Ayşe Özek Karasu

Golf kazaları

11 Ekim 2008
Dünya üzerinde golf bağlantılı iki kaza tipi var. Birincisi; önemli bir askeri ve siyasi kriz sırasında, savaş halinde golf oynayan siyasi lider olmak. Ya da kamu ihalelerine giren şirketlerin patron ve tepe yöneticileriyle golf oynayan siyasetçi veya bürokrat olmak. Birincisi genelde Amerika’da, ikincisi ise Japonya ve Güney Kore’de meydana gelir. Uzakdoğu tarzı kazalar çoğunlukla, büyük şirketlerden golf kulübü üyeliği kabul etmeyi de içerir ki, bu rüşvete girer ve istifaya, hatta hapse kadar gider. Bu bakımdan Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu’nun, Aktütün saldırısını müteakip golf oynaması Amerikan tarzı bir kazadır./images/100/0x0/55ea26d0f018fbb8f86e605f

Bazen golf oynamayarak da insanları kızdırabilirsiniz. Mesela 43 numaralı Başkan Bush’un Irak’ta savaşan askerleri uğruna golfü bıraktığını ilan etmesi, fena halde sinirleri bozdu.

Tabii bunda, ülkenin lüzumsuz bir işgal macerasına sürüklenmiş olmasının verdiği sinir bozukluğu da rol oynadı. Sonuçta Bush, fedakarlığı karşısında beklediği takdiri bulamadı.

Bush geçen mayıs ayında verdiği bir mülakatta sırrını ifşa etti. 19 Ağustos 2003 günü golf oynamayı bıraktığını açıkladı. Yani Irak işgalinin başlamasından tam beş ay sonra. O gün Bağdat’ta BM karargahına saldırı düzenlenmiş, 12 kişi ölmüştü. Golf-Irak bağlantısını şöyle açıkladı Bush: "Oğlu Irak’ta can vermiş bir annenin, başkomutanı golf oynarken görmesini istemem. Çocuklarını cepheye gönderen ailelere karşı dayanışma borcum bu. Savaş halindeyken golf oynamak yanlış mesaj olur. O bombalı kamyonun patladığı gün golf sahasında gelip haberi verdiler. Ben de bıraktım, değmez dedim."

Ancak maalesef başkan yalan söylüyordu. AP ajansının tespitlerine göre Bush, golfü bıraktığını söylediği 19 Ağustos gününden sonra yine sahada görülmüştü. Mesela 13 Ekim 2003 günü başkomutan golf oynamıştı.

Bush’un Amerikan medyasından, olabilecek en şiddetli azarları işitmesi için yalan söylerken yakalanması da gerekmiyordu.

Neler yazmadılar ki. Aman o ne özverili, ne soylu davranıştı! Mesela Washington Post şöyle diyordu: "Yani şimdi Irak’ta ölen ya da yaralanan askerlerin aileleri Bush’a bu fedakarlığından ötürü şükran mı duymalı. Neden sadece golfü bırakıyor, dağ bisikletine de binmesin, çiftliğine de gitmesin. Ondan golfü bırakmasını isteyen mi oldu? Nixon da Vietnam Savaşı’nın en şiddetli günlerinde golf oynuyordu. Watergate skandalı patladığında da oynadı. Hiç karışan oldu mu?"

Bush köklü golf geleneği bulunan bir aileden geliyor. Baba Bush’un dedesi George Herbert Walker, Walker Kupası turnuvasının kurucusu. Baba Bush’un babası Prescott Bush ise ABD’de amatör golfün yönetim organı olan USGA’nın başkanlığını yapmış.

Gerçi Amerikan tarihinin en çok golf oynayan Başkanı Dwight Eisenhower olmuş, hatta Beyaz Saray’ın bahçesine golf sahası da yaptırmıştı, ancak ilk golf krizini yaratan başkan bizzat Baba George Bush oldu. 1990 Ağustosu’nda Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali üzerine binlerce askerini Ortadoğu’ya sevkeden 41 numaralı Başkan Bush’un günlerini Maine’deki yazlığında golf oynayarak geçirmesi, medyanın sinirlerini zıplatmıştı.

Baba Bush’un kendisini izleyen Beyaz Saray muhabirlerine karşı kullandığı asap bozucu anahtar cümle şuydu: "Golf oynarken, Körfez krizi gibi ciddi meseleleri konuşamam." Sonra, oğul Bush da dahil, golf arkadaşlarını peşine takıp gazetecileri arkasında bırakarak bir sonraki deliğe doğru yol almıştı. İlerleyen günlerde Bush ile medya arasındaki golf krizi şiddetlenerek devam etti. Başkan, kriz günlerinde golf oynayarak dinlenme hakkı bulunduğunda ısrarlıydı. Medya ise tersini düşünüyordu.

GOLF MÜ, ASLA

Baba Bush’un başkan yardımcısı olduğu 1988 yılının temmuz ayında bir başka golf krizi daha yaşanmıştı. Amerikan savaş gemisi Vincennes’in, İran yolcu uçağını füzeyle düşürdüğü o büyük facia sırasında Başkan Reagan da yardımcısı da tatil keyfini bozmadığı gibi, dönemin Dışişleri Bakanı George Schultz golf sahasında oyunu bırakmaya gerek görmemişti. Krizi saniye saniye yazan Amerikan basını, Schultz’un 8.30 itibariyle giriş yaptığı sahadan 12.30’da 18. deliği tamamlayarak çıktığını yazıyordu. Golf arkadaşlarından birinin söylediğine göre bakan, "Körfez’de büyük bir tradeji meydana geldi" diyerek devam etmişti oyuna.

Amerikalı siyasi liderler kriz zamanlarında golf sahasında değil de, ne bileyim poker arkadaşlarıyla masada olsa bu kadar tepki çeker mi acaba? Golfün pahalı, elit ve erişilmez hissi veren bir oyun olması reaksiyon dozunu artırıyor. Nitekim Amerikan medyasında McCain ve Obama’ya "Başkan seçildiğiniz takdirde savaş zamanında ne yaparsanız yapın ama, sakın golf oynamayın" diye satır arası tavsiyelerinde bulunanlar var.

UZAKDOĞU TARZI

Golf dünyanın her yerinde pahalı ama, arazi sıkıntısı çekilen Japonya’da daha pahalı. Bu nedenle golf kulübü üyeliği sıkı bir rüşvet malzemesi. Kamu ihalelerine giren şirketlerden hediye olarak kulüp üyeliği kabul eden siyasiler ile bürokratların yol açtığı skandallar artık rutin.

Güney Kore’de de özellikle bürokratların çıkar çatışmasına yol açacak şekilde golf ilişkilerine girmeleri kesinlikle yasak. Golf merakı daha iki yıl önce ülkede bir başbakan götürdü. Dönemin Başbakanı Lee Hae-chan, ihaleye fesat karıştırmaktan sabıkalı bir işadamının ikramıyla golf oynadığı için istifa etmek zorunda kaldı.

Japonya’da ise son büyük golf skandalına yol açan kişi, eski Savunma Bakan Yardımcısı Takemasa Moriya. Olay geçen yıl patladı. Bakan yardımcısının savunma teçhizatı satan Yamada adlı şirketin kıyağıyla dört yıl içinde 120 kez golf oynadığı tespit edildi. Şimdi üç buçuk yıl hapsi isteniyor Moriya’nın. Rüşvetçi şirketin üç yöneticisi de yargılanıyor. Karar 5 Kasım’da açıklanacak.

Japonya’da, Amerikan tarzı golf kazaları da yaşanmıyor değil. Mesela ülkenin en gafçı başbakanlarından Yoşiro Mori, 2001 yılında bir Amerikan denizaltısının Japon balıkçı gemisine çarptığını ve dokuz mürettebatın kayıp olduğunu öğrenmesine rağmen golf oynamaya devam etmişti. Mori, bu büyük skandaldan iki ay sonra istifa etti. Şimdi federasyon başkanlığı yapıyor. Hayır, golf değil, ragbi federasyonu başkanlığı.
Yazının Devamını Oku

Gezegene esas kim yük oluyor çocuklar mı ihtiyarlar mı ?

