Amacın devlete şirin görünmek... Bunu önceki seçimde yapabilirdin beceremedin. O seçimde oylarınızı söz verdiğinizin tamamen aksine kullanıp, hesapları alt-üst ettiniz. Ucuz kahramanlık peşindesin ve ne yazık, güven vermiyorsun.

Havanda su dövülüyor

NİHAYET gerekli imza sayısına ulaşılarak, T.F.F. Genel Kurulu’nun olağanüstü toplanmasının yolu açıldı. Eğer güçleri yeterse, sonrasında Haluk Ulusoy ve ekibini alaşağı edecekler. Herkesin yeni bir başkan ve yönetim istemesinin nedeni farklı. Bakıyorum da hiçbirinin haklı gerekçesi yok.

Haydi, "Haluk Ulusoy gitsin, ben başkan olayım" hesabında olanların, maçına istediği hakem verilmediğinden kızanların, sudan bahanelerini bir yana bırakalım. Ama "yürüyüşünü beğenmediği" ya da "bıyığı olduğu" için "Federasyon Başkanı gitsin" diyenlerin traji-komik nedenlerine ne demeli?

Bırakın başkan sevilmesin... Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Görevde kalmak için sevilmek de gerekmez.

Önce içimizi temizleyelim

Herkes, çıkarlarına uygun, işini gördürecek, kendine göre başkan arayışı içerisinde. Kimse kılıcı keskin, ekonomik ve siyasi bağımlılığı olmayan, tarafsız, korkusuz başkan istemiyor. İstediğiniz nitelikte başkan bulunup seçilse dahi, ne kimseye, ne Süper Lig’deki kulüplere yaranır, ne de federasyonun yüzünü ak eder... Spor Bakanlığı’na da futbola da kambur olur. Şampiyonluğu kaybeden, ligden düşen takımların yöneticileri, yine en kolay becerdikleri işi yapacak, suçu federasyona atacaklar... Boşuna debelenmeyin, sonuç değişmeyecek. Önce kendi içimizi temizleyelim, sonra seçimi düşünelim.

Diyelim ki gündeme seçim maddesi de koydurmayı başardınız. Pekiyi, seçeceğiniz federasyon başkanını özgür bırakıp bu federasyonu onore edecek üyelerden oluşturmasına destek verecek misiniz? Ben şahsen inanmıyorum. Kulüplerde, siyasette yer bulamayan, "onore eden" değil, "onore olmaya ihtiyacı olan" kişileri tavsiye edeceksiniz.

Haklı olsanız, başarılı olacaksınız. Şu anda havanda su dövüyorsunuz. Ümitlendirdiğiniz devletin bakanını da hüsrana uğratacaksınız. Bunu anlamak için kahin olmaya gerek yok. Bu güne kadar sergilediğiniz olumsuz yaklaşımlarınız, beni böyle konuşturmaya zorluyor.
Yazının Devamını Oku

Seçim de yetmeyecek

4 Ocak 2007
"SEÇİM... Seçim" diye tutturanlar, hangi delegeye güvenerek seçim istiyorsunuz? Kulüp başkanı delegeler de dahil, sandık başına gidene kadar üç-beş kez taraf değiştirenleri unuttunuz mu? Etkilerin, tepkilerin, çıkarların bir kısım delegelerin seçim tercihinde önemli işlevi olduğunu da kimse inkar edemez. Kulağımla duydum, gözümle gördüm... Önce "Topumla-tüfeğimle arkandayım!.." diye nutuk atıp, sonra topu ve tüfeği ağır geldiğinden olacak, karşı tarafa geçen, oy hesaplarını alt-üst eden delege, kulüp başkanları bile oldu...

Onun için delegeleri "çantada keklik" görüp seçime kalkışmayın. Biliyoruz ki, federasyon seçiminde rol alacak aktörlerin çoğu, kazananın yanında olmak istediklerinden kesin tavır ve duruşlarını ortaya koymaktan çekiniyor. Yani, rüzgara göre yelken açacaklar...

Yıldırım’ın tavrını takdirle karşılıyorum

Kulüplerde federasyon delegesi seçimi de başka alem... Bir kısım kulüp başkanları, hiç sevmeyip tutmadıkları kişileri kimi zaman karşılarına almamak için, kimi zaman da gelecek kongre sırasındaki destek ve katkılarına olan ihtiyaçları nedeniyle delege olarak atıyor. Seçilenler de bunu bildiklerinden kulüp başkanını dinlemiyorlar. Bu yüzden kulüp başkanları kendi seçtirdiği delegelerine hakim olamaz. Birkaç istisna dışında kulüp başkanlarının tavırları da tam bir "omurgasızlık" örneği. Bunlara bakınca, çoğu görüşlerine katılmadığım Aziz Yıldırım’ın fedarasyonla ilgili sergilediği kararlı tavır ve duruşunu takdirle karşılıyorum. Konuştuğunu sandık başında da uyguluyor, bazıları gibi kıvırmıyor.

