Sonradan ‘köşeyi dönme’ usulü kabul görüyor da içine doğulan servet bazılarına antipatik geliyor. Bir dolu kirli numarayla holding patronu olmuş adamların, mafya babalarının zenginliğinden soğumuyor kimse. Ama hanedanlık torunları, piyano resitalleri, valsler, balolar, dantelli eldivenler, tüllü şapkalar ve tüm o ‘gâvurluk’ hallerinde kimimizi ezen bir hal var. Ne kadar daha eğitimsiz, ne kadar daha yoksul, ne kadar daha cahil, ne kadar daha pırıltısız bir ömür geçirdiğimizi hatırlatan bir tarafı var tüm bunların. Şura gibi tatlı bir kızı bile gönül rahatlığıyla sevmeyi engelleyen de bu olsa gerek. Dizinin yeni sezona TOTAL’de 23’üncülük gibi ürkütücü reyting’lerle başlaması bu tutmayan kimyanın eseri büyük ölçüde. Bu kibar kibar konuşmalar, efendilikler, bize ne kadar kaba olduğumuzu anımsatan nezaket gösterileri Türkiye’nin en yakışıklı jönünden bile uzaklaştırabiliyor izleyiciyi.
Tabii evinde Bach’la büyümüşleriniz varsa gönül rahatlığıyla Seyit ve özellikle Şura’nın dünyasına akıp gidebilirsiniz. Ama bazen Pera’nın şık şıkırdımlığı da bir St. Petersburg kadar uzak gelebilir.
Yine de hemen vazgeçmeyin. ‘Kurt Seyit ve Şura’, bu sezon izleyicisine kendisini sevdirmek için üstün bir çaba sarf ediyor. O zenginlerin, ‘gâvurların’ dünyasına uzaktan bakıp küsen teyzeler için Emine karakteri var mesela. Olabildiğine tutucu, kötümser, karanlık, korku dolu. Buna rağmen bir Zerrin Tekindor klasiği; iki cümleyi geçen her repliğinde tüyleri diken diken ediyor, ağlatıyor ya da kesin güldürüyor. Öyle sahici, bildiğimiz bir yanı var yine.
ÇAMAŞIRHANENİN ALAMETİFARİKASI
Emine ve kızı Mürvet sayesinde Seyit-Şura-Celil-Petro-Tina ekibinin dünyasına daha tanıdık bir yerden bakabiliyoruz. Onları çözemediğimiz sıralarda Mürvet de şaşkınlıkla izliyor mesela. Aynı şekilde Emine’nin muhafazakârlığını ‘cıkcık’layanlardansak o mahalleyi anlamamız için de Rus ekolü yardımımıza yetişiyor.
Bazen insana uzayda yaşadığını hissettiren bir program kumanda aletinden sekip tokat gibi yüzümüzde patlıyor. “Ben neredeyim? Niye böyle oldu? Bu olağansa, ben ne yapıyorum?” diye küçük ataklar geçiriyor insan. Bir süre sonra gerçeklerle yüzleşiyorsunuz. Evet, 1994 doğumlu kızlar hâlâ Barbie oynama epizoduna yakın. Mesela bebekleri öpüştürmeyi daha 5 sene önce bırakmış olabilirler. Bu sebeple, ergenlik sırasında izleyip ba-yıl-dığı ikonokonikcan İvana Sert’in yeni programı ‘Bu Tarz Benim’in Show TV’de başlayacağını duyunca deliye dönmüşlerdir. Başvurularına kabul geldiğinde Murat Boz ya da Dalkılıç tvitlerine cevap vermiş gibi sevinmişlerdir. Ve Öykü Serter’in maksimum yaratıcılık beklediği “Bu kıyafetle nereye gidiyorsun?” sorusuna ÖSS’den hevesli çalışmışlardır.
Mesela son izlediğim bölümde Buse Bursa’da brunch’a gidiyordu. Ama yarışmacı arkadaşları göbeği açık Bursa’da brunch’a gidemeyeceğini söyledi. Net. Öykü Serter de “Bursa’da böyle gezebiliyorsun yani, hmm” diye pofurdadı. Bu da Buse’nin hayali. Göbeği açık bluzuyla kız kıza brunch’a gitmek.
