Geçen perşembe Hürriyet gazetesinin çalışanları için düzenlediği söyleşinin konuğuydum. Ayda bir, kendi alanında tanınmış bir profesyoneli çağırıp soru yağmuruna tutuyorlar. Bu defa ben fakiri davet etmeyi uygun bulmuşlar. Bayramlıklarımı giyip gittim. Kıdemli büyüğümüz Doğan Hızlan beyefendinin konuğu takdimiyle başladı söyleşi -usulleri böyle- sonra herkes eteğindeki taşı döktü. Sordular da sordular. Dilimin kemiğini eze eze, mümkün mertebe yanıt yetiştirdim muhterem zevata. Oturum bitti, karşılıklı teşekkürler edildi, toplantının anısına bir de armağan sundular sağ olsunlar. Armağan ince. Dünyaya geldiğim 12 Eylül 1965 Pazar günü -pazar taşkınlıklarım bundan sebep belli ki- yayımlanan Hürriyet gazetesinin baş sayfasının bir nüshası. Çerçevelenmiş, zarif, afili… Yeni bir dramatik nesne daha kazandı kişisel envanterimiz. Tatlı değil mi?
BAŞ SAYFA
O baş sayfa, çalışma odamda masaya yakın, sırtını kitaplığa yaslamış yerini benimsemeye çalışıyor şimdi. Bir tür doğum belgesi gibi. Arada bir sayfadaki irili ufaklı başlıklara gözüm değiyor: “Dışişleri Bakanı Hasan Işık Karaşi’ye gidecek” O vakitler ‘Karaşi’ diye yazıp okuyormuşuz Pakistan’ın Karaçi’sini. ‘Papandreu Atina’lıları Kırala karşı tahrik etti” deniyor bir diğer başlıkta. ‘Kırala’ karşı ahaliyi kışkırtan bu Yorgo; geçenlerde Gezi Parkına kendi elleriyle özgürlük ağacı diken Yorgo Papandreu’nun dedesi olan Yorgo. Şu da matrak bir başlık: ‘Yuhalanan güzellerin bazıları, paviyonlarda çalıştıklarını itiraf etti.’ Paviyon mu? Yenikapı’da bir gazinoda düzenlenen güzellik yarışmasına katılan kızlardan ikisinin pavyonda çalışan ‘konsumatrisler’ olduğu haber edilmiş! Hımmm!
Eskiden soğuk algınlığı tedavisinde kullanılan Gripin hapları vardı. Kutusu tutmak için küçük, içinden çıkan tek hap ise yutmak için büyüktü. Bütün başlıklar arasında Gripin kutusu boyutunda bir tanesi, başlı başına bir yazı konusu: ‘Ağzında domates fidesi yetişti.’ Haberin tam metni şöyle: “LONDRA (A.A) İngiliz … dergisinin -derginin ismi okunamaz düzeyde silikleşmiş ya da göz muayenemin zamanını geçirmişim- bildirdiğine göre, uzun zamandır ağzında ağrılar hisseden bir kadına yapılan muayene, hastanın takma dişlerinden birinin altında kalan bir domates çekirdeğinden damağına doğru küçücük bir domates fidesinin yetiştiğini ortaya koymuştur.” Haber diye buna derim işte. Bu havadis yazıya değil, en azından bir kısa filme konu olmayı hak ediyor!
DAMAK ÇATLATAN
Bakar mısınız? Afiyetle gövdeye indirilmekte olan bir domates lokmasından firar eden bir çekirdek, adresini şaşırarak, damakla takma dişin veya işte protezin arasına yerleşiyor, yerini beğeniyor, orada filizlenip serpiliyor. Giderek fideye evrilip oradan damağa yürüyor! Bu süreçte sahibi damakta uç veren ağrıya aldırmıyor. Ta ki ağrı; günün birinde damağını çatlatana dek…
Biz insanoğulları ne kadar dayanıklıyız! Ne kadar acıya meyyal…
Geçen haftalarda bir gece, konuşmacı olarak konuk olduğum bir TV programında işim gereği yöneltilen soruların yanı sıra gündemle ilgili birkaç soruya da dilim döndüğünce yanıt verdim. Yayın sonrası eve dönerken yayın sırasında telefonuma düşen mesajları tarıyordum göz ucuyla. Hakkımdaki düşünceleriyle beni sevindiren ya da üzebilen pek az arkadaşım var. Onlardan birinden gelen mesaj aynen şöyleydi: “Dikkat; olgun ve makul kalayım derken, kıvırmaya gidiyor!” Sitemkâr ve fakat arkadaşça yine de…Oturumu izlemiş ve benden beklediği keskinlikte cümleler duyamamıştı belli ki. Benim dünyamda küfrün eşiğinde kalmış bir eleştiri ya da uyarıydı bu. Canım sıkıldı. Eve geldim ve hemen her duygusal eforlu deneyimden sonra âdetim olduğu üzere, ufka bakıp kurdum, kuruldum sabaha kadar. Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. Zamana bıraktım iç savaşımı.