Biraz ağır kaçacak, ama Türk futbolunun geleceği kimsenin umurunda değil. Herkes kendi hesabının peşinde... Ve kanımca, seçim bu işleri düzeltmeye yetmeyecek. Bu kadar riske girmeye gerek yok; ortada bu yönde ne kesin bir irade, ne de somut bir aday var...

Seçimin tetikleyicileri arasında F.Bahçe de var

Kızarız, istemeyiz; buna ben de dahilim. Son genel kurulda oyumu da başından beri desteklediğim Haluk Ulusoy’a vermedim. Oğlum diğer taraftan aday oldu. Beğeniriz ya da beğenmeyiz; ama Türk futbol tarihine yazılan, federasyon ve kulüplerin onun döneminde maddi ve manevi olanaklara kavuştuğu gerçeğini inkar edemeyiz. Havuz sisteminin de, uluslararası başarıların da mimarı, şimdi yerden yere vurduğumuz Haluk Ulusoy’dur. Şampiyonluk dışında hiçbir şeyin başarı olarak kabul edilmediği dört büyüklerin de, küme düşen takımların bahanesi hazırdır. Hemen hedef tahtası haline getirdikleri federasyona saldırırlar, suçlarlar "taraf tuttuğu naraları" atarlar...

Geçen sezon yaşadığı hayal kırıklığının etkisiyle, bu sezon da "Acaba yedi puan önde olmamıza rağmen yine şampiyonluğu kaybeder miyiz?" korkusuyla kendine yakın bir fedarasyon ve başkan isteyen F.Bahçe, seçimin baş tetikleyicileri arasında yer alıyor.

DANIŞIKLI DÖVÜŞ

"ZEVAHİRİ kurtarmak için" verilen cezalar da komik... Hatta bunların cezadan çok ödüle benzediğini düşünüyorum. Örneğin sahası kapatılan kulüp güya cezalandırılıyor. Oysa kombine satışlarının parasını zaten cebine indiren kulüp, bir de seyirci potansiyeli yüksek bir şehirde oynama avantajı kazanıyor. Oh ne ala!.. Bunun neresi ceza? Bu cezaların "caydırıcılık" yönünün olduğunu söyleyebilir misiniz? Yöneticilik yaşamımdan biliyorum ki, kamuoyuna ceza gibi yansıtılmaya çalışılan bu olgular, "danışıklı dövüş"ten başka bir şey değil...

Şunu da belirteyim; aynı "kıyaklar" Fenerbahçe’ye de, Beşiktaş’a da, Trabzonspor’a da, Galatasaray’a da, Ankaragücü’ne de, Bursaspor’a da yapıldı...

Adnan Polat’ın F.Bahçe’ye verilen cezanın düşürülmesiyle ilgili yaptığı ironiye gelince... Bana göre kırk yılın başında esprili güzel bir eleştirisi oldu, ama ne yandaşları ne de rakipleri beğendi. Doğruya doğru; güzel söylemiş.

KAYIKÇI KAVGASI

BİLDİM bileli Tahkim Kurulu, Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’nun (PFDK) verdiği cezaları sürekli indirir. Ben de, "Acaba PFDK hep fazla ceza mı veriyor da Tahkim Kurulu bunu devamlı aşağı çekiyor" diye merak eder dururum. Bizdekinin karşılığı eşdeğer organlar, FIFA ve UEFA’da da var. Onlar hakedene gereken cezayı veriyor ve bu cezalara da itiraz yolu açık. Ancak itiraz halinde onların verilen cezayı az bulmaları halinde yükseltme yetkileri mevcut. Bu yüzden önüne gelen, verilen cezaya itiraz edemiyor.

Üniversitedeki derslerim nedeniyle bazı hukuk dallarının eğitimini aldım. Kalın hukuk kitaplarını, çok fazla okumasam da dört yıl boyunca koltuğumun altında taşıdım. Ukalalık yapmayayım, ama temel hukuk kuralları hakkında hiç olmazsa kulak dolgunluğum olduğunu söyleyebilirim. Hiçbir şey bilmesem dahi PFDK’deki hukukçular ile Tahkim Kurulu’ndaki hukukçuların aynı hukuk kitaplarını okuduklarını biliyorum. Üstelik PFDK ve Tahkim Kurulu’nu oluşturan üyeler fikir birliği içindeki "arkadaş grubundan" seçiliyor. Demek birilerinin okudukları aklında kalmış, diğerlerinin kalmamış.