4 Ekim 2008
Japonlar şu uzun yaşama işini iyice abarttı. Artık yetişkinler için altbezi defilesi de düzenliyorlar. Modeller podyuma çıkıp 80’lerin müziği eşliğinde altbezi tanıtıyor. Çünkü Japonya hızla yaşlanıyor. Son altbezi defilesiyle ilgili Japon basınında çıkan haberlere göre, çişini tutamayan milyonlarca insan var ülkede. Bu nedenle yetişkin altbezi önemli bir tüketim malı. Yıllık hacmi 500 milyon dolar. Çocukların altbezi masrafı ve doğaya bırakılan atık oranı daha yüklü elbette. Peki hangi grubun varlığı doğaya daha zararlı? Bu konularda yapılmış bazı araştırmalar var. İki grubun da altı bezleniyor, ortak yanları görünsün diye bu örneği verdim, ancak araştırmaların kriteri tabii ki altbezi kullanımı değil. Konu iklim değişikliği, kriter de atmosfere salınan karbon emisyon hacmi.

Başbakana zıtlık olsun diye söylemiyorum, bilim adamları öyle diyor. Üçüncü çocuk gezegene yük diyorlar.

Geçen ağustos ayında British Medical Journal’da yayınlandı. "Karbon ayak izi" denilen, gezegeni kirletme katsayısını düşürmek için daha az çocuk yapılmasını tavsiye ediyorlar. İkisi karar, üçüncüsü zarar...

Öyle daha az araba kullanın, ya da az enerji tüketen buzdolabı kullanın gibi klişe direktifleri aşmış durumdalar. Açık açık "yavrulamayın" diyorlar. Bu üçüncü çocukların yoksul Afrika ülkelerinde değil, özellikle sanayileşmiş ülkelerde "doğmaması" gerekiyor. Çünkü ABD’de dünyaya gelen bir çocuk, Etiyopya’daki bir çocuğa kıyasla 160 kat daha fazla karbon ayak izi bırakıyor.

Şu andaki artış hızına bakılırsa, dünya nüfusu 2050 yılında 9 milyarı bulacak. British Medical Journal’ın başyazısına göre bu rakam yeryüzünün kısıtlı kaynakları üzerinde aşırı yük oluşturacağı için çatışmalar artacak ve iklim değişikliği de iyice körüklenecek.

Bu makalenin yayınlanmasının ardından "Çok çocuk yapmak yeryüzüne karşı sorumsuzluk mudur" tartışması başladı. Çünkü yazarlar, "Torunlarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmamız için yapacağımız en büyük katkı, ailemizi sınırlı tutmaktır" diyorlardı. Bugüne kadar uluslararası iklim forumlarında aile planlaması pek az gündeme getirildi. Siyaseten hassas bir konu olduğu için. Nitekim Amerika’daki kilise grupları, bilim adamlarının çıkışını inanca müdahale saydılar.

Aslına bakılırsa "az çocuk yapın" demek biraz tuhaf. Çünkü dünyanın her yerinde doğum oranı azalıyor. Kalabalık Çin’de zaten tek çocuk politikası var. Hatta bu nedenle karbon emisyon hacmi konusunda imtiyaz istiyorlar. Avrupa’da ise kadın başına düşen çocuk sayısı zaten 2’nin altında. Nüfusu korumak için ortalama 2.1’i tutturmak gerekirken, Almanya kritik eşikte. Kadın başına 1.3 çocuk düşüyor. İngiltere’de ise 1.9. ABD’deki ortalama 2.1. Asya’daki ortalama (Çin hariç) 2.8. Afrika’daki ortalama da 5.4.

YAŞLANMA EKONOMİYİ DARALTACAK

Bu tabloya rağmen iklimciler, gelişmiş ülkelerdeki oranın daha da düşmesini istiyor. O ülkelerde ömürler uzuyor, yaşlı nüfusu büyüyor. Peki bu yaşlı nüfusların iklim değişikliği üzerindeki etkisi ne?

Amerika’daki Ulusal Atmosfer Araştırmaları Merkezi bu konuda bir araştırma yapmış. Sonuç şu: Yaşlılar, gezegene daha az yük oluyor.

Gerçi yaşlılar evlerini daha çok ısıtıyor ve 70’lerden kalma buzdolapları kullanıyorlar. Gençler de eğitimleri gereği global ısınma konusunda daha duyarlı ve bilinçli görünüyorlar. Ancak yine de yaşlanma daha olumlu görünüyor.

65 yaş üstü nüfusun ikiye katlanacağı hesap edilerek yapılan projeksiyona göre 2100 yılında yaşlıların karbon emisyon hacmine katkısı yüzde 10-37 oranında azalacak. Çünkü yaşlılar daha az araba kullanıyor, emeklilik çağında kaynakları daha kısıtlı olduğu için yeni tüketim mallarına daha az para harcıyor, daha çok sağlık harcaması yapıyorlar.

Nüfusun yaşlanması yoksullaştırıcı bir etki de yapacak. Çalışamayacak durumdaki tüketicilerin payındaki artışla birlikte ekonomik büyüme yavaşlayacak. Daralan ekonomi de daha az çevre kirliliği yaratacak. Tabii nüfusun yaşlanması, iklim değişikliğini durduracak kadar büyük bir etki yaratmayacak ama, işler kolaylaşacak.

Ekonomide benzer bir daralma trendi Japonya’da da yaşanacak. Halen nüfusun yüzde 20’si 65 yaşın üstünde. 2050’de 100 yaşını geçenlerin sayısı 1 milyonu bulacak. Japonlar başka bir çözüm yolu icat etmezse, çişini tutamadığı için altı bezlenenlerin sayısı artacak. Onlar da atmosfere karbon salmak yerine, altbezi defilelerine gidecekler.
Yazının Devamını Oku

Cadıları neden durgunlukdöneminde yakarlar

27 Eylül 2008
Financial Times köşe yazarı Tim Harford’un Görünmeyen Ekonomist kitabı, Türkçe’de de yayınlandı. Ekonominin gündelik hayata ilişkin sempatik ve havai gerçeklerini eşeleyen hınzır bir yazar Harford. Otellerdeki minibar ekonomisinden yaz aylarında emlak fiyatları neden daha yüksektir bahsine, boşanmanın kadınlara ekonomik faydalarından sihirbazların fikri mülkiyet sorununa kadar her alana girer. Son girdiği alan ise durgunluk dönemlerinde cadı yakma vakalarının artmasıyla ilgili. Geçmiş yüzyıllarda kötü hava koşullarıyla bağlantılı olarak rekoltenin düşük olması sonucu cadı diye yakılan kadınlardan bugün Tanzanya’da hálá cadı diye yakılan kadınlara kadar uzanan bir hikaye... Cadı yakmanın ekonomisi.

Tim Harford’un "Görünmeyen Ekonomist" kitabının kapağında, hemen sağ üst köşeye Steven D. Levitt’in yorumu yerleştirilmiş. "Mutlaka okunmalı... Ekonominin gücünü hayata taşıyor" diyor.

"Freakonomics"in eşyazarı Levitt’in görüşü önemli. Faiz oranları, ticaret açığı ya da küreselleşmeye değil, daha çok sokakların ekonomisine kafa yoruyor Levitt. Suç çetelerinin ekonomisine bir dalıyor, uyuşturucu satıcıları neden anneleriyle birlikte oturur meselesine dair sonuçlar çıkarıyor. Mesela 1999’da ABD’de suç oranının düşmesini, ekonomik başarıya ya da silah kontrolüne değil, 1973’te Yüksek Mahkeme’nin kürtajı serbest bırakmasına bağlıyor. Çünkü bu karardan sonra yılda 1.5 milyon kürtaj gerçekleşiyor. Böylece 17-18 yaşında suç coğrafyasına katılacak istenmeyen çocuklar doğmamış oluyor.