Kıvırmak!
Birinin diğerini “kıvırmakla” suçladığı çatışkıların ortak karakteridir; suçlayan taraf, muhatabını yeterince açık, net veya keskin olmamakla suçlar. Oysa asıl sorun; açıklık, netlik, keskinlik gibi sıfatlarla donatılmış olmasına karşın, bu türden suçlamalarda, bireyin ferasetine dayalı, kıymeti kendinden menkul yargıların uçuşuyor olmasıdır havada. Neye, kime göre açık, net ve keskin? Aynı doğruya farklı yollardan varılabildiğinin tecrübeyle sabit olduğu bir dünyada, bu tür tartışmalardan geriye, kala kala üslup farklılığından kaynaklanan anlaşmazlıkları sineye çekmek kalır en iyi ihtimalle.
“Ay durur menziliyle, herkese ak yüzüyle/Sen aysan açık davran, ya ondan ya bizimle” der mesela Turgut Uyar, Elli İki Hane şiirinde. Taraf olmaya çağrıda herkesten Turgut Uyar kadar zarafet beklemek, bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemeye benzer.
Bertarafım aman!
Başbakan’ın sıkça başvurduğu bir slogan var. Bu haftaki grup toplantısında da yineledi: “Bitaraf olan bertaraf olur!” İçerik benzerliğiyle Ülkücü hareketin sıkça dile getirdiği “Ya sev, ya terk et!” mottosunu çağrıştırıyor. “Bitaraf olan bertaraf olur” önermesi daha yaşlı ve yorgun bir slogan kuşkusuz. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda taraf olmamız gerektiğini düşünen savaş yanlısı siyasetçiler tarafından da dillendirildi o dönem, Rusya’da Ekim Devrimi öncesi Bolşevikler tarafından da… Machiavelli’nin, komşuları savaşa tutuşunca kendisinden akıl isteyen bir prense yönelik tavsiyelerinin satır aralarından da göz kırptı, yakın tarihte İBDA-C’nin yayın organı olan bir derginin kapağında da yer buldu kendine.
Her türlü toplumsal kutuplaşmanın ayyuka çıktığı dönemlerde, taraf olmanın kutsandığı her ortamda, öteki ilan ettiklerinden farkını haykırmaya başlayan her kişi, kurum veya siyasetin, kutuplaşmayı körüklemek üzere birbirini andıran ya da alt metninde neredeyse birbirinin aynı ‘retorikleri’ kullanmaya yeltenmesi bir tesadüf mü? Yoksa saflaşma fetişizminin kaderi mi?
Dilersen, bizde de... bakanlığı kurulsun türü fantastik önerini yaz” diye. Bir dünya yanıt geldi...
Bazı haberleri okurken, dinlerken insanın yüzünde belli belirsiz, istem dışı bir gülümseme beliriverir. Venezuela’da ‘Mutluluk Bakanlığı’ kurulmuş. Cumhurbaşkanı Nicolas Maduro, ‘Yüksek Sosyal Mutluluk Bakanlığı’nın geçen yıl kanserden kaybettikleri selefi Hugo Chavez’in başlattığı yoksullukla mücadele programını sürdürmekle sorumlu olacağını duyurmuş.
Haberi okurken sırıtırken yakaladım kendimi. Bizde böyle bir icraat, ancak “1 Nisan’da akşam haberlerinin geyiğe sardığı son çeyrekte duyurulurdu” diye düşündüm. Şaka niyetine! Venezuela’daysa şaka filan değil, adamlar kurmuş, adını koymuş, işe girişmiş. Venezuelalı yapmış işte…
Mutluluk Bakanlığı… Çok afili değil mi? İlk ‘Mutluluk Bakanı’nın profilini merak ediyorum doğrusu. Tahsili, bir önceki işi, görevi nedir? Çalışma arkadaşları, kurmayları kim? Hangi kriterle seçilip göreve getirildiler? Yoksullukla mücadeleden daha keyifli ve yaratıcı bir iş olabilir mi? Üstelik Venezuela gibi son yıllarda petrol rezervinin Suudi rezervine rahmet okutacak düzeyde bol olduğunun anlaşıldığı bir ülkede. İş diye buna derim! Al tuvalet terliğini eline, vur yoksulluğun ağzına ağzına.