Biri yanlış yapıyor

Hukukçular arasında görüş aykırılıklarının olması doğal, ama bir kurulun verdiği kararı, diğer bir kurul sürekli bozuyorsa, birinden biri, sürekli yanlış yapıyor demektir. Zira her iki kurul da aynı "yazılı kurallara" göre karar veriyor. Sonuçta fedarasyon, hukuk organları yüzünden güvenilirliğini yitiriyor.

Hukukla uğraşsaydım, karar vereceğim zaman, bileyim ya da bilmeyeyim, kitapları karıştırır, konuyu iyice tetkik ederdim. Vereceğim kararların bozulması, meslek onurumu zedelerdi. Doğru bildiğim kararın da sonuna kadar arkasında dururdum. İster istemez aklıma şu soru geliyor: Acaba bunlar ’Kayıkçı kavgası’ mı yapıyorlar?
Yazının Devamını Oku

Sonsorluk kavramı

30 Aralık 2006
BUGÜN tüm dünyada sporun her kategorisinde başarılı olmak, sağlam sponsorlara sahip olmayı gerektiriyor. Türk sporunda daha büyük başarılara imza atmak istiyorsak, sponsorluk kavramını çok iyi anlamalıyız. Türkiye Basketbol Federasyonu, milli takımlarımıza sağladığı sponsor destekleri sayesinde son 10 yıl içinde uluslararası alanda büyük başarılara imza atmakla kalmamış, geleceğe yönelik hedeflerini de önemli ölçüde büyütmüştür.

2001 Avrupa Şampiyonası’na yönelik planlar yaptığımız dönemde, ana sponsorumuz Garanti Bankası dışında yardımcı sponsorlar Fabrika-Altınyıldız, Wrangler, GNC, DTD (Dedeman, Tour Select, Dekon), Sports International dışında hiçbir firma sponsorluk desteği vermemiştir. Bunun nedenlerini araştırdığımda şunu çok iyi anladım ki, sponsorluk desteği alabilmek için ya takımınızın başarılı bir konumda bulunması, ya da yakın gelecekte başarılı olacağı yönünde kamuoyunda ortak bir kanı oluşması gerekmektedir.

ABD firması bize inandı

O dönemde milli takımlarımızın pek de önemli bir başarısı olmadığı içindir ki, yukarıda saydığım sponsor firmalar dışında bizim başarılı olacağımızı tahmin eden başka bir firma çıkmadı. Türkiye Basketbol Federasyonu da bu sıkıntı nedeniyle yurtiçinden de başka bir sponsor bulmakta zorlandı. Adidas, Nike gibi Türkiye’de tanınmış uluslararası firmalar dahi bize sponsor olmamışlardı. Buna karşın bir Amerikan firması olan ’And1’ milli takımımızın 2001 Avrupa Şampiyonası’nda başarılı olup, 2002 yılında Indianapolis’in ev sahipliği yaptığı Dünya Şampiyonası’na katılabileceğine inanarak bize teknik malzeme sponsoru oldu.

2001 Avrupa Şampiyonası’nda 2. olup, 2002 Dünya Şampiyonası’na katılma hakkını elde ettiğimiz günden bu yana baktığımızda ise sponsor sayımızda büyük bir artış görüyoruz. Garanti Bankası’na Turkcell, Adidas, Mercedes, THY, Sarar, Spor Toto, Wrangler, International Hospital, GNC, Powerade, Anadolu Sigorta gibi firmalar eklendi. Demek ki, başarılı olunduğunda sponsorlar da daha büyük başarılara ulaşmanız için yanınızda olabiliyor.

Son zamanlarda Türkiye Basketbol Federasyonu’nun en büyük hedeflerinden bir tanesi de Türkiye Basketbol Ligi takımlarının maddi sorunlarını çözmekti. Bu uğurda federasyon bünyesinde kurulan Ligler Direktörlüğü tarafından önemli çalışmalar yapıldı. Çeşitli projeler hazırlandı ve bu konunun çözümü için büyük çabalar harcandı.

BEKO’nun büyük katkısı

Televizyon yayın hakları için NTV ile sözleşme imzalandıktan sonra ligin isim sponsorluğu için de BEKO ile uzun soluklu bir anlaşmaya varıldı. Bu sayede Türkiye Basketbol Ligi’ne ’BEKO Basketbol Ligi’ ismi verilmesi gibi bir başarıya da imza atıldı.