Financial Times’ta "Undercover Economist" köşesini yazan Tim Harford da aynı kalem adamlardan. Kıyıda köşede kalmış, ama çok da hayatın içinden ekonomik araştırmaları bulup çıkarmakta pek hünerli. Mesela "Kadınlar kahve kuyruğunda neden 20 saniye daha fazla bekler?" sorusunu onun köşesinde görüp, Middlebury Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğrencilerinin yaptığı çalışmaya ulaşmıştım. Çocuklar, Boston’daki sekiz kahve mağazasını günlerce takibe almış ve kasadaki personel, kadın müşteriyi daha fazla incelediği için, kadınların erkeklere göre 20 saniye daha fazla beklediğini ortaya çıkarmışlardı. İşletmecilikte ayrımcılık konusuna ışık tutan bir çalışma olmuştu.

Şimdi Tim Harford, köşesinde can alıcı bir meseleye dalıyor: "Durgunluk döneminde cadı olmak neden tehlikelidir?" Elinde bazı araştırma sonuçları var Harford’un. Cadı yakma eyleminin ekonomik kökenine dair.

Ortaçağın ilk dönemlerinde Katolik Kilisesi, doğa üstü güçlere sahip cadıların varlığını reddediyor. Bazı kilise belgeleri, büyüye inanmanın sapkınlık sayıldığını açıkça ortaya koyuyor.

Ancak 13. yüzyıldan itibaren cadıların varlığı, insanlara fiziksel zarar verebilecekleri ve doğa güçlerini kontrol ettikleri yaygın bir inanış haline geliyor. Engizisyon, cadı avına ve yargılamalara başlıyor. Ancak cadı mahkemelerinin kitleselleşmesi daha ileri tarihlere rastlıyor.

16. yüzyıl ortalarından itibaren ve 17. yüzyıl boyunca tam bir cadı yakma furyası yaşanıyor. Birçok ülkede hem Katolik, hem de Protestanlar mahkemeler kurup kadınları yargılıyor ve yakıyor. Bir Alman kasabasında sadece bir günde 400 kişi birden katlediliyor. Çoğu, 16. yüzyıl ortasıyla 17. yüzyıl sonuna kadar olan dönemde, 1 milyon kadın alevler arasında can veriyor. Yine o dönemde cadı avı Atlas Okyanusu’nu geçerek Amerika’da Salem’e kadar ulaşıyor.

Peki ama neden o dönemde?

KÜÇÜK BUZ ÇAĞI BÜYÜCÜLERİ

Tarihçi Wolfgang Behringer’e göre muhtemel açıklama şöyle: O dönemde hava sıcaklığı dramatik bir şekilde düşmüştü. "Küçük Buz Çağı" diye tanımlanacak kadar.

Chicago Üniversitesi iktisatçılarından Emily Oster, Behringer’in bu tahmininden yola çıkarak, cadı mahkemeleriyle hava durumu arasındaki bağlantıyı tespit etmek üzere sistematik veri toplamaya başlıyor. Ve çok çarpıcı sonuçlar elde ediyor. Mesela daha soğuk geçen 1520-1770 yılları arasında cadı mahkemelerinin sayısı da artıyor. Muhtemelen kötü hava koşullarında büyücü parmağı olduğuna hükmediliyor. Kilisenin nüfuz alanı dışında da mahkemeler kuruluyor. Bu da cadı avıyla ekonomi arasındaki bağlantıyı destekliyor. Hava sıcaklığı düştükçe tarım rekoltesi de düşüyor, yiyecek sıkıntısı başgösteriyor. Denizlerin soğuması, kuzeye doğru balık göçünü engelliyor. Avrupa’nın kuzey bölgeleri hayati bir besinden yoksun kalıyor. İklim değişikliği, nedeni açıklanamayan bir esrar haline geldiği için günah keçisi arayışına giriliyor ve kültürel zemin, büyü inanışına müsait olduğundan, insanlar ürünün kökünü kuruttular diye cadı damgası yiyor. Özellikle de yaşlı ve dul kadınlar.

Ya da Tim Harford’un görüşüne göre, insanlar zor zamanlarda daha fevri ve saldırgan olduğu için cadı yakmalar tırmanıyor. Amerika’nın güney bölgelerinde, tarla ve pamuk fiyatları arttığı dönemlerde linç vakalarının arttığına dair göstergeler var.

Bugün de Afrika’nın çeşitli ülkelerinde, Hindistan’ın kırsal kesiminde kadınlar cadı diye öldürülüyor. Özellikle Tanzanya’da. Bu ülkenin Meatu bölgesinde, maktullerin yarısını, cadı diye palalarla öldürülen kadınlar oluşturuyor. Çoğu da kendi aileleri tarafından katlediliyor.

CADI MI, AÇLIK KURBANI MI

Her vakada iktisadi bit yeniği arayan ekonomistlerden biri de Berkeley’deki California Üniversitesi’nden Edward Miguel. "Ekonomik Gangsterler" adlı kitabında suç, yolsuzluk ve savaşların ekonomisini inceleyen Miguel, New York’ta görevli yabancı diplomatların aldığı otopark cezalarından, ülkelere göre bir yolsuzluk endeksi çıkarmıştı mesela. Miguel, Tanzanya’yı da incelemiş. Kadınlara yönelik saldırıların doğrudan ekonomi ile bağlantılı olduğunu iddia ediyor. Çünkü açlıktan ölüm tehlikesinin arttığı zor zamanlarda, yaşlı kadınların aileleri tarafından ortadan kaldırılma riski artıyor. Rasyonel kaynak kullanımı için evin yaşlısı kurban ediliyor. Meatu’da cadılıkla suçlanarak öldürülen kadınların tamamı, en yoksul ailelerden geliyor. Kuraklık dönemlerinde cinayetler de tırmanıyor.

Demek ki sorunun çözümü ekonomik. Mesela Güney Afrika’da devlet yaşlılara emekli aylığı bağlayınca cadı cinayetleri de tamamen durmuş. Ama bu Tanzanya için pahalı bir önlem olsa gerek.

Yazının Devamını Oku

Amerikalıları kuş gözlemeye bekliyoruz

20 Eylül 2008
Amerika’da dünyanın en ücra köşesine gidip kuş gözlemeye hazır 46 milyonluk bir kitle var. Mortgage krizi ve finans şokundan sonra da aynı hızda devam ederler mi bilmiyorum ama, Amerikalı kuş gözlemcileri yılda 32 milyar dolar harcıyormuş. Kuzey Amerika sınırları dahilinde. Ancak yeryüzüne dağılma eğilimleri mevcut. Son zamanlarda Asya’ya uzanmaya başlamışlar. Malezya, Endonezya, Singapur, Hindistan... Çünkü bu ülkeler kuş gözlemi turizmini hızlı bir şekilde geliştiriyorlar. 50 kadar ülke görüp kuş gözlem listesine 8 bin türü not düşmeye azmetmiş her gözlemcinin buralara da mutlaka uğraması gerekiyor. Yeryüzündeki yaklaşık 10 bin kuş türünün 450’si /images/100/0x0/55eaa0caf018fbb8f88c70e5Türkiye’de yaşıyor. Zengin bir yelpaze yani. Avrupa’nın tamamında o kadar tür ancak var. Peki Amerikalılar, neden Türkiye’ye de kuş gözlemeye gelmesin?

Uçak gözlemcilerini hiç anlamıyorum ama, kuş gözlemcilerine bayılıyorum. Dünyanın en sakin ve huzurlu insanları olduklarını düşünüyorum. Ve tabii paralı da...

Memleketin öfke ikliminden kurtulmak için ben de kuş gözlemek istiyorum.

Wall Street Journal’daki habere göre 46 milyon Amerikalının kuş gözleme hobisi var. 2001 yılı rakamları, bu iş için bir yılda 32 milyar dolar harcadıklarını ve 860 bin kişiye iş imkanı yarattıklarını gösteriyor. Seyahat masrafları, dürbün, teleskop, tripod gibi alet edevata harcadıkları paranın yanı sıra 860 bin kişiye iş imkanı yaratıyorlar.