KAPİTALİZM BU YAVRULARI DÖVE DÖVE EĞİTMİŞ
Bu küçük şapşikler hep bir Barbie gezegeninde, bitmeyen spiral podyumlarda yürüyorlar. Tarz olmanın gerektirdiği ödevleri uslu kuzular gibi sıra sıra AVM güvenliklerinden geçerek yerine getiriyorlar. Her şeyin çakmasıyla yetinmek zorunda kalıp İvana Sert’in balyoz gibi kalplerine inen “O çantanın markası ne?” sorusuyla yıkılıyorlar. Bütün hainlikleriyle birbirlerini eleştiriyorlar: “Senin popon büyük olduğu için… Göbeğini çalkalasan yoğurt olacağı için…”
Reaksiyon’u mezara gömmeden önce birkaç gereksiz beklentiyi ortadan kaldırmak lazım:
‘BEHZAT AMİRİMİN BURADA NE İŞİ VAR?’
Nihayetinde Erdal Beşikçioğlu parasını oyunculuktan kazanan bir adam. Vali rolünde oynadı diye ona küsemeyeceğimiz gibi, vay efendim nasıl MİT ortamlarına daldın diye de kızamayız. En fazla şuna içerleriz: “Sen Behzat Ç. karakterini Erdal olarak da özümsedin, kendinden bir şeyler buldun. Eş zamanlı düzene atarlandın. Kutu biranı açtın, bu ülkenin üzgün, kırgın, kızgın çocuklarıyla tokuşturdun. Behzat olarak değil, Erdal olarak tüm röportajlarında kendini böyle pozisyonladın. N’oldu la şimdi?” deriz.
Osman Sınav yine herkesin içinin kapkara olduğu, daracık dünyaların hikâyesini anlatıyor.
Mutlu bir ülke değiliz. Ama kolay unutur, çabuk neşeleniriz. Küsmeyi, kinlenmeyi, horozlanmayı onurlu bir şey saysak da, hemen affederiz. Merhametli, ‘yazık, günahlı’, şefkatliyizdir çoğunlukla. Hain değilizdir. Ya da kötülükle övünmeyiz, ayıp sayarız. Fesatlığı hiç sevmediğimiz kadınlara bir dedikodu içinde yakıştırırız ancak. Kederli insanlarız da, böylesine kuru değiliz.
Osman Sınav’la da aynı ülkede yaşıyoruz ama ne garip, o yıllardır herkesin lanet olası hayatlar yaşadığını anlatmayı seçiyor. Karakterlerinin paslı bir çivi kadar hastalıklı ruhlarını övüyor. Ayılığı kutsuyor. Kadınlarına ‘bu’, ‘şu’, ‘lan’dan başka hitap biçimine yanaşmıyor. Mini eteği, yalnız anneliği mesele ettiği kadar, kuzen aşkını, ensesti, tecavüzü kafasına takmıyor.
‘Hatasız Kul Olmaz’, Osman Sınav’ın kurak hayal gücünün son örneği. Türkiye’nin öfkeli, kompleksli, kayıp kuşağının arızalarını sağmak için tasarlanmış klişelerin yeni dalgası. Pek de uyumlu bir kadrosu var. Mesela Murat Han yine bir tahta rolünde. Ekin Türkmen, Osman Sınav projelerinde eksik olmayan küstah/yelloz tipini iyi anlamış. Ertan Saban doktor/bad boy Ferit için belli ki hiç zorlanmamış. Ne de olsa sandalyeyi ters çevirip oturmak, bardaki kızlara arkadan sarılarak bilardo öğretmek, soru sorup cevabını dinlememek, sabah kalkınca ilk iş yumruğunu test etmek gibi birkaç ezberle kotarılıyor artık bu işler.
