Urla’da zaman

Rumlardan kalma taş evlerle dolu, Arnavut taşı kaldırımlı bir yer olarak düşlemişim Necati Cumalı’nın Urla’sını. Ah Urla viran Urla / Ömrümü yedin bitirdin, diye yazmış usta. Ne zaman ki arborotoriuma gideceğim, Urla öteki yüzü gösterecek. O zaman ‘viran’ lafı peşimi bırakacak, hüzün uçup gidecek...

Gözünü sevdiğimin Ege’si.
Dağ taş çiçeğe kesmiş. Yeşilin bini bir para.
Katırtırnakları, kazayakları, papatyalar, gelincikler... Tarlada.
Ebegümeçleri, şevketibostanlar, tilkişenler, enginarlar... Pazarda.
Sözüm söz gidiyorum demiştim ya, sözümü tuttum: Urla’ya gittim, Tansu’ya. Ömrüme ömür katmaya.
Cuma sabahı, Atatürk Havalimanı. Uçak kalktık demeye varmadan iniyoruz anonsu. Göz açıp kapayana kadar Çiğli’deyiz.
Gözde çapak, afyon patlamamış, kargalar bile kalkmamış olmalı bu saatte. Sabahın körü.
Havaalanından çıkmamla, derin bir ohhhh çekiyorum: Nasıl çekmem, içime çektiğim gökyüzü.
Eve varıp biraz soluklandıktan sonra, yerli halkın her hafta sonu yaptığını yapıyor ve Urla Pazarı’na gidiyoruz. Cuma sabahları eski Urla’daki pazar, cumartesi ve pazar günleri iskelede kuruluyor. Pazarın namı öyle büyük ki, haftasonları İzmir’den de akınla insan geliyormuş buraya.
Bundan iki yıl kadar önce bir Akhisar ziyareti dönüşü uğramıştım Urla’ya.
Dalyan’daki kahvelerden birinde oturup kahve içmiş, Seferis’in evini aramış, kapalı olduğu için gezememiştim. Hava fena sıcaktı. Önümde uzun yol vardı, öğle saatlerinin rehavetine kapılmış kasabada in cin top oynuyordu, iki adım atmaya gör, ter basıyordu. Fazla uzatmamıştım. Urla’yı karşıdaki yarımadada uzanan ve bir zamanlar karantina olarak kullanılan devlet hastanesi, iki ana beş ara sokak, bir cami, kıyıya yakın birkaç eski depo, ayakta kalmayı başarmış birkaç eski konak olarak hafızama kazımış yoluma devam etmiştim.

ESKİ URLA’YA UĞRAMADAN OLMAZ

Eski Urla’ya giderken hiçbirimiz konuşmuyor, yolun iki yanında uzayıp giden bereketli topraklara bakıp İstanbul’da hasret kaldığımız baharın tadını çıkarıyoruz. Çelebi denilen yüzyıllık zeytin ağaçlarının gölgelerinde otlayan oğlaklar, bölgeye hafiften Toscana havası veren servi ağaçları, mora çalan enginar tarlaları, çimen yeşili, çiğdem sarısı, gelincik kırmızısı...
Kasabaya gelmemizle dalıp gittiğimiz rüyadan uyanmamız bir oluyor. Adı da Eski Urla ya, nedense Rumlardan kalma taş evlerle dolu, hanı hamamı ayakta, Arnavut taşı kaldırımlı bir yer olarak düşlemişim Necati Cumalı’nın Urla’sını.
Oysa karşıma çıkan tipik bir Anadolu kasabası: Girişte sanayi, meydanda belediye binası, yanında bir-iki banka, onların yanında başka bir devlet dairesi ve kötü yapılaşma örneği farklı renklere boyanmış birkaç apartman. Tüy dikmek için de tabela, tabela, tabela...
Hay Allah demeye kalmadan pazar yerine varıyoruz: Ben sokak arasına yayılmış bir pazar yeri beklerken, karşıma Bodrum’dakine benzer üstü kapalı bir hal çıkıyor. Hayalkırıklığımı, sıcaktan ötürü diye bir bahaneyle savuştursam da biraz önce gözüme kaçan estetik yoksunluğunu açıklamama imkan yok. Hani göz önünde güzel bir örnek olmasa neyse de, o da var. İnsanlar burada yüzyıllarca belli tip evlerde yaşamış, bağla bahçeyle uğraşmış, iskeledeki depolara bakılırsa sıkı ticaret yapmış, denizin nimetlerinden yararlanmış. Dönüp bakmak, yüzyıllardan süzülüp gelen bilgeliği kullanmak varken, kafanın dikine gitmek neden?