Orta Amerika’dan başlayıp Kuzey Amerika ve Kuzey Kutbu’na uzanan bölgede 2048 kuş türü barınıyor. Onlarca çeşit ağaçkakan ve serçeden, çalıkuşu ve dalgıçkuşlarına, alakargalardan yaban kazları ve yırtıcı kuşlara kadar 2048 tür. Ancak listesine yeni türleri eklemek için binlerce doları gözden çıkaracak sıkı bir kuşçunun bölge dışına taşması gerekiyor. En kabarık liste sahipleri, 50 kadar ülke gezip, 8 bin türü yakalayabiliyorlar.

HOLLANDALI PROFESÖR HENDRIKS’İN KUŞ MERAKI

Wall Street Journal’daki haberde, 56 yaşında Hollandalı profesör Henk Hendriks’in adı geçiyor. Adam yılın üç ayını kuş gözleyerek geçiriyormuş. Afrika’dan başlayıp, Amerika ve Asya’ya bağlıyor turunu. Her bir turun bedeli 8 bin 500 doları buluyor. Bunun karşılığında 6 bin 70 kuş türünü kapsayan muazzam bir liste yapmış. En fazla Asya’daki gözlemlerinden haz duyduğunu anlatıyor; "çünkü oraların kuşları daha renkli, heyecan verici, tür açısından zengin ve çoğu nadir" diyor.

Üç bin kuş türünü barındıran Asya ülkeleri, hızlı listeciler için müthiş bir potansiyel oluşturuyor. Özellikle Güneydoğu Asya adalarındaki kuşların çoğu endemik. Yani bu türleri dünyanın başka hiçbir yöresinde bulmak mümkün değil. Mesela Vietnam’ın turuncu göğüslü gülen ardıç kuşu, ya da Endonezya’nın Togian adalarında yeni keşfedilen "beyaz göz" adlı tür. Sulawesi’de de kuşların yüzde 30’u endemik.

ASYA’DAKİ KUŞ REHBERLERİ GÜNDE 200 DOLAR KAZANIYOR

Malezya, Endonezya, Singapur, Filipinler, Tayvan, Hindistan, Sri Lanka, Kamboçya gibi kuş cennetleri, gözlemcileri çekmek için turizm atağına geçmişler. Kuşların yabanıl yaşam alanlarına yakın yeni havaalanları yapılmış, uluslararası bağlantılı seferler konulmuş. Kuş rehberliği de artık iyice profesyonel bir meslek haline gelmiş. En usta tur rehberleri günde 200 dolara kadar kazanabiliyormuş.

Amerika’da amatör ornitologlar için turlar düzenleyen acentelerin yeni hedefi Asya ülkeleri. Kuş gözlemciliği bir Amerikan icadı olmakla birlikte İngiltere’de de çok yaygın bir "hastalık". Birdtour Asia adlı İngiliz şirketi 5 bin dolara üç haftalık turlar düzenliyor.

Asya’daki yeni havaalanlarıyla turizm yapılaşmasının, kuşların yaşam ve üreme alanlarına zarar verip vermediği soru işareti oluşturuyor tabii.

TÜRKİYE’DEKİ 70 KUŞ CENNETİNDE 450 TÜR VAR

Kuş cenneti Türkiye, kuş gözlemcilerinin de cenneti olsun mu olmasın mı, diye düşünüyor insan. Türkiye’deki 70 kuş cennetinde 450 ayrı tür bulunuyor. Sulak alanlar usul usul kuraklaşırken, tarım ilaçları ve sanayi atıklarının sulara karışması ve kaçak avlanma yüzünden bazı türler tükenme belirtileri gösteriyor. Tepeli leylekler, kara leylekler, turnalar, cüce karabataklar mesela.

Önemli kuş göç yolları üzerinde yer aldığı için ve bazı endemik türleri nedeniyle Türkiye tam bir cazibe merkezi. TEMA ve Doğal Hayatı Koruma Derneği öncülüğünde yerli kuş gözlem grupları oluşmaya başladı.

TURLARA EN FAZLA 8-18 KİŞİ KABUL EDİLİYOR

Türkiye’ye yönelik kuş gözlem turlarına bakıyorum. İngilizleri getiren Ornitravel’ın Bafa Gölü, Göksu Deltası, Van Gölü, Kapadokya’ya rehberli turları var. Gelecek yılın, 2010’un rezervasyonları başlamış. THY ile Londra, Manchester ve Dublin’den iki haftalık turlar adam başı 1095 sterlin. İstikamet önce İzmir, oradan Bafa Gölü. Görülebilecek kuşlar arasında tepeli pelikanlar, deniz kartalları, dikkuyruklar, çeşit çeşit baykuşlar sayılıyor. Göksu Deltası, Van Gölü ve Kapadokya’ya, kuzey illeri ve Boğaziçi’ne göç yolu turları var.

Turlara 8-18 kişi kabul ediliyor. Kuş gözlemciliği daha fazla kalabalığı kaldırmıyor. Gözlemde uyulması gereken kurallar; kuşları rahatsız etmemek, yuvalama alanlarına girmemek, yumurta veya yuva malzemesi almamak, herhangi bir eşya bırakmadan çekip gitmek.

TÜRKİYE’Yİ DÜNYA KUŞ HARİTASINA SOKAN ADAM

Ornitoloji çalışmalarıyla tanınan Stanford Üniversitesi Biyoloji Bölümü Çevre Bilimleri Merkezi’nden Dr. Çağan H.Şekercioğlu, 2005 yılında Türkiye’de ilk kuş gözlem turunu gerçekleştiren kişi. TEMA’nın işbirliği ile Kars yöresine Amerika, Kanada ve İngiltere’den sekiz kişilik bir grup getiriyor. Ardahan Aktaş Gölü, Kars’ın Çalı, Çıldır ve Kuyucuk gölleri ve Iğdır Aralık sazlıklarında hep birlikte 276 kuş türü gözlemleyerek rekor kırıyorlar. Ve Kars’ta geceleyerek Türk ekonomisine 30 bin dolar bırakıyorlar.

Şekercioğlu ABD’de yayınladığı makalelerle Türkiye’yi dünya kuş haritasına yerleştiriyor. Amerikalı kuş gözlemcisini de şöyle tarif ediyor: Yıllık geliri 50 bin doların üzerinde, eğitimi ve doğa-çevre bilinci yüksek, kuşlar için çok para harcadığı için de ideal eko-turist. Teksas’ın küçük bir kasabasının altı haftalık kuş göçü sezonu boyunca 2 milyon dolar kazandığını anlatıyor. Kuş gözlemcileri genellikle turist sezonu dışındaki zamanlarda ya da hiçbir diğer turistik çekiciliği olmayan bölgeleri ziyaret ediyorlar.

Demek ki, gelmeleri gerekiyor.

İDEAL EKO TURİST

Kuş gözlemcileri, yıllık geliri 50 bin doların üzerinde, eğitimi, çevre bilinci yüksek, kuşlar için çok para harcadığı için ideal eko-turistler. Örneğin Teksas’ın küçük bir kasabası altı haftalık kuş göçü sezonu boyunca 2 milyon dolar kazanıyor.
Yazının Devamını Oku

Kadınların sevişme açmazının başeseri

13 Eylül 2008
Ne yazdığını Orhan Pamuk tabii daha iyi bilir, Nobelli yazarın pazarlama yetenekleri üzerine - okumadan - kalem sallayanlar ve sadece sevişme sahnelerini okuyup acemice yazılmış Kaymak Tabağı muamelesi çekenler de bildiğini iddia edebilir ama, Masumiyet Müzesi aşk romanı değil. Masumiyet Müzesi, erkek egoizminin ve kadınların sevişme açmazının başeseri. Erkeklerin bütün benliğini, içten pazarlıklı hallerini, hesaplarını, kafalarında kadın cinselliğini resmediş biçimini, saçma sapan kıskançlıklarını, yalanlarını ele veriyor Orhan Pamuk. Masumiyet Müzesi’nin kurucusu Kemal’in ağzından. Üstelik Kemal, ortalama Türk erkeğine oranla daha ince, hassas ve düşünceli bir figür... Yoksa Füsun dünyasına ait nesneleri zeytin çekirdeğine kadar biriktirmesi, komşu çocuğuyla Füsun’un çocukluk mendili uğruna inatlaşacak kadar çocuklaşması, sevgilinin cismiyle yakınlaşmış binlerce eşya ve yaşanan unutulmaz anların resimlerinden aşkının müzesini yaratması mümkün olmazdı.