Herkesin intiharın eşiğinde olduğu bu İznik köşesindeki 70’inci dakikamızda kimin kim olduğu bir zahmet açıklığa kavuştu. Yoksa başkanın yeğeninin kuzenine âşık olduğunu ve onu en yakın arkadaşıyla evlenirken bastığı için intiharına sebep olduğunu anlamayacaktık. Daha dıdısının dıdısı yan karakterlerin bu skandala nasıl dâhil olduğunu çözebilmiş değiliz. İkinci bölümü bu akşam izleyeceklere zihin açıklığı diliyorum.
Mesela Bulut’un (Murat Han) tekinsiz bir yaratık gibi habire defetmeye çalıştığı eski karısı alkolik Dilber’in sırrı çözülmeyi bekliyor.
Kuş
Gece Kuşu (1994-95) özel televizyon tarihimizin tartışmasız en kült işiydi. Bir jenerasyonda uyku düzeni bırakmadı. Levent Erim saat 2’ye doğru “Ve Elvis stüdyoyu terk etti” diyene kadar 83 bölümünü de sapıkça bir iştahla izledik. Telefon bağlantısına cesaret eden zavallı ablalara eziyet etmesini suçlu suçlu sevdiğimizi kabul ettik. Şimdi baş tacımız, bir numaralı pop ilahımız, hayattan ve Doğu Avrupalı kızlardan yorulan Serdar Ortaç, Okan Bayülgen’in kurduğu dünyada alelâde bir Japon’du. Pop şarkıları, filmler, spor programları övgüye değer şeyler değildi. Kendisi de dâhil her şey ne kadar büyülü bir biçimde vasattı. Gece Kuşu gece yarısından sonra her şeyi söylemenin serbest olduğu gizli bir kulüp gibiydi. Bayülgen en genç Serge Gainsbourg halleriyle sigara kokarak tuhaf bir âlemin temelini kazıyordu.
Makinist
Televizyon Makinası ilk kez 2005’te Kanal D’de yayınlandığında popçular 90’lardaki gibi naif, kadın programları börekli börekli değildi. Hande Yener bir gün Madonna olacağını düşünmeye başlamıştı. Ekranda her gün Semra Hanım diye klinik bir karakter vardı. Ve artık RTÜK öyle beyin tokatlamaya, seks konuşmaya, sigara tüttürmeye filan izin vermiyordu. Bayülgen bol ‘medya arkalı’, kendince daha eleştirel (anarşist hülyalı ergen seviyesinde değil, akademik seviyede) bir şeyler yapmak istiyordu. Yine “aptalsınız” diyesi vardı da, surata telefon kapamadan öğretmenlik yapmaya kasıyordu. Hâlâ üniversiteli gençlerin gönlünde kredisi yüksekti. Onları ekranda tek dinleyen adam inancındaki aidiyet duygusu henüz yerle bir olmamıştı.
Kral
‘Kraliyet’ serisi (Disko Kralı, Medya Kralı, Muhabbet Kralı, Kraliyet Ailesi) Okan Bayülgen’in kendi kendine ilan ettiği hükümdarlığın parça parça yıkılmaya başladığı dönemin ürünü. Fazla malın göz çıkardığı bir hırs, ihtiras, haddinden fazla coşkun denizlik hali. Gençlik ıslık gibi uzaklaşıp giderken girişilen dev projelerin yorgunluğu. Hayırseverlikle uysallaştırılmaya çalışılan yangınlı ego. Yine de Kral serisi de Bayülgen’in alametifarikası bazı anlara şahit oldu. Muhabbet Kralı bugüne kadar TV’de konuşulmamış şeyleri uzun uzun konuşmaya cesaret etti, Medya Kralı uzun yıllardır kendi spin off’unu hak eden ‘Medya Arkası’nı taçlandırdı. Ama Bayülgen artık taze değildi. O da biliyordu. Tatsızlaşıyorduk.