Haberi okuyunca coştum, takipçilere bir tweet attım; “Venezuela’da ‘Mutluluk Bakanlığı’ kurulmuş, dilersen bizde de... Bakanlığı kurulsun türü fantastik önerini yaz, cumartesi yazıma ortak ol” diye. Bir dünya yanıt geldi. Öneriler eğlenceli. Aşağıda sıralayacağım yeni bakanlık önerilerinin tamamına yakını, birden fazla takipçi tarafından paylaşılmış. Kimisi birbirini andıran, yakın akraba öneriler. Onları benzetip birleştirdim. Öneri sahiplerinin -malum 140 karakter meselesi- yeri dardı, haliyle gerekçelerini sığdıramamışlar. Gerekçe konusunda da ben katkımı esirgemedim.
İşte şahane yeni bakanlık önerileri...
Hoşgörü ve Saygı Bakanlığı: Gerekçe istemez, eksikliğini hissetmeyen yoktur herhalde.
Benim öğrencilik yıllarımda lisede sistem şuydu: Ortaöğrenimden liseye gelen öğrenci, kendi kararıyla fen veya edebiyat ağırlıklı iki müfredat programından birini seçer, seçtiği alandaki derslerin, seçmediğine oranla daha yoğun tutulduğu bir eğitim görürdü. Ben edebiyatı seçmiştim. Racon şuydu: Daha az matematik, fizik, kimya, biyoloji; daha çok dil, edebiyat, sosyal, psikoloji. Edebiyat sınıflarına eser miktarda matematik ya da diğer ‘sayısal dersleri’ vermeye gelen öğretmenler, biz edebiyatçılara ‘eksik’ öğrenci muamelesi yapar, derslerinde asgari geçer notu yakalamamız dışında üstün bir başarı beklemezlerdi.
BİZ ÇOK S’ÖZELDİK!
Bize gelen fen gurubu öğretmenlerin motivasyonu -haklı olarak- düşük olduğundan, kendilerine edebiyat öğretmenlerimize duyduğumuz türden bir aşk duymamız kolay olmuyordu. Oysa aynı sayısalcı öğretmenlerin fen bölümü öğrencileriyle ilişkisi son derece kuvvetliydi. Onlar da orada popülerdiler. Lisedeki edebiyat öğretmenimi hâlâ sevgiyle anarım ama örneğin fizik öğretmenimin yüzünü ve adını hatırlamakta zorlanıyorum.
Sayısalcı öğrencilerin, eminim yıllar sonra da sevgi ve saygıyla andıkları tatlı-sert bir eğitimciydi Fizik Bey! Adını hatırlayamadığım için bu yazıda kendisi Fizik Bey olarak anılacak. Edebiyat mahallesine galiba haftada hepi topu iki saat ‘dostlar fizikte görsün’ dersine gelir, en az bizim kadar bunalarak o iki saati tamam etmeye bakardı. Fizik Bey, dersin bitmesine yakın tahtaya anlattığı konuyu özetleyen bir problem döşer, sonra bize; “Evet! Var mı bu problemi çözmeye gelecek bir mayın eşeği?” diye sorardı.
Ben de ortaokulda üç sene dersimize girmiş, kalbinden matematik aşkı, elinden -sadece tahtadaki detayları göstermek için kullanırdı- kırmızı tahta sopası eksilmeyen matematik öğretmenim Hulusi Şallıoğlu’nun önerisiyle edindiğim ‘dersi derste öğrenmek’ pratiğim nedeniyle kalkıp problemi çözer, en azından denerdim. Ders sonu fizik problemini çözme becerim cezasız kalmadı ve kısa zamanda arkadaş tayfasında ‘mayın eşeği’ lakabıyla anılır oldum. Hiçbirimiz mayın eşeğinin ne anlama geldiğini sorgulamadık. Arkadaş arasında daha korkunç lakapların uçuştuğu zamanlardı ve ben içerlesem de debelenmeden ‘mayın eşekliğini’ kabullendim.
