GeriSeyahat Antakya Bir şehirden daha fazlası
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Antakya Bir şehirden daha fazlası

Antakya Bir şehirden daha fazlası

Ortasından salınarak Asi Nehri akıyor; binlerce yıl öncenin mozaikleri de geçmişi getiriyor bugüne. Farklı inançlar, efsanelerle gerçekler iç içe... Kimi mekânda hayat yıllar öncesinde durmuş gibi. Affan Kahvesi’nin hikâyesinden ağaca dönüşen Daphne’nin sele kapılmasına, bildiğimiz Antakya’dan biraz fazlasını anlatacağım size...

Bir şehri anlatmaya nereden başlar insan? Geçmiş zamanlarından mı, bugünden mi, ikisini harmanlayan tek bir cümleyle mi? Bir şarkıyla, bir şiirle, bir renkle mi? Yoksa hepsi mi? Yaşı çoktan asrı devirmiş, iki katlı taş binanın girişindeki kahvede, boyası aşınmış, kolçakları berelenmiş tahta sandalyede oturmuş, zihnimde dolaşan bu soruya yanıt arıyordum. Bir kahve içsem, soluklansam belki yanıtı daha kolay bulurum düşüncesiyle seslendim: “Bir süvari...” Süvarimi beklerken not defterimi açtım, yazdım: “Antakya’dayım. Hatay’ın Fransız işgalinden kurtuluşuna atfen Kurtuluş adı verilen caddedeki Tarihi Affan Kahvesi’nde, çay bardağıyla sunulan kahvemi bekliyorum. Süvari, bardağın adı. İki katlı taş binayı 1918’de Fuat Salihli yaptırmış, mimarlar Fransız, taş ustaları Halep’ten. O günden bugüne işletme ailede.” Tam o anda süvarim geldi, ağır ağır içtim. Damağımdan acı telve tadı kaybolmadan aileden Mahir Salihli’yle sohbete koyuldum.

Antakya Bir şehirden daha fazlası

Tarihi Affan Kahvesi’nde (üstte), çay bardağıyla içilen Türk kahvesine süvari deniyor.

Affan ‘yiğit’ demek

“Ailemiz için de Antakya için de çok önemlidir Affan Kahvesi. Affan yiğit demek, Arapça. Eski Antakya’da polis yoktu, bu mahalleyi kabadayılar korurdu, her biri birbirinden yiğit, affan yani. Bu mahalle de Affan Mahallesi diye anılır.” “Bu 100 yaşını çoktan devirmiş binadaki eşyalar, masalar, sandalyeler de o günlerden mi” diye soruyorum: “Oturduğunuz sandalye en az 80 yıllık, masalar da. O günlerde tavana asılı fenerlerle aydınlatılırmış burası.”

Sohbet sonrası sokaklara dönüyorum, hedefim Uzun Çarşı. Dar sokaklarda kayboluyor, kimi onarılmış konakların büyüleyici avlularında soluklanıyorum. Onarılan konakların çoğu butik otel, kimi restoran, kafe. Antakya yemeklerini tatmak isteyenlerin gönlünü hoş eden masalar her daim hazır. Birkaç hızlı tadımdan sonra notlarımı alıyorum: “Kâğıt kebabı pek ünlü. Yörede oruk diye anılan içliköfte, biberli ekmek, kaytaz böreği, humus ve bakla ezmesi de... Künefe elbette meşhur ama nerede yeneceğine dikkat etmeli. Tabağı bitirmeden kalkmak da mümkün, damla şerbet bırakmadan sıyırmak da... En iyisini yerlilerine sormalı.”

Artık, Uzun Çarşı’dayım. Yapım tarihi bilinmeyen bir simge mekân burası. Birbiriyle kesişen sokaklar, meydanlar, avlular... Antakya’nın kalbi burada atıyor. Yöreye özgü defne sabunu, zeytin, zeytinyağı, nar ekşisi, baharat, salça, peynir, et... Satılanları bir yana bırakıp esnafın ahlakını not etmeliyim defterime, hayli zamandır özlediğim, gitgide kaybolan ahlak, iyi niyet ve saygı gönlüme şifa oluyor...

Antakya Bir şehirden daha fazlası

Bucaklar Fırını’nda Yunus Usta.

‘Bucaklar Fırın, 1847’ yazan fırından içeri atıyorum kendimi. Fırıncı da küreği de hiç boş kalmıyor, pideler giriyor, kaytazlar çıkıyor, biberli ekmekler sırada... Çevredeki restoranların siparişleri, evlerden yollanan kâğıt kebapları, börekler, tırnak pideler...

Fırının önünde Yunus Usta. “Usta, bu fırın 175 yıllık, öyle mi” diyorum, yanıt geliyor. “Kaytaz hazır, öyle ya, biberliler içeride, odun yükle evlat...”

Aradan “Öyle ya”yı çekip alıyorum, diğerleri bana söylenmedi belli ki. Yunus Usta bir yandan fırını dolduruyor, bir yandan anlatıyor: “Benimki baba değil ana mesleği. Anamın ailesi kaç kuşak fırıncı, Antakya’yı doyurmuşuz. Şimdi de yetişiyoruz hamdolsun.” İki lafın arasında kaytaz böreğini yiyorum, biberli ekmek paket...