Evet bu romandan sosyolojik ve siyasi arka perde irdelemeleri de çıkarılabilir. Doğrudur, gençler vuruşurken Nişantaşı’nda farklı bir hayat vardı. Milliyetçilerle solcular birbirini tararken, Maçka Taşlık’taki gençler, sanki farklı bir uzamda yaşıyordu. Kulüp eğlenceleri, Uludağ seyahatleri, zengin gençlerin kalkış yarışları, araba parçalamaları, Boğaz’da araba içinde çay içmeler, elektrik ve akaryakıt dahil bütün yokluklara rağmen zengin hayatın gereklerini yerine getirme çabası, 70’lerin manzarasıydı.

Ancak bu toplumsal gerçeklerin yanında, bir cinsellik trajedisi de yaşanıyordu (hálá yaşanıyor ama biz bir dönem romanını konuşuyoruz şimdi). O dönemlerde "seks" lafı edilmezdi. Pamuk, romanın bir yerinde belirtiyor bunu. Bu cinsellik trajedisi genç kızların sevişme açmazıydı. Bizzat seviştiği erkek nezdinde düştüğü açmaz.

Kızların fazla gezdi tozdu diye çevrede adının çıkmasından daha da derin, daha da kalleş bir durumdu bu. Kendini sevişmenin hazzına fazla kaptırdığı için, ya daha önce de sevişmiş olduğundan, ya da şimdiki veya gelecekteki bir zamanda başkalarıyla da aynı derinlikte sevişeceğinden şüphe edilirdi kızların (Evet, hálá ediliyor).

İşte bu yüzden, Masumiyet Müzesi’nde beni en çok sarsan, Kemal’in umutsuzca, kendini tüketircesine saplandığı Füsun aşkı, obsesyona varan tutkunun, insanı mahveden doğası değil. Kemal’in bu cinsiyet tradejisine dokunarak, kendini haklı çıkarma çabasına girmeden, hikayeyi naklediş biçimi. Tabii bunun Füsun sevişmelerinin ve uzun sevişmesiz günlerin yaşandığı reel zamanda - romanda anlatılan zaman - olmadığını, anlatıcının yıllar geçtikten sonra okura ve müzegezere (Orhan Pamuk aracılığıyla) rehberlik ederken herşeyi içtenlikle aktardığını belirtmem gerekiyor. Bu içtenlik erkeklerin kafasındaki kadın resmini de çıkarıyor ortaya.

ROMANDAKİ E NOKTASI

Bazı antropolojik gerçekler bölümünde Türk erkeğinin kafasındaki kadın resmini buluyoruz. E şıkkını aktarıyorum: "Cinsel zevklerine tutkuyla bağlı bir kız, sırf zevki için ileride kocasını da aldatabileceği için koca adaylarını korkuturdu. Aşırı muhafakazar bir askerlik arkadaşım, bir keresinde bana, sevgilisinden, evlenmeden önce çok seviştikleri için (yalnızca birbirleriyle) ayrıldığını, biraz utanarak ve daha çok da pişmanlıkla anlatmıştı."

Roman kahramanı bu antropolojik saptamayı yapıyor, iyi de, kendisi katiyen farklı değil. Çok kısa bir zaman dilimine sığan, ancak hayattaki ağırlığı derin sevişme günlerinden sonra Füsun kayıplara karıştığı için onu ararken (daha doğrusu beklerken) zıvanadan çıkan Kemal’in zihninden geçen düşünce şu: Sevişmenin zevkini böyle sonuna kadar çıkaran bir kız, şimdi sakın başkalarıyla da aynı zevki tatmak istemesin.

Kemal’in egoizminin tek nesnesi Füsun değil. Aşk üçgeninin doğası gereği nişanlısı Sibel, önce aldatılıyor, sığınak vazifesi görüyor, sonra da ortada bırakılıyor.

ONUN HAYALLERİNİ KURDUM

Peki Kemal neden Füsun’un hemen başkalarıyla sevişebileceğini düşünebiliyor? Neden onun da aşk ıstırabı çekebileceği aklına gelmiyor? Çünkü, onun hayallerini kuruyor ama, onun hayallerinin ne olduğunu hiç merak etmiyor: "Türk erkeklerinin çoğu gibi ben de, delice aşık olduğum kadının aklından neler geçirdiğini, onun hayallerinin ne olduğunu anlamak yerine, onun hakkında hayaller kuruyordum yalnızca."

Gerçi yoksul uzak akraba kızının kayıp günlerinde neler yaşadığını düşünmüyor Kemal ama, zengin hayatından sıyrılıp, İstanbul’un köhne, yıkık dökük semtlerinde bir çeşit çilekeş hayat sürme çabasına giriyor. Füsun’u bulabileceğini düşündüğü semtlerde, onun dünyasıyla bağlantı kurmaya çalışıyor. Normal zengin yaşamında ancak teğet geçebileceği mekanlar, Fatih Oteli, Füsunlar’ın (Keskinler) sonradan taşındığı Çukurcuma’daki cumbalı ev, komşu çocuğu, askerler çıkana kadar televizyon seyretmeler, televizyon üstü köpek bibloları, saatli maarif takvimi, filmcilerin dünyasına girişi... Kemal’in Nişantaşı dünyasından çıkıp girdiği alemin öğeleri.

Füsun’un dünyasına girdikten sonra başlayan Füsun seyirciliği ise onun gerçekte nasıl biri olduğunu, hayallerini ele vermiyor. O kız gerçekten sadece artist mi olmak istiyor?

NOBELLİ ŞEHİR

Ve nihayet, Kara Kitap ile Hatıralar ve Şehir’den sonra şimdi Masumiyet Müzesi’nde yine bir hafıza egzersizi yapıyorum. Hem de elimde Nobelli yazardan imzalı bir kitap var.

Felaket kardeşliği: İstanbul yine baskın, yoksul semtlerine gittikçe hüznü tırmanan güçlü bir figür. İstanbul ahalisini yine sadece felaketler birleştiriyor, ortak ruh kazandırıyor. Independenta yangını...

Hilton sahnesi: Nişantaşı’nda, Işık Lisesi’nin yuvasına giderken, mum boyayla (o zaman adı pastel boya değildi) yaptığım rengarenk kutu kutu Hilton resimlerini hatırlıyorum.

Okul bahçesi: Kemal’in, Füsun’un Kuyulu Bostan’daki evine giderken önünden geçtiği okul bahçesi. Benim okulum Nilüfer Hatun’un bahçesi mi, yoksa bitişikteki Selim Sırrı Tarcan’ın mı?

Taşlık: Annemin elinden tutarak başlayıp okul kırdığımız lise günlerine kadar gittiğim yer. Otel inşaatına kadar.

Maçka parkı: Annem, yengem ve bebek arabalarındaki kardeşim ve kuzinim ile gittiğimiz park.

Otobüsler Maçka ve Levent otobüsleri: Genelde Levend (Leyland) nadiren Mercedes marka. Lise çıkışı Tünel’de bindiğimiz otobüsler.

Sapıklar, teşhirciler... Kemal bir konuda yanılıyor. O dönemin fordcu ve teşhircileri sadece güzel kızları değil, en yüzüne bakılmayacak alımsız ve sıkıcı kızları da taciz ederdi - mesela Maçka ve Levent otobüslerinde. Hatta içe kapalı ve sıkılgan göründükleri için onları daha çok tercih ederlerdi. Kurban feryat figan etmez diye sanırım. Delice aşkı yüzünden Kemal, Füsun’un çevresinde bir tacizci ve teşhirciler ordusunun oluşmasını sevgilisinin güzelliğine bağlıyor.