ORHAN BABA!
Yanağı şark çıbanı, şivesi tatlı, ruhu gül bahçesi Orhan Tekne’ydi edebiyat öğretmenimiz. Bir gün aruz vezni konulu edebiyat dersinde, vezinden darlanan bir arkadaşın “Hocam bu beni aşar, bunu ‘mayın eşeği’ yanıtlasın!” zevzekliğiyle, sert yüzü kalktı ders kitabından. Orhan Hoca gözünü cümlenin talihsiz sahibine dikti ve sordu: “Kimmiş o?” Sesi de yüzü de gülmüyordu. Arkadaş neşesi neticesine kaçarak yanıtladı:
Sam Mendes‘in ‘Amerikan Güzeli’ filminin bir yerinde epey bir vakit havada asılı kalan, yerçekimine yenik düşmeye yakın, içine dolan rüzgârla yeniden boşlukta dans etmeye başlayan o naylon poşet gibi hissediyorum kendimi.
Az hava gelsin diye açık bıraktığım balkon kapısından, otel bahçesinden muhabbet demleyen meslektaşların sesleri aksediyor odaya.
Birkaç saat evvel ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ filminin özel gösteriminden sonraki seyirci söyleşisinde konuşuyordum. İyi olduğundan şüphe duymadığın bir film yaptıktan sonra, onun yan etkinliklerine katılmak, maçı aldıktan sonra zafer turu atmaya benzer. Cuma paydos ziliyle okuldan dışarı uğrayan öğrenciler gibi olursun. Coşkulu ve pervasız. Öyleydim az önce. Şık şıkır yanıtlar diziyordum sorulara.
Şimdi afili bir otel odasında eser yok, az önce şakıyan kendinden emin o adamdan. Hiç yoktan rüzgâr bekleyen, boş ve naylon bir poşet gibiyim klavyenin başında. Bir insan evladı öyle yüksek bir ruh halinden, nasıl oluyor da böyle depresif bir diğerine bu denli hızla geçebiliyor?
BUGÜN NE YAZSAM?
Uğur Mumcu‘nun 1981 kışında yazdığı ‘Kır Çiçekleri…’ başlıklı yazısına sarılıyor belleğim. Uğur abi, yazının paragraf aralarında yineler birkaç kez; “Bugün ne yazsam? Ne yazsam acaba bugün?” diye. Yazacak bir şeyi olmadığından değil elbet, kederinden düşmüştür o sorulara. İnsanın durmadan yinelenen çelişkisinden, değişmez gibi görünen çatışkılarından kederlidir ve kederi elini, dilini bağlamıştır, o nedenle yineler durur o nakaratı… Kederli değilim Uğur abi kadar belki ve fakat hakikaten dertliyim. Ne olacak bu kadınların hali? Erkek dilinin egemen olduğu bir dünyada, varlığını sürdürebilmek, hayata tutunmak, ayakta kalabilmek için; kendilerine erkek diliyle konuşmak, erkek yordamıyla iş gütmek şartıyla nefes alma olanağı tanındığı bu dünyada yani; ne olacak kadın arkadaşlarımızın, kız kardeşlerimizin, kızlarımızın, eşlerimizin, meslektaşlarımızın, analarımızın hali?
KADINLIK HALİ
23 Eylül 2013... Sabah nanemolla uyandım. Bizim meslekte sete hastalık götürmek hoş karşılanmaz. Bu nedenle ilaç, vitamin takviyesiyle kaçınılmaz sonu geciktirme çabasındayım. Sonbahar küçük ısırıklarla cilve yapıyor. Eylül doğumluyum, bunlar benim havalarım ama ruhuma hitap eden sonbahar, bedenime aynı ayrıcalığı tanımıyor. Günün mönüsünde derbi var. Beşiktaş fırtına gibi başladığı yeni futbol sezonunda Galatasaray’ı misafir edecek. Bugün Atatürk Olimpiyat Stadı’nda bulunmak bir ayrıcalık. Maçta, Süper Lig tarihinin seyirci rekoru kırılacak. 70 binin üstünde seyirci bekleniyor. Derbiye davetliyim. Ama limoni havayı ve kırıklığımı dikkate alarak, dizimi kırıp evde seyredeceğim maçı.
Gün geceye döndüğünde, elimde sıcak suya nane-limon-karabiber karışımı, kuruluyorum TV karşısına.