Tabii ki, bu anlaşmanın maddi boyutu futboldaki kadar büyük olamazdı. Ancak, kulüplere doğrudan sağlanan maddi kaynağın dışında BEKO’nun basketbol tanıtımı için yapacağı katkılar da düşünüldüğünde ortaya çıkan rakkam küçümsenemeyecek boyutta olacaktır. Ülkenin en önemli markalarından bir tanesi ile birlikte atılan bu ilk adımın önemini hiç kimse göz ardı etmemeli. Zaman içerisinde basketbol ligimiz daha da güçlü bir seviyeye ulaştıkça gerek isim sponsorluğundan elde edilen, gerekse de televizyon yayın haklarının pazarlanması ile elde edilen gelirlerin tıpkı milli takım örneğinde olduğu gibi artacağı gün gibi aşikar.

Kalıcı başarıyı yakalamalıyız

Diğer yandan, 21. yüzyıla girdiğimiz ve tüm dünyada pazarlamanın artık en öncelikli faaliyet alanı olarak kabul gördüğü şu günlerde bütün sponsorluk anlaşmaları profesyonel aracı kurumlar tarafından yapılmakta ve bunun sonucu olarak da bu firma belli bir gelir elde etmektedir. Aksinin olması gerektiğine inananları anlamak mümkün değil. Görünen o ki, başarı yolunda sponsorlara ihtiyaç var.

Milli takımlarımız olsun, kulüplerimiz ve federasyonumuz gerçek sponsorlar elde etmek için istikrarlı bir başarı yakalamak zorundalar. Basketbolumuzun ortak hedefi kanımca bu olmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Herkes kendisine göre başkan istiyor

28 Aralık 2006
FUTBOL Federasyonu ile ilgili her kafadan bir ses çıkıyor. Belirsizlik devam ediyor ve ortalık gün geçtikçe biraz daha karışıyor. Önce şapkamızı önümüze koyup kendimize soralım: Biz, gerçekten dört dörtlük, tarafsız bir federasyon ve başkanı istiyor muyuz?

Başta kulüpler ve siyasiler olmak üzere, herkes kendine yakın, kendi çıkarlarına hizmet edecek başkan ve yöneticiler bulma çabasında... Bugün gelinen tabloyla görünen, hükümetin ve kulüplerin emrine girecek başkan ve üyelerden oluşacak bir yönetimin iş başına getirileceğidir. En azından kamuoyunun algılaması böyle...

Ulusoy koltuğu bırakmaz

Bu algılamayı ortadan kaldıracak adımlar atılmazsa, iş başına gelecek başkanın kimliği ve kişisel özellikleri ne kadar olumlu olursa olsun, bunun gölgesinde kalacak ve yıpranacaktır. Böylece oluşturulacak federasyon, uzun ömürlü olamaz. Ne ülkeye ne de futbola yarar sağlayabilir. Kaos da aynen devam eder. Türkiye’de hiçbir kesim hakkına razı olmadığı için gerçekten güçlü, liyakatli ve tarafsız bir federasyon kimsenin işine gelmez. İğneyi kendimize çuvaldızını başkasına batırmadan hiçbir şeyi düzeltemeyiz.

Gerektiğinde istifa etmenin erdemli bir davranış olduğunu hepimiz biliriz. Ama bildiğimiz bir başka gerçek daha vardır; toplumumuzda bu yönde bir istifa geleneği yerleşmemiştir. Saygıdeğer ilgililer, çok yakından tanıdığım için söylüyorum... Haluk Ulusoy’un koltuğunu bırakmak gibi bir alışkanlığı olmadığını en iyi bilenlerdenim.

Daha ileri gidiyorum... Azrail gelse, "Ya federasyon başkanlığı, ya canın?" diye sorsa, federasyon başkanlığının "tadını" alan Haluk Ulusoy tercihini bu yönde yapar. Kimi insanlar, duymak istemedikleri sözler kendilerine söylenince hiç üstlerine alınmazlar, hatta kime söyleniyor diye sağa-sola, arkaya bakarlar.

Bu sorun ’Yalama’ oldu

Futbol Federasyonu konusundaki karşılıklı atışma ve suçlamalar, sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Hem hükümet, hem federasyon kanadı hızla irtifa kaybediyor. Otomobilcilikte bir deyim vardır, boşa dönen somun için "yalama" oldu derler. İki taraf için de bu değerlendirmeyi yapıyorum.

Kulüpler Birliği’nin durumu ise daha da kötü... Şimdiye kadar isminde yer alan "birlik" işlevini doğrulayabilecek hiçbir icraatı olmadı, bundan böyle de olacağını sanmıyorum.