*

Masumiyet Müzesi tabii ki bir aşk romanı.
Yazının Devamını Oku

Evet İran dünyanın en liberal ülkesi ama, sadece kök hücrede

30 Ağustos 2008
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın İstanbul’da giydiği bekçi rengine yakın takım elbise burada hiç tutmadı. Oysa o takım yabanlıktı, besbelli yeni dikilmişti. Son iki yıldır hiç üzerinden çıkarmadığı toz rengi eprimiş kıyafetin yanında çok da kral duruyordu. Ancak "çöpçünüzüm" popülizmi stilinde bulunduğu için beğenilmedi. Ahmedinejad çok kılıksız ve popülist bulunduğunu bilerek ya da bilmeyerek, "Dünyada nano teknolojide ilk 10 ülke arasındayız" diye övüne övüne çekti gitti. Her totaliter rejimde olduğu gibi, İran’ın devlet medya aygıtı da halkı her gün bilim ve teknolojide ne kadar ileri gittikleri haberleriyle besliyor. Sadece nükleer teknoloji değil, bunun nano kimyası, nano /images/100/0x0/55eaca78f018fbb8f896f0eafiziği, nano tıbbı var. Nano faslı bir yana, İran’ın gerçekten yol aldığı bir alan var; kök hücre. Embriyonik kök hücre araştırmalarında dünyanın en liberal ülkesi İran. Hıristiyan ve İslam aleminde etik nedenlerle onca direnç varken, çok çelişkili gibi görünse de öyle.

İran’a karşı ani öfke refleksi teslim aldı yine. Genç yıldız Gülşifte’yi tam Hollywood’a gidecekken İmam Humeyni Havalimanı’nda durdurdular diye sırasıyla şu düşünceler geçti aklımdan:

Leonardo DiCaprio ile oynadığı filmin fragmanında üç-beş saniye kızın başını açık gördüler diye yolunu kestiler. Ne olmuş yani? Nobel Barış Ödüllü Şirin Ebadi de İran’dan dışarı adımını attı mı, kafasındaki örtüyü atıyor. Resimlerinden görüyorlar. Ama kimse onu durdurmuyor. Gülşifte genç ve güzel, Şirin orta yaşta ve alımsız diye mi? Yoksa biri aktris, diğeri bilim kadını diye mi? Böyle çifte standart olur mu?

İran içlerinde kulaktan kulağa dolaşarak Batı basınına sızan Gülşifte vakası bizde de manşetlere çıktı. Tek gün. Sonra Gülşifte’nin başına neler geldiği önemli değildi. Ama geçen hafta AFP’nin geçtiği habere göre aslında havaalanında kimse kimseyi alıkoymamıştı. Gülşifte Farahani, yeni film anlaşmaları yapmak üzere çoktan Hollywood’a gitmişti.

Acaba hangisi doğru? Gülşifte Hollywood’a gitti mi, gitmedi mi?

Konu İran olunca hemen olumsuz habere inanmaya meylediyoruz. Çünkü Tahran rejimi o yöne meyletmemiz için elinden geleni yapıyor.

Çocuk yaşta gençler asılıyor, kadınlar saçı göründü diye sokaklardan toplanıp nezarethaneye atılıyor, cinsiyet eşitliği için Bir Milyon İmza kampanyası başlatan kadınlar hapis cezalarına çarptırılıyor.

Gülşifte vakasını unuttuktan iki gün sonra, Bir Milyon İmza kampanyasının öncü kadınlarından birinin daha hapis cezası kesinleşti. Zeyneb Bayzeydi’nin dört yıl hapis cezası onandı. Bir kadının hak ve özgürlük arayışının hapisle cezalandırılması yeterli bir zulüm değilmiş gibi, Batı medyası kadının bir Kürt feminist olarak mağduriyetini de ön plana çıkardı.

AMERİKA’DAN DAHA ÖZGÜR

İran’da özgürlükler hep aslanın ağzında ama, kök hücre çalışmalarına gelince özgürlükler sonsuz. Amerikalı bilim adamlarını kıskandıracak kadar sınırsız. Kalp ve damar hastalıklarından Alzheimer’a birçok hastalığın tedavisinde en büyük umut, embriyonik kök hücre üretimi. Ancak bu çalışma embriyonun imhasını da içerdiğinden, inanç gereği etik engeller mevcut. Bu tartışma ABD ve İngiltere’de de var, İslam coğrafyasında da.

Ama İran’da yok. Dini lider Hameney’den icazet çıkalıberi, embriyodan kök hücre elde etmek helal. Kadınların saçını göstermesi haram ama, o helal. 2002 yılında ilk kez kısırlık tedavisi amacıyla başlıyor embriyo çalışmaları. Ama tabii ki insan klonlama söz konusu değil. Hameney, "Sakın ola ki, insanların ikiz organlarını üretirken, bütünüyle bir insanı yaratmaya kalkışmayın" diyerek orada sınırı koydu.

Embriyonik kök hücre araştırmasında en temel mesele, tek bir zigotun (döllenmiş yumurta) "insan" sayılıp sayılmayacağında. Katolik Kilisesi’ne göre döllenme başladığı an, insan hayatı da başlıyor. Dolayısıyla kök hücrenin çıkarılacağı embriyoyu imha etmek cinayet sayılıyor.

DÖLLENMİŞ YUMURTA MI, RUH MU

Şii inancına göre ise insan 120’inci günde ruha büründüğü için, embriyonun imhası bir kürtaj sorunu oluşturmuyor. Ulemanın hiçbir itirazı olmuyor. ABD’de ise muhafazakarlar insan embriyosunu yok etmeyi cinayetle eş değerde tuttuğundan, Bush yönetimi embriyonik kök hücre araştırmalarına federal kasadan zırnık vermiyor.

İran’ın kök hücre çalışmaları Tahran’daki Royan Enstitüsü’nde yürütülüyor. Yabancı uzman ve bilim yazarları, çalışmaları yakından incelesin diye sürekli enstitüye davet edildiğinden, Amerikan ve İngiliz basınında çeşitli izlenim yazıları çıkıyor. Tamamı, baştan aşağı hayranlık satırlarıyla dolu.

Bakıyorsunuz, kemik iliğinden alınan hücreler kornea hücrelerine dönüştürülüyor, kalpten MS’e bütün hastalıkların tedavileri için fareler üzerinde deneyler yapılıyor, koyun kopyalanıyor.

Surrey Üniversitesi’nden fizik profesörü Jim Al-Khalili, Royan Enstitüsü’ne gitmiş, sonra The Guardian’da yazıyor izlenimlerini. Bir kere genetik alanında dünya ölçeğinde kaliteli çalışmalar yapıldığını anlatıyor. Ama hepsinden önemlisi, Katolik Kilisesi’nin prezervatif ve doğum kontrolüne bile karşı çıktığı ortamda, İran’daki bilimsel çalışmaların önünde hiçbir inanç engeli olmamasını öve öve bitiremiyor Al-Khalili.

Kiliseye göre hayatın başlangıcını şöyle sorguluyor: "Döllenmiş yumurta hayat kıvılcımı olarak yeterli görülüyor. Peki bu potansiyel, insan olabilmek için gerçekten yeterli midir? Bu mantıktan hareket edilirse, döllenmemiş yumurta da insan olma potansiyeli taşımıyor mu? Hatta her bir sperm hücresi bile..."

Royan Enstitüsü’nün din adamlarından kurulu etik komitesi, İslam öğretisine aykırı bulmadığı sürece bütün projeleri onaylıyor. Al-Khalili komitedeki imamlardan birine soruyor; "Kök hücre elde etmek için embriyo üretimi, tanrı rolüne soyunmak değil midir?" diye. Çünkü Katolik Kilisesi böyle olduğunu düşünüyor.

İmamın verdiği cevap şöyle oluyor: "Üretilen sadece bir öbek hücre, fetüs değil. O kadar yaygaraya ne gerek var."