‘Sen de artık herkes gibisin’
Okan Bayülgen ne olursa olsun sıkıcı değildi. Bugün öyle. Habertürk’te Kuran ve Kozmos’u üç vasat akademisyenle saatler boyu tartışırken bir Ramazan programı sunucusunu andırıyor. “Kuran neleri önceden bildirmişti? Evrim teorisi Kuran’la çatışıyor mu? Kuran’da yazanlar bir mucize mi?” spotları, iftar tarifleri hediyeli bir gazetenin promosyon metni gibi. Konukları yüzlerce dakika Quantum fiziğinin derinine inip çıkarak kendilerini eğlerken arada cılız bir ‘Nesloş (işaret dili tercümanı) sen de çok yoruldun’ yorumuyla ortamı hafifletiyor. Hadi Habertürk’teki formatına verelim olanları. Show TV’deki Makina Kafa’da da hala binnn yıldır Nihat Doğan, Cenk Eren konuk. Nihat Doğan saçmalayacak, Cenk Eren yumuşatacak arada Dilber Ay’ın iki atarına güleceğiz. Önemli değil, başımızdan son 1 yıl geçmeseydi onu da azıcık kikirdeyerek izleyebilirdik. Ama “hava güneşli diye sokağa çıkan” gerzekler olmadığımız için kalbimiz kırık. Ve Okan Bayülgen de artık herkes gibi.
Basit bir araştırma yeterdi. Mesela Türk Tarih Kurumu’nun belgeseli var, ‘Osmanlı’da Kadın Giyimi’ diye. Prof. Dr. Örcün Barışta anlatıyor. 16’ncı yüzyıldan 20’nci yüzyıla İstanbul’da, hatta Selanik’te ve Mısır’da nasıl giyinilirmiş. Bu saç çıtçıtlarını, fason dantelleri, Lavanta Kostüm’ün envanterindeki tüm vintage kadifeleri basmadan önce bir 10 dakikayla çözülebilirdi. Yoksa bizim genç güzel oyuncu kızlarımız üç etek, ferace, mintan şişman gösterir diye mi Viktoryen olmayı tercih etti? Yoksa tüm sanat ekibiyle beraber kostümcüler de ‘dönem’ lafı geçti mi Downton Abbey’den çakmadan duramıyorlar mı? Calibe’den Lady Mary, Asude’den Lady Sybill, Fevkiye’den Lady Edith olur mu olur diye bir güzel aşırıyorlar mı?
Julian Fellowes’dan Allah razı olsun. Downton ahalisi olmasa elimizde ‘esinlenmelik’ bir Aşk-ı Memnu vardı. Ordan da kostüm adına fazla malzeme çıkmayacağına göre 1892’nin İstanbul’unda adeta bir İngiliz kırsalı havası yaratıyoruz. Lakin, asilzadelerin düğünü Vardar Ovası’yla şenleniyor. Nazım Bey, ne kadar Grantham Kontu Robert Crowley gibi ava çıksa da, Kürdili Hicazkar Longa eşliğinde, Tosun Paşa tadında evleniyor.
Soframızda kristal kadehlerden suyumuzu yudumluyoruz da, köz biberi uyduruk enamel tabakta servis ediyoruz (çünkü aşırı vintage). Ütü suyunu Yalıkavak pazarında 10 liraya satılan (pazarlıkla 7) kuruyemiş kasesinden koyuyoruz.
Esas kızımız güpür dantel gelinliğiyle Kate Middleton’dan hallice ama o sandık lekeli kostümün beline kırmızı kuşak bağlamakla ‘yerel’ oluyor, dönemin hakkını veriyor.
Mutfak ekibi de dönem klişesinin payidarı. Kızıl, tombik Aşçı Saniye Mrs. Patmore, Mehveş Kalfa Mrs. Hughes rolünde. Fıttırık oda hizmetçileri filan da hazır yerini almışken gözlerim bir Mr. Carson arıyor.
Börekli, lokumlu, tavşan yahnili (çünkü avlanan asilzadeler hep tavşan yer), tarak külbastılı, tarak pilavlı (başına tarak koyarsan gelenekselleşir), sütlü muhallebili mutfak ne kadar şarksa, sokak da bir Indiana Jones seti kadar oryantal. Her adımda bir bileyci, kalaycı, şerbetçi, küfeli figüran, envai çeşit turistik esnaf… Ramazan’da Sultanahmet mübarek. Sokağa salınan keçi filan ‘eski İstanbul’ havasına ne katıyor emin değilim ama mesela çarşaflı kadınların dolaştığı mahallenin kızı Calibe ısrarla dantelli tek parça elbiselerini giyiyor. O dönemde onun sınıfındaki kadınlar şalvarın üstüne belden kuşaklı elbiseler giyerken, bizimki elbette Büyük Krallık’ı temsilen leydiliğinden ödün vermiyor.