Uzun Çarşı’nın hanlarına, avlularına veda edip zaman yolculuğu yapma niyetiyle Antakya Mozaik Müzesi’ne geçiyorum ki, daha kapıda Kral Şuppiluliuma ile göz göze geliyorum. Kireç taşından yapılmış gözleri şaşkın mı bakıyor, korkarak mı, bilemedim. 1.5 metre boyundaki heykeli sarıp sarmalama hissimi bastırıp not defterimde yeni bir sayfa açıyor, yazıyorum: “Hitit kralı. Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, Tell Tayinat Höyüğü’nde 3 bin yıl dinlendikten sonra, 2013 yılında gün yüzüne çıktı. 1.5 ton ağırlığında. Bir elinde mızrak, diğerinde başak tanesi tutuyor. Adı Hititçe olan ilk kral, ‘saf kaynaklı’ demek. Kardeşini öldürüp tahta geçmiş, Hitit Krallığı’nı imparatorluğa dönüştürmüş. Savaş meydanlarında geçen ömrü, salgın hastalık nedeniyle son bulmuş. Halkını açlıktan kurtaran kral.”

Defterimi kapamadan savaş, açlık, salgın hastalık kelimelerinin altını çiziyorum.

Yepyeni, geniş ve düzenli bir müze Antakya Arkeoloji Müzesi. Mhoş, Eros okunu fırlattı fırlatacak. Not defterime “Neredeyse 1.900 yıl öncenin hayatına kattım kendimi, sanki Roma hamamından akan suyun şırıltısı yankılanıyor yanımda. Ya şu zeytin ağacına tırmanmış Romalının şimdilerde zeytin hasadı yapanlardan ne farkı var, aynı ağaç, aynı zeytin, aynı uzun sopa... Bağbozumu Mozaiği’nde betimlenen, semeri üzüm dolu eşeğini çekiştiren Romalıyla bugünün köylüsü Mehmet Emmi arasında 15 yüzyıl varken hayat nasıl da aynı kalmış!

Antakya Bir şehirden daha fazlası

Antakya Müzesi’nin en popüler iki parçası ‘Neşeli İskelet Mozaiği’ (üstte) ve Hitit Kralı Şuppiluliuma (sağda).

Karşımda, Apollon’dan kaçan peri kızı Daphne’nin ağaca dönüşmesini anlatan, MS 3’üncü yüzyıla tarihlenen mozaik, kulağımda Harbiye’de serpantin taşına Daphne’nin suretini oyan taş sanatçısı İsa’nın sözleri: “Daphne kaçamayınca defne ağacına dönüşmüş. Harbiye’deki şelalenin tepesinde dev gibi bir ağaç vardı, o ağaç olduğuna inanılırdı. Birkaç yıl önceki selde kırıldı gitti.” Demek Daphne yine ve daima taşta yaşıyor... ‘Neşeli’ İskelet mozaiği pek popüler, onu da görüp, ‘Kem Göz’ mozaiğinde içten içe dilekler tutup Müze Otel’e geçiyorum. Bir arkeopark burası. Antakya’nın MÖ 3’üncü yüzyıldan günümüze kadar geçen zamanda 5 farklı yapı katmanında 13 farklı medeniyetin izlerini görmek mümkün. Kalıntılara zarar vermemek için temel kazıklar çakılıp yüzde 90’ı çelik konstrüksiyona yerleştirilmiş. “Başımın üstünde dev çelik sütunlarla desteklenmiş modern bir otel, ayaklarımın altında Helenistik döneme ait sur duvarları, kanalizasyon sistemi... Tek baş hareketiyle asırlar arası yolculuk yapmak mümkün” diye not alıyorum defterime.

Dinler kardeşliği

Başlık pek klasik farkındayım ama öyle gerçek ki…. Anadolu topraklarındaki ilk cami Habib-i Neccar’ın avlusundayım. 1.400 yıl öncenin pagan tapınağı burası. Bu topraklarda, Hz. İsa’ya inanan ilk kişinin adını taşıyor cami. Bu adı veren de Hz. Ömer’in komutanlarından Ebu Ubeyde Bin Cerrah. 636 yılında Antakya’yı fethedip kiliseyi camiye dönüştürüyor ve tektanrılı dine inandığı için Hıristiyan Habib-i Neccar’ın ismini veriyor. On dakikalık mesafede dünyanın ilk kilisesi Saint Pierre, Hıristiyan kelimesinin doğduğu yer. Samandağ’da Hızır ile Musa peygamberlerin buluştuğuna inanılan Kutsal Kaya; Şehrin göbeğinde 2 bin 500 yıllık havra, merkezden bir saat uzaklıkta Ermeni köyü Vakıflı var.

Etkileyici bir şehir Antakya, not defterimdeki son satırlar Romalı devlet adamı ve felsefeci Marcus Cicero’nun olsun: “Antakya, eskinin şanlı ve varlıklı kenti, eğitilmiş insanların ve özgür bilimlerin yurdu.”

MÜMKÜNSE...

Eski Antakya’nın yenilenen konaklarındaki butik otellerde kalmalı.

Kahvaltıyı otelde değil de sokakta, humus, bakla ezmesi, biberli ekmekle yapmalı.

Ara sokaklarda küçük esnafla sohbet edip eski günleri dinlemeli.

afAsi Nehri çevresinde akşam saatleri vakit geçirip güneşin