Evet, İran kök hücre çalışmalarında çok liberal. Ama oraya kadar.
Yazının Devamını Oku

O ısırdıklarınız sakın Myanmar cuntasının kanlı yeşimleri olmasın

23 Ağustos 2008
Hiç bu kadar çok madalya ısıran sporcuyu bir arada görmemiştim. Sanki sahtesi olabilirmiş gibi bronzu bile ısırıyorlar. Acaba Çinliler herşeyin sahtesini yapıyor diye mi? Açılış töreninde şarkı söyleyen kız (playback), havai fişek görüntülerinin bir kısmı (bilgisayar grafiği) sahte çıktı diye mi? Foto muhabirleri de "haydi ısır" diye gaza getiriyor podyuma çıkanları. Sonuç; hiçbir olimpiyatta olmadığı kadar çok sayıda sporcu madalya ısırıyor Pekin’de. Peki nedir ısırdıkları nesne? 70 mm çapında altı mm kalınlığında bir madalya. Altın olanlarda topu topu altı gram altın var. Yani /images/100/0x0/55eb44e3f018fbb8f8b6423csahte olsa ne yazar. Üstelik ilk kez bir olimpiyatta madalyanın muhtevasında resmen taş var. Madalyaların bir yüzüne yeşim (ceyd) taşından halka oturtulmuş. Taşın rengi, madalyanın gradosuna göre değişiyor. Altınlar beyaz, gümüşler grimtrak, bronzlar ise yeşil yeşim halkalı. Yeşim, Çin kültüründe onur ve erdemi temsil ediyor. Ancak madalyalardaki yeşimin pek de erdemli olmadığına dair kuşkular mevcut. Bir söylentiye göre o taşlar "kanlı". Afrika diktatoryalarının kanlı elmasları gibi. Bunlar da Myanmar cuntasının "kanlı yeşimleri".

Seri şekilde madalya ısıranlar nasıl bir sonuç bekliyor acaba? Kazandığı madalya saf altın olsa, diş izi çıkacak. Ama, çıkmıyor. Asla çıkmadı ve çıkmayacak da. Geniş bir şekilde gülerek madalyayı diş arasına sıkıştırmak, artık bir podyum refleksi.

Podyumda da sevinçten atlayıp sıçramaya devam edemeyecekleri için, geriye kalan tek zafer refleksini gösteriyor, madalya ısırıyorlar. Öpenler de çıkıyor.

Aslında bir madalyayı ısırarak saf olup olmadığını anlamak tabii ki mümkün. Malum, altın ve gümüş saf haldeyken, hayli yumuşak metaller. Mohs sertlik skalasının nisbi ölçüm sistemine göre dişin sertliği altın ve gümüşü çizmeye yeterli. Ancak bu metaller dişi çizemiyor. Altının skaladaki sertliği 2.5. Gümüşünki ise 2.7.

Tırnağın sertlik derecesi 2.5 olduğu için, altın ve gümüş gibi değerli metallere işlemiyor.

Mineralleri birbirine sürterek sertliği derecelendirme sistemi 1812 yılında Avusturyalı mineralog Friedrich Mohs tarafından ortaya konulmuş. Ancak tacirler bu tarihten çok önce, sikkeleri ısırarak saflığını ölçmeye başlamışlar. 24 ayar altının saflık derecesi yüksek olduğu için dişle kolayca çiziliyor.

Olimpiyat madalyaları ise sert metal üzeri altın kaplama olduğundan diş geçirerek ölçmek biçmek mümkün değil. O madalyaları büyük bir şevkle ısırıyorlar ya, gözlerini bağlasanız, ellerindeki ödülün gümüş mü, altın mı olduğunu anlamaları bile imkansız.

Ama onlar ısırmayı seviyor, foto muhabirleri de daha yaratıcı bir prodüksiyon geliştiremediklerinden, "haydi ısır" diye tempo tutuyorlar. Politikacılara sürekli el sıkıştırdıkları gibi. Onlara "Hadi, kravatlarınızı ısırın" dediklerini düşünebiliyor musunuz?

UĞRUNA SAVAŞILAN TAŞ

Isırılan madalyalar bütün olimpiyatlarda, şampiyonalarda sert. Ancak Pekin’de bir başka handikap daha var. Şimdiki madalyalar resmen taş. Hem de en sert olmasa bile, dünyanın en kavi taşlarından. Ceyd, ya da bizde daha yaygın adıyla yeşim taşı. Çin kültüründe onur ve erdemin simgesi. Madalyaların bir yüzünde Yunan zafer tanrıçasının kabartması var, diğer yüzünde de Pekin olimpiyat logosu, beş olimpiyat halkası, "Beijing 2008" yazısı ve o yeşim halka. Çinliler’in bir sözüne göre "altın değerli ama, yeşim paha biçilemez". Öyle paha biçilemez ki, Doğu Zhou Hanedanı döneminde krallar tam 500 yıl süreyle o taş için çarpışıyor.

Çince’deki ifadesi "yu" olan yeşim taşı, bugün hala kraliyet mücevheri olarak görülüyor. Yazım karakterinde de "yu" ile "wang" (kral) arasında bir vuruş farkı var. Kadın tenine de benzetiliyor, ılık ve yumuşak. Ayrıca yeşimin bazı doğaüstü güçler barındırdığına da inanılıyor. Yeşime dokunmak, yeşim takınmak insanı şeytani güçlerden, cinlerden koruyor.

Olimpiyata madalya olmak için yarışan 265 tasarım arasından seçilen yeşimli modelin metalleri, Avustralyalı madencilik şirketi BHP Billiton tarafından temin edilmiş. BHP dünyanın en büyük madencilik şirketi ve olimpiyat sponsoru. Yıllık cirosu 40 milyar dolar. Pekin madalyaları için, Şili ve Avustralya’daki madenlerden 13.04 kilo altın, 1,340 kilo gümüş ve 6,930 kilo bakır gönderilmiş.

Altın ve gümüş madalyalarda yüzde 92.5 gümüş mevcut. Altın madalyaların her biri altı gram altın ile kaplanmış. Bronz madalyalar ise saf bronz. Toplam 3 bin madalyanın her biri, 45’er kez testten geçirilmiş ve hiçbirinde yeşim taşı düşmemiş. Çünkü metalin içine yeşim yerleştirme tekniği, 2 bin yıl önce Han Hanedanı döneminde başlamış. Ancak yine de madeni para içine değerli taş yerleştirme işinin çok komplike bir işlem olduğu söyleniyor.

ALTINLAR, KANLI YEŞİM Mİ

Bunlar tamam da, yeşimlerin kaynağı ile ilgili bilgiler biraz çetrefilli. Resmi açıklamalara göre Avustralya şirketinden alınan metaller, Çin’in Çinghay bölgesinden çıkarılan yeşim taşıyla birleştirilerek Şanghay’daki bir darphanede yapılmış.

Ancak yeşimin Çinghay’dan değil, Myanmar’dan geldiği iddiaları var. Yeşim taşı Myanmar cuntası için önemli bir gelir kaynağı. Hani şu, siklon felaketinden sonra dış yardımı reddederek halkını aç-açık ölüme terkeden Myanmar cuntası. Ülkede demokrasi mücadelesi veren gruplar, Çin’in altın madalyalarda kullandığı şeffafımsı beyaz yeşim taşını Myanmar’dan aldığını iddia ediyor. Bu türün Myanmar’daki adı "Maw Seezar yeşim taşı". Çıkarıldığı yer Phakant bölgesi. Çin’in en büyük ham yeşim taşı piyasaları, Yunnan bölgesinde bulunuyor ve bu bölge Myanmar’a komşu. Çinli alıcılar Myanmar’a gidip, normalin üzerinde fiyatlar ödeyerek beyaz yeşimleri topluyorlar.

Sonra, o azılı cuntadan alınan "kanlı yeşimler"ler Pekin 2008’in altın madalyalarına birer halka olarak konuyor. Saf ve temiz zaferlerin ardından da, sporcu dişlerinin arasına...
Yazının Devamını Oku

Ralph Lauren Amerika’yı gerçekten rezil etti mi

16 Ağustos 2008
Pekin Olimpiyatları’nın açılış töreninde kafilelerin giydiği kıyafetler birçok ülkede milli mesele haline geldi. Mesela Amerikalılar, Polo Ralph Lauren tasarımlarında bir logo faciası yaşadıklarını düşünüyor. Ceketlerin sol yanına oturtulmuş at binmiş polocu logosu, lüzumundan büyük olduğu için Ralph Lauren’i, sporcuları bedava billboard olarak kullanmakla suçlayanlar var. Hintliler kıyafetleri çok şişirme, sporcuların yürüyüşünü özensiz buldu. Avustralyalılar geleneksel yeşil-sarı yerine mavi-gümüş kombinasyonu kullanılmasına içerledi. Kanadalılara göre kıyafetler ucuz, /images/100/0x0/55eaa6a2f018fbb8f88df0ecpazar işiydi. Kaplan efektli olsun diye yapılan Malezya kafilesinin giysileri ise katiyen kaplanları çağrıştırmıyordu.