Hadi tamam diyelim ‘Yasak’ın sanat ekibinin bir bildiği var. Ki mutlaka benden daha çok bildikleri vardır. Neticede Erol Taştan Takva’daki işiyle ödül aldı, kostüm sorumlusu Funda Büyüktunalıoğlu gişeli gişeli sinema filmlerine emek verdi. Bilmedikleri anlar da artık prodüksiyonun fazla detaya girmeye izin vermeyecek bütçesiyle ilgili.
Pınar Kür, salı akşamı Enver Aysever’in sorularını yanıtlıyor. “Abdullah Gül’ün davetine eşi başı bağlı olduğu için gitmedim” diyor. “Başörtüsü takmayı gericilik olarak görüyorum. Erkek tavlamak için Playboy’a soyunanla, erkekleri azdırmamak için örtünen arasında fark yok. Zihniyet aynı. Kendilerini özne değil nesne olarak tanımlıyorlar” diye açıklıyor.
Türkiye’nin en ünlü yazarlarından biri, bu kadar yolsuzluk iddiası arasında Tayyip Erdoğan’a oy veren taksiciyi anlamadığını, “50 yıl Allah başımızdan eksik etmesin” dediği için kavga ettiğini anlatıyor.
AKP seçmeninin okumadığından, bir hayal dünyası olmadığından, okuma alışkanlığını çocuk yaşta elde etmek gerekirken, vakti kaçırdıklarından söz ediyor. Halbuki o annesinin-babasının kütüphanesinden Yunan klasiklerini aşırarak başlamış okumaya.
Bu bilgisiz, kitap/gazete okumayan, dizi izleyen güruh, olan bitenden habersiz olduğu için AKP’ye oy vermeye devam etti. Kür’ün teorisi özetle bu.
AKP var ya da yok, yazara göre ‘örtünmek, saklanmak’ gibi şeylerin özgürlükle ilgisi yok. “Böyle bir özgürlük anlayışı olamaz” diye itiraz ediyor: “Erkekler saçımın telini görünce azmasın diye kapanmak nasıl bir özgürlüktür?”
Öte yandan 28 Mart’ta Alev Alatlı, Cem Küçük karşısında ‘Schrödinger’in Kedisi’nde Dışişleri’nden sızan malum kayıtları konuşuyordu. Yeni dünya düzeni, kaos çağı, istihbarat teknikleri arasında yine Alatlı’ya özgü her ağacın dalını budağını birbirine bağlayan büyük resmi çizmeye çalışırken şunu söyledi: “Özgürlük nedir bilmiyorlar (CHP’li milletvekillerinden, AKP karşıtı gazetecilerden vs. bahsediyor). Yapma kadar, yapmama özgürlüğü olduğunun farkında değiller. Pozitif özgürlük, negatif özgürlük nedir fikirleri yok.”
Alatlı uzun zamandır yaptığı gibi Başbakan’ı pamuklara sararak kolladı, onu itibarsızlaştırmaya yönelik girişimlerin ‘Yeni Dünya Düzeni’ oligarklarının, ABD-İsrail koalisyonunun ‘öldürücü olmayan silahlarıyla’ başlattığı bir savaş olduğunu söyledi. Bu düzenin aktörlerinin Türkiye’yi ‘orient’ kontürü içinde tutmak istediklerini anlattı.