Güçlü bir federasyon başkanı ve kurulları seçildikten sonra, UEFA kurallarını aynen uygular, sıkışınca ceza verdiği kulüp ve kişileri affetmez, gerektiğinde suç işleyen en güzide kulübümüz olsa dahi küme düşürebilir, işini kurallara göre yaparsa, İtalya seviyesine çıkar, belki de o zaman dünya şampiyonu olabiliriz. Yoksa, ilk turlarda elenip, mızıkçılık yaparak ah-vah etmeye devam ederiz.

İyi yetişmiş, kariyeri olan, yeterli bilgi, birikim ve donanıma sahip, mazisi temiz kurullarını özgürce belirleyecek ve en önemlisi "eski kimliğini duvara asacak" bir federasyon başkanı olmalıdır. "Oturaklı federasyon (!)" isteyenler, maçlarına sevdikleri hakemlerin verilmeyeceğini, maç günü ve saatlerini diledikleri gibi değiştirmeyi talep edemeyeceklerini, etseler de ağır tepkilerle karşılaşacaklarını bilsinler.

Takım kimliğinizi unutun

HAZIR konu açılmışken devlet büyüklerine de bir çift sözüm olacak... Spora biraz ilgi duyan her insan gibi devlet büyüklerimizin de gönül yakınlığı olan bir kulübün olması doğaldır. Ancak bu kişiler, özellikle tepe yöneticisi olunca, takım kimliğini duvara asmalı, hiç olmazsa aktif taraftarlık görüntüsünü sona erdirerek, herkesin büyüğü olduğunu göstermelidir ki, kimse onlara güvenip yamukluk yapmaya kalkışmasın...

Nasıl davranmaları gerektiğini gösteren örnek de ortada... Mutlaka Yüce Atamız’ın da gönlünde yatan bir futbol takımı vardı. Ama bunu hiçbir biçimde dışarıya yansıtmayarak, devlet adamlarının nasıl davranması gerektiğini göstermişti.

Bana yakın olan bir "karışanım", "Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı G.Saraylı olsa bu yazıyı yazar mıydın?" diye sordu. "G.Saraylı Ergun Gürsoy yazmazdı, ama gazeteye yazı yazarken formamı çıkarıyorum. Bu nedenle tereddütsüz yazardım" diye cevapladım. Taraf tutup yaranmak için yazılan yazılar, zamanla kabak tadı verip okunmaz oluyor.

Yazarlar, herkesin yazarları olmalıdır. Ben her statta maç seyredebildiğim gibi, Urfa’da, Diyarbakır’da, Trabzon’da, Van’da sokaklarda yürüyüp insanlarla sohbet edebilmeliyim. Bu insanların da muhtelif takımları tutmasında, hiçbir mahzur olmamalıdır.

Yakışmadı Gerets

SAYIN Gerets... İyi bir yaşam sağlayabilmek için daha çok para kazanmayı istemeni ve bu yoldaki çabalarını anlayışla karşılıyorum... Kariyerinin üstünde bir miktar alıyorsun, bu parayı başka takımdan alman da bugün için zor... Adnan Polat ve heyeti, sana "Sezon sonunda vedalaşalım" diyor, anlamak istemeyip, hala gelecek yılki sözleşmeni yenilemek istiyorsun. "Başkandan başka patron tanımam" demekle de işleri iyice çıkmaza sokuyorsun.

Sana böyle diretmeyi yakıştıramadım. Senden; "Bana doğru dürüst transfer yapmadınız, sözünüzde durmadığınız gibi gelecekle ilgili planınız da yok. Büyük teknik direktörüm, sezon sonunda bu şartlarla sizinle olmayacağım. Şimdiden başınızın çaresine bakın!" demeni beklerdim.

Paralar çebe...

O zaman, "Aman hocam yapma-etme, bizi bırakma..." diye sana yalvaracaklardı. Sen iyi oynayamadın. Hiçbir yerden kemiksiz 1.300.000 Euro teklif almadığından, bu lafların altında ezilip parayı cebe atmaya devam et... Ne sen büyük hocasın, ne de yönetenler iyi bir ekip...

Fatih Terim ile yollarımızı ayıracağımıza, 1996 ruhunu yeniden canlandırıp, doğru takıma birlikte ulaşabilirdik. Denemediğimiz için pişmanlık duyuyorum. Yazık oldu...

Telafisi çok zor, ama imkansız değil... Eli iş tutanlar daha fazla dibe vurmadan bu kangreni kesmeli... Zorlamaya gerek yok, olmuyor... Olamayacağını da kimse itiraf edemiyor.
Yazının Devamını Oku