ÇAYDANLIĞIN ŞARKISI
Beşiktaş 30 dakika kadar makine gibi oynuyor. Golünü atıyor. Galatasaray kuyruğu dik tutuyor. Hakem sabrı zorlayacak düdükler çalmıyor. Seyirci, ufak tefek tribün itiş kakışı dışında coşkuyla maçını izliyor. Galatasaray ikinci yarı toparlanıyor. Beşiktaş yoruluyor. Galatasaray’a beraberliği getiren Drogba; Burak Yılmaz’ın koluyla alıp önüne yuvarladığı pasla ikinci golü de yapıyor. Beşiktaş için hâlâ dünya kadar vakit var. “Güzel maç, gitsem pişman olmazmışım” diye geçiriyorum aklımdan.
Son dakikalara girilirken kupamdaki şifa karışımının son yudumunu içiyorum. Bir bardak daha koymak üzere mutfağa seyirtiyorum. Öncekini soğuttuğum için çaydanlığın altını yakıp kaynatmaya koyuluyorum. Kulağım içerde, spiker haykırsa yetişirim. Çaydanlık inceden bir ıslık tutturuyor. Yalnız yaşayanlar bilir; yalnızlar, geçmişi kurcalamak için kapı gıcırtısından bile ilham alırlar. Yaş ilerledikçe geleceği düşünmekten ziyade geçmişi düşünür oldum. Derin, içli geri dönüşlerden değil, içinde bulunduğun ruh hali, geçmiş bazı olayları çağırır ya belleğinden, önemsiz gibi görünen, yaşadığını unuttuğun hayat kırıntılarından söz ediyorum. İşte onlardan biri koptu geldi çaydanlığın şarkısına.
HAYATIMIN DERBİSİ
1981 yılı... Baharın bayrak taşıdığı bir mayıs günü. İzmir Atatürk Stadı’nda Göztepe-Karşıyaka maçı. Bir 2. Lig maçında, futbol tarihine geçen en kalabalık seyirci topluluğunun içindeyim. O gün kayıtlara düşülen seyirci sayısı 80 bin. Evet, içeride devam eden maçtaki seyirciden fazlası var, eksiği yok. Ligin bitmesine bir hafta kalmış. Karşıyaka, Göztepe’nin bir puan önünde. Maçı alsa 1. Lig’e çıkacak. Göztepeliyim, 16 yaşındayım. Heyecandan aklımı kaybedecek haldeyim açık tribünde. Ayağımda aylar sonra almayı başardığım Mekap marka gıcır spor ayakkabılarım. Bayram çocuğuyum yani.
Onların ezberine uyanıyorum her sabah. Hayatını ezberle kazanan bir oyuncu olarak, andımızı neden ezberleyemediğime hâlâ şaşarak ve hâlâ yurdumu, milletimi ‘özümden’ çok sevmem gerektiğine ikna olamayarak!
Çocukluğunuzun envanterine altın harflerle işlenmiş yanlış anlamalarınız var mıdır? Mahcubiyetten yüzünüzü kızartan ama gülümseyerek göğüslediğiniz hayat kırıntıları. Benim iki nesle yetecek kadar var. Annem, eş dost arasında en havalı olduğum anlarda, punduna getirip o kırıntınlardan birini patlatır, havamın fazlasını alıverirdi. Gözümüzün nuru göçtüğü için, şimdi o vazife ablama ait. Kendisiyle artık ayrı şehirlerde oturuyor, pek az görüşebiliyoruz. Seyrek buluşmalarımızda ablam, sırtını hasretlik toleransına dayayarak, bulunduğumuz meclisi eğlendirmek için, yeni yetmelik enayiliklerimden birini anlatmakta sakınca görmez. Hatta başlamadan önce, giriş niyetine iznimi ister ki; kafa bulma seansı iyice ballansın. “Ahmet, hani halamlarda kalırken, afFedersin altına kaçırmışın da bahane olarak çok komik bi’şey söylemişsin, onu anlatabilir miyim n’olur?” “Anlat hemşirem anlat! Zaten anlatmış kadar oldun! Yalnız hadise esnasında üç buçuk yaşında olduğumu eklemeyi unutma ki, misafirler daha az irite olsunlar.” Başkalarına komik, size hüzünlü gelen anılar vardır. Karşınızdaki hikâyeyi peşin peşin yerlere yatarak anlatırken, size hüzün basar. Dokunsalar ağlayacak olur, çaktırmamak için kasılır kalırsınız hani.
ANDIMIZ GERGİNLİĞİ
İlkokula küçük bir yerde, Şarkîkaraağaç’ta başladım. Isparta’nın Eğirdir ilçesinin, ilçesine uzakça bir kazası. O yıllarda küçük yerlerde aileler çocuklarını okula yazdırmak için acele etmezdi. Bense şehirde büyümüş, anaokulu da görmüş bir aklıevvel olarak, vaktinden önce okul yolunu tutmuştum. İyi kötü okuma yazma bildiğim için de, okulun ilk aylarında arkadaşsızlık derdi çektim. Bir de andımızı ezberlemekte zorluğum vardı. Herkesin kısa zamanda sular seller gibi ezberlediği andımız, bir türlü eksiksiz girmiyordu küçük aklıma. Babam arada bir ezberimi yoklar, hemen her baba gibi mevzu uzadıkça kabaran sinirini bastırarak ezber ettirirdi andımızı. Babam okumaya başlar, ben peşi sıra yinelerdim: “Türküm”, “Tüürküm”, “Doğruyum”, “Dooğruyum”, “Çalışkanım”, “Çalışkanım…”
O metazori ezber, ertesi kontrolde yine yoklara karışmış olurdu. Akşam yemek sonraları andımız gerginliği yaşar, kendimi erkenden yatağa atmaya bile razı olurdum. Neyse ki babam da bir zaman sonra sıkılıp, kontrolü bıraktı elden. Ta ki bir akşam, misafirler huzurunda andımızı okumamı isteyene kadar. Sıkılarak, manasız bir tonla başladım kırık ezberime. Misafirlerin, okulda derse katılımından çok, top oynarken zırt pırt okulun camını çerçevesini indirmesiyle meşhur oğlu da –ona cam canavarı derlerdi- huşu içinde bana eşlik ediyordu. Andımızla sınanmanın gerilimini saymazsak ezber tıkırında gidiyordu ki; dinleyenlerde bomba etkisi yaratan o satır geldi; “Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi üzümden çok sevmektir. Ülküm…” Babamın iyi tanıdığım sinirli ses tonu bir anda salondaki tüm oksijeni emdi ve… “Bir dakika bir dakika, ne dedin sen?” “Ülküm…”, “Yok ondan önce ne dedin?” “Yasam”, “Evet!”, “İşte, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak…”, “Evet!?”, “Yurdumu, milletimi üzümden çok sevmektir.” “Neyden çok?” “Üzümden!” Önce muhterem zevatın kıkırtısı kahkahaya dönüştü, sonra yanımda gülmekten ağzı ayrılan arsız cam canavarının dirseği böğrümde patladı. Herkes gülmekten katılırken, babamın kırgın bakışları beynimi delip, arkamdaki aşı boyalı duvara çarpıp dağıldı. Ben hatamın ne olduğunu kavramakla, utanmak arasında pres olurken, “Haydi bakalım” dedi, “Yatma vakti… Herkese iyi geceler dile!” Babam neye ve niye kırıldığını açıklamaz, kırgınlığı sorgulanamazdı. Benim hayatta en üzüldüğüm anlar ise -hâlâ öyledir- neyi yanlış yaptığımı anlayamadığım anlar olmuştur. Babam yine kırılmıştı ve ben yine ne halt ettiğimi bilmiyordum. Kendisiyle bu ilişki ya da ilişkisizlik biçimi, sonraki yıllarda da birçok defa yaşanmıştır aramızda. Onu yitirene kadar… Babamın yardımı olmadan -cam canavarının sayesinde- özümle üzüm arasındaki farkı öğrendim elbet. Bir daha hiç unutmadım. Ama babam bir daha hiç sormadı andımızı.
VARLIĞIN ŞİİRE DÖNÜŞMESİ
Pazartesi günü okullar açıldı. Evimin yakınında bir ilkokul var.
Yaz güneşi hâlâ ısırsa da, artık boza pişirmiyor ensemizde. Dalda yaprakta sonbahar emareleri. Şehirler homurdanmaya, sıkışmaya başladı yeniden. Havada iş, okul, bürokrasi kokusu var. Hafif bir şeyler giyip hafif bir şeyler yiyip postu bir gölgeye sermenin sonuna geldik bu yıl da. Şimdi; tutma, koparma, oyunda ve ayakta kalma zamanı. İş başına!
ZİL ÇALDI!
Okullar açılıyor. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı ‘merkezi’, yani bir avazda ‘herkesi’ sınav eden sistemden vazgeçildiğini duyurdu. Telafisiz sınav sistemi sona erdi. Artık öğrenciler, yıl boyunca kendi sınıf ve sıralarında, temel derslerin rutin sınavlarında, merkezden yollanmış bir örnek sorularla sınav edilecek. Her temel dersten her sömestr, birer sınav olmak üzere, yılda iki kez değerlendirilmiş olacaklar. Bu yöntemle bir tür telafi hakkı da kazanmış oluyorlar. Bakan Avcı; yeni sistemde öğrencilerin, sosyal, sanatsal ve sportif faaliyetlerde gösterdikleri başarının da değerlendirmeye dahil edileceğini belirterek, orta vadede test yanıtlayan ezberci öğrenci profilinden, ucu açık, yazılı sınavları yanıtlayabilen, yorumcu öğrenci profiline geçmek niyetinde olduklarını açıkladı. Yöntemin amacı, öğrenciyi -klişe tabirle- yarış atı olmaktan kurtarmak. Çocuklar ailelerine, arkadaşlarına ve hayata daha fazla zaman ayırabilecek. Bakan Nabi Avcı, basın toplantısında sistemin tezini savunurken, “Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?” diyerek, Ece Ayhan’ın ‘Açık Atlas’ şiirine göndermede bulundu. Yeni sistemin evlatların sırtındaki kamyon yükünü hafifletmesini dilerim.
ESKİ EZBER
Ortaöğrenim çocukları için dile getirdiğim temenniyi, bir üst kuşak için paylaşmak zor. Akademik yılın açılışına günler kala, polisin yıllar sonra üniversitelere döneceği ilan edildi. Üniversitede asayişten polis sorumlu olacak. Karar iç karartıcı. Bu konuda yaşanmış onca acı deneyimi göz ardı ederek, polisle üniversite gençliğini bir kez daha karşı karşıya getirecek uygulamanın, 12 Eylül yönetiminin, cezaevlerinde ‘karıştır-barıştır’ biçiminde kodlanan aklıevvelliğini anımsattığını düşünüyorum. Gezi protestolarında yaşanan gerilimin, futbol sezonunun başlaması, üniversitelerin açılmasıyla birlikte alevleneceği kaygısını dile getiren hükümetin, denenmiş vazgeçilmiş bir uygulamayı yineleyerek, yeni ve olumlu sonuç beklemesi akılcı mı bilemedim. Türkiye’nin bitmeyen muammasıdır. Aynı hükümet ortaöğrenimde ezber bozmayı hedeflerken, yükseköğrenimde eski ve kötü bir ezbere başvuruyor.
‘AĞIR AĞIR ÇIKACAKSIN BU MERDİVENLERDEN’
İstanbul’un Cihangir’i merdivenleriyle de meşhurdur. Sahiden ‘ağır ağır çıkarsın o merdivenlerden’. Acelecinin nefesini düğümler. Soluklanırken yüzünü Boğaz’a verirsen, dünyanın en şiirli su yolu, nakış gibi kazınır belleğine. Bir emekli mühendis abi, tırmanana meşgale olsun diye üşenmemiş, evinin baktığı merdiveni, tepeden tırnağa gökkuşağı renklerine boyamış. Tırmananlar çirkin zamane taşlarını ezber etmek yerine, renk ahenk bir parkura bakar olmuşlar işte. Ama yok; bir ‘makbul vatandaş’ yememiş içmemiş, belediyeye ihbarda bulunmuş, belediye de boyasını kapıp, bir gecede merdivenleri griye boyamış. Bu sevimsiz gayretkeşliğe canı sıkılan mahalleli, Beyoğlu Belediyesi -âdeti olduğu üzere- “Ben yapmadım Miki yaptı” dese de dinlemeyip, başka bazı merdivenleri de boyayarak göstermiş tepkisini. Bu sivil tepki biçimi bir çırpıda başka semtlere, şehirlere de yayıldı. Yerel seçime çeyrek kala, iş başındaki belediyeler, muhaliflerinin işini kolaylaştırmak istercesine tuhaflık yarışına girdi. Türkiye sahiden matrak bir ülke. Yerel bir siyasetçinin gri kafası, tüm benzerlerinin başını ağrıtmaya yetiyor bazen.