Türkiye’nin ruh halini Nagehan Alçı’nın sağ profilinden okuyabilirsiniz. Yerel seçimlerin ardından ilk Dört Bir Taraf yayınında mesela, limon sarısı elbisesi içinde, denizden çıkıp saçlarını öylesine bir kelebek tokayla tutturmuş gibi ferahtı. Oysa önceki hafta zırh gibi göğüs kafesini saran, omuzlarında kara kedi gibi yükselen apoletli elbisesiyle nasıl da gergindi. “Vatan hainleriyle aynı programda olmaktan utanıyorum!” diye kalemini sehpaya vururken elleri titriyordu. Biz seçime yaklaştıkça milletçe nasıl gerildiysek, Nagehan Alçı da o düzlüğe gelene kadar epey yoruldu. İtinayla beslendiği ideolojinin altında ezildi. Savunulacak tarafı kalmayan anlarda hırçınlaştı. Cemaat ve AKP flört ederken çiçek gibi anlaştığı Nazlı Ilıcak’tan en ağır eleştirileri yedi. Bir zamanlar, “Evet Nagehancığım, sana çok hak veriyorum” diyen Nazlı ablası, onu ‘istikbali olmayan bir gazeteci’ ilan etti. İnkâr misyonu bir ara gözlerine karanlık bulutlar indirse de 1 Nisan’da yüzü gülüyordu. “Paralel yapıya ders verilmiştir, bu seçimin kaybedeni Pensilvanya olmuştur. AK Parti oylarını 7 puan arttırmıştır” derken limon sarısı elbisesinin içinde bir bahar günü kadar hafif, güvende hissediyordu.
CNN Türk’ün bugüne kadar yaratabildiği bir tane imza program varsa o da Dört Bir Taraf olmalı. Üçüncü yılında Enver Aysever ve dev egosunu kaybetse de janti Kadri Gürsel’le tadını bozmadan devam ediyor. Dört Bir Taraf, tartışma programları tarihimizin en sinir bozucu listesine girmeyi hak etse de halimizin aynası.
Altan Öymen cehaletin yüceltilmediği, bozuk Türkçenin yıldızlaşmadığı, anti-entelektüelizmin para yapmadığı bir zamandan konuşuyor. Her zaman belgeleriyle, titizlikle ortaya dökülen gerçeklerle, nezaketle, akla davet ederek ve elbette mütemadiyen CHP’yi savunarak.
Kadri Gürsel keskin analizlerle, usturuplu ayarlarla, Nagehan Alçı’nın hiç sevmediği Galatasaray Liseli Beyaz Türk’lerden. Varlığıyla rahatsız ettiklerinin sözcüsü Alçı, “Sizin gibiler bu halkı küçük göremeyecek artık” ezberiyle defansa geliyor.
Öte yandan Nazlı Ilıcak başlı başına bir fenomen. Hele son zamanlarda oluşan muazzam eksen kaymaları işi daha da renklendirdi. Alçı-Ilıcak çatışması, nevroz derecesinde işlevsiz anne-kız ilişkilerini hatırlatıyor. Blu çağındaki kız çocukları gibi kısa nöbetler geçiren Alçı’yı, Ilıcak’ın müstehzi gülümsemesi çoğunlukla iyice deliye çeviriyor.
Böyle anlarda özenle ve birkaç havalı kalıpla gizlemeyi başardığı bilgisizliği ortaya çıkıveriyor. Mutlaka kendinden çok eminken bir kavramı yanlış kullanıyor ya da “Kendi mastürbasyonunuzu yapmaya devam edin” gibi ‘yangın yanıyor’ türünden laflar ediyor.
Dört Bir Taraf, Türkiye’nin son girdiği haller içinde Survivor adasından daha zengin. Yalnızca yaratıcı kavgalarından, her an Adnan Aybaba usulü birilerinin stüdyoyu ‘Yuuuh’ diye terk etme ihtimalinden değil. Ne tarafta olursanız olun karşı tarafı tanıyabilmek, tartışabilmek, aklınıza gıcık yapan o soruyu, ‘Nasıl olur da böyle düşünebilirsin?’i sizin yerinize birilerinin sorabildiğini görmek için harika. Dört Bir Taraf’a saçınızı başınızı yolmadan tam 132 dakika katlanamazsınız belki. Yine de özellikle herkesin bir köşe beğendiği şu günlerde farklı sesleri duymak için katlanmaya değer.