Neyse, bizim olimpiyat kafilesi Pekin’deki açılış töreninde turkuvaz giyinmedi de maraz çıkmadı. Yoksa futboldaki gibi marka yaratmak, farklılaşmak için filan turkuvaz takımlar dikilseydi, muhtemelen biz de kılık kıyafette milli bilinç tartışmasına saplanmış olacaktık. Şimdi bu sayede nasıl madalya yerine nal topladığımıza odaklanabiliyoruz.

Aslında bizim kıyafetler renk yönünden faul vermese de, beyaz rengin tasarımdaki hakimiyeti yüzünden bir an toplu sünnet kafilesi yürüyor sandım. Bir simli pelerin ve sırmalı asaları eksikti. Birçok millet, sporcularının törendeki milli duruşunu beğenmedi. Çoğu kıyafet ve renk seçimi, kimisi de sporcuların hal ve gidişi açısından.

Kafile çok kalabalık olduğundan, geçiş ve dolayısıyla beğenmeme ıstırabı uzun sürdüğünden Amerikan sporcularının kıyafetinden başlayalım. Amerikan olimpiyat kafilesini giydiren marka Polo Ralph Lauren. Olimpiyat koleksiyonu da çıkaran Ralph Lauren, 10 milyon dolar karşılığında, Vancouver 2010 kış ve Londra 2012 yazı da kapsayan bir anlaşma yapmış. Ancak Bay Lauren’in blazerlere göz çıkarırcasına polo logosunu oturtması pek görgüsüzce bulundu. Spor ve stil bloglarında "Ralph Lauren Amerika’nın haysiyetiyle oynuyor. 4 milyarın önünde rezil olduk" diyecek kadar ileri gidenler oldu.

Lacivert blazer-beyaz kasketler fena değildi ama, bu kombinasyon sonucu sporcuları 1940’lardan kalma yat kulübü üyelerine, Muhteşem Gatsby’ye ya da Ateş Arabaları filminin kastına benzetenler çıktı. O kulüp görünümü yüzünden bazı yorumcular, sporcuların fazla züppe göründüğünü, seçkinci bir tavır tasladığını yazdı.

Aslına bakılırsa firmanın yaratmak istediği etki de buydu: Gatsby döneminin klasik Amerikan tarzı. 1924 Olimpiyatları’nda geçen Ateş Arabaları filmi zaten kıyafetlerin esin kaynağı.

Polo kıyafetler açılış gününe kadar gizli tutulduğu için blazerlerin sol yanındaki at binmiş polocu ani şok etkisi yarattı. New York Times yazarı Eric Wilson, tasarımı pek yalınkat, özelliksiz buldu ve düşük puan verdi. Buna karşılık gofre ceketli Fransızlar’ın şıklığına bayıldı.

AT VE BİNİCİYLE REZİL ETTİN

Polo markayla ilgili en ağır satırlar American Politics Journal’da yer alıyor. Yazının başlığı "Ralph Lauren Amerika’yı küçük düşürdü." Ralph Lauren ile oğlu David’in sportif rekabet ruhunu zerrece umursamadığı, sadece markalarını düşündüğü, logoyu her yere oturtmak uğruna Amerikalı sporcuları bedava billboard kılığına soktuklarından dem vuruluyor yazıda. "Kaliteli tüketici, aşırı logolu bulduğu için Polo ürünlerinden kaçınca Bay Lauren logosuz ürünler çıkarmaya başladı. Peki şimdi neden o koca at ve binicisiyle milleti rezil ediyorsun?" diye soruyor yazar.

Nike ve Adidas gibi dev markaları sollayarak olimpiyat lisansını kapan Polo markasındaki polonun bir olimpiyat sporu olmaması da ironik bulunuyor. Bu branşın sahaya çıktığı son olimpiyat, Hitler’in 1936 Berlin Olimpiyatı olmuş!

David Lauren’in "Sporcular bu kıyafetlerle tam devlet adamı havasında" sözüne de karşılık veriliyor: "Sen eski BM Genel Sektreteri Kofi Annan’ı en son ne zaman ceket cebinde koca bir at ve de binicisiyle gördün?"

Bu arada Polo, o beğenilmeyen olimpiyat ceketlerinin kopyalarını 695 dolardan satıyor. Açılış törenini takip eden hafta sonu, ceketlerin tükendiği söyleniyor.

HİNTLİSİ MALEZYALISI

Hindistan basını da törenden hoşnut kalmadı. Gerçi geleneksel elbiselerin üzerinde bayrak rengini taşıyan şallar vardı ama, onlar da giysileri çok şişirme, atletlerin yürüyüşünü de sallapati buldular. Özellikle The Hindu gazetesi, kafilede kort kıyafetleriyle yürüyen iki kadın tenisçiye taktı. "Bunlar neden sari giymedi?" diye Hindistan Olimpiyat Komitesi Başkanı Suresh Kalmadi’den hesap sordu. Kalmadi de kızların idmandan geldiğini ve sarilerini kuşanacak vakitleri olmadığını söyledi.

Kafilelerin kılık kıyafetini değerlendiren Kanada gazetesi National Post ise Hintlileri şık giyimliler arasına aldı. Buna karşılık The Globe and Mail, Kanadalı sporcuların ucuz ve pazar işi giyindiği görüşünü ileri sürdü.

Sporcuların milli renklerde giyinmemesi Avustralya’da milli mesele haline getirildi. Bir web sitesinde yapılan ankette, halkın yüzde 48’i, mavi-gümüş kıyafetleri dehşet verici bulduğunu açıkladı. Avustralya bayrağı aynı renkleri taşımasa da onlar hep yeşil-sarıdır. Ancak bu sefer mavi-gümüş degrade çıktılar törene. The Herald Sun gazetesi "Sporcularımızı buz kalıbına çevirmişler" diye yazınca, tören kıyafetlerini hazırlayan Oz firması savunmaya geçti: "Hep yeşil-sarı giyindiğimiz için insanlar ’neden yeşil-sarı giyiyoruz’ diye soruyordu." Avustralya Milli Olimpiyat Komitesi sözcüsü Mike Tancred de, sporcuların kıyafetlerinden çok memnun kaldığını söyledi. Ancak tek sorun renkler değildi. Kıyafetlerin çok özensiz ve pasaklı göründüğünü yazanlar da çıktı.

Malezya’nın olimpiyat komitesi de bütün milli görünme çabalarına karşın kimselere yaranamadı. Koyu turuncu renkte esvaplarla Malezya’nın simgesi olan kaplan etkisi yaratılmak istenmişti. Ancak KLue dergisinin bir yazarı, sporcuları yürüyen portakal peltelerine benzetti. O kıyafetler içinde milli gurur duyamayacaklarını da iddia etti. Aynı dergi güzel kılık-kıyafet diye Yeni Zelandalılar’ın batik görünümlü giysilerini örnek gösterdi. Ama Yeni Zelandalılar’ın kıyafetlerine, "Sprey boya kazasına mı uğramışlar" diye takılanlar oldu.

Peki açılışın en şık ve en rüküş takımı hangisiydi? NYT gibi Kanadalı National Post’un moda yazarı Nathalie Atkinson da Fransızlar’ı beğenmiş. Atkinson’a göre en rüküş kafile ise bayrak renginde mavi-sarı giyimli Ukrayna. "İsveçliler bile bu renk kombinasyonunun sadece Ikea’ya uygun olduğunu anladı" diyor. İsveç bayrağı sarı-lacivert ya, neyse.
Yazının Devamını Oku