FİDANLARDA RENK RENK BAHAR

Pazarın girişindeki fidanları görmemle kasvet yerini sevince bırakıyor. Şimdi ekim zamanı ya, yer gök fidan. İster biber ek ister domat, ister mor salkım ister erengül. Sebzeden çiçeğe bin bir fidan, küçük naylon poşetlerde ekilmeyi bekliyor. Paşa gönlün bilir der gibiler, canın ne çekerse bahçene, ne isterse al.
Fidancıda biraz oyalandıktan sonra pazara, daha doğrusu ot cennetine giriyoruz. Gerçekten de önümüz arkamız, sağımız solumuz göz alabildiğine ot. Sandık sandık, tezgah tezgah, ot dolu pazar.
Cahil cesareti, her tezgahın önünde durup satılanın adını soruyor, dışarlıklı olmanın şımarıklığıyla hepsinden tadıyoruz: Turp otu kekre, hardal otu acı, nane yeminle on çeşit, kekik desen öyle. Bunlar bildiklerimiz. Bir de yöreye, daha doğrusu Ege’ye özgü olanlar var: Soyulup su dolu leğene konmuş şevketibostanlar, İstanbul’da bulunmayan yumruk büyüklüğünde enginarlar, arapsaçları, kayakorukları... Semizotunu boynu bükük, ebegümecini solgun yaprak, rezeneyi salkım saçak biliriz ya biz, yalan. Pazarda karşımıza çıkanların hepsinin başları dik, yaprakları diri, renkleri canlı...
Üstelik de üç paraya.
Elim kaşınıyor, nasıl alıp götürürüm hesabı yapıyorum ama olacak iş değil. Vazgeçiyorum.

BEĞENDİK ABİ’NİN ŞÖHRETİ

Peynir tezgahlarında tulum tada, zeytin tezgahlarından kırma çala bir saat geçirdikten sonra acıktığımızı fark ediyoruz. Hadi diyoruz şimdi tam vakti, gidip yemek yiyelim. Gideceğimiz yer belli: Urla’nın en iyi esnaf lokantası olduğu söylenen Beğendik Abi.
Tuhaf adlı lokanta eski Urla’nın göbeğinde, Arasta’nın yanı başında. Girer girmez, lambri duvarlara yapıştırılmış gazete kupürleri gözüme takılıyor. Oooo kimler gelip geçmemiş ki? Mehmet Yaşin, Ahmet Örs, Vedat Milor... Damak tadını bilen ve bu konuda kalem oynatan herkes yememiş içmemiş buraya, Handan Hanım’ın lokantasına gelmiş anlaşılan.
Girişin solundaki uzun tezgahta günün yemekleri sıralanıyor. Açgözlülük ediyor ve neredeyse sergilenen her yemekten bir porsiyon istiyoruz. Ana yemek olarak ciğer sarması, Urla Güveci, terbiyeli şevketibostan, iç pilavlı oğlak tandır atıştırmalık olarak iki çeşit ot ve mevsim salatası, yoğurtlu semizotu, ıspanak balığı, enginar dolması, alengirli adı olan ve mücvere benzer bir yöre yemeği, gene alengirli adı olan harika bir patlıcan, tam tamına on iki çeşit.
Bir tanesi bile ehh denecek türden olmaz mı yarabbi, hani şöyle bir çatal alıp bırakılan cinsten? Sofraya gelen her tabak o kadar leziz o kadar nefis ki, kelimenin tam anlamıyla hepsini silip süpürüyoruz. Üstüne de bir tane dışı incecik baklava yufkası içi tatlı lor, hafif mi hafif bir tatlı, çatlayacak hale geliyoruz.
Hesabı istediğimizde şaşkınlığımız daha da artıyor. Dört kişi bunca yemeye yetmiş lira ödüyoruz.

ZAMAN AHESTE AKIYOR

Şimdi Arasta’yı gezmeye geldi sıra...
Arka sokaklara girdikçe kasabanın ruhu da ortaya çıkıyor sanki. Meydanın sevimsizliğinin yerini kimi yenilenmiş kimi kaderine terk edilmiş taş konaklarıyla eskinin yaşanmışlığı alıyor. Ege demek ahestelik demektir ya, aheste aheste dar sokaklarda dolaşıyor ve kendimizi Necati Cumalı’nın müze olan evinde buluyoruz.
Büyük ve bakımlı bir bahçenin ortasında mütevazi bir taş ev. Minik bir salon, bir merdiven, küçük bir çalışma ve yatak odası. Yazarın birkaç kişisel eşyası bir vitrinde sergileniyor. Duvarlarda Nalınlar’dan Susuz Yaz’a kadar, sergilenmiş oyunlarının afişleri. Kitaplıkta kitap ve okul defterine yazdığı belli, bir düzine şiir taslağı. Koparılıp çerçevelenmiş bir sayfada inci gibi bir el yazısıyla yazılmış, mürekkebi ha uçtu ha uçacak bir şiire ilişiyor gözüm: Ah Urla viran Urla / Ömrümü yedin bitirdin, diye yazmış usta. Dışarıdaki bahara inat içime hüzün çöküyor.
Ertesi gün kalabalık bir grupla Can Ortabaş’ın çiftliğine gidene kadar ‘viran’ lafı peşimi bırakmayacak. Ne zaman ki Urla şarap bağlarıyla binbir çeşit süs bitkisi yetiştirilen arborotoriuma gideceğim, Urla’nın öteki yüzü gösterecek yüzünü.
Hüzün uçup gidecek.
Ama o mevzu haftaya.
Yazarın Tüm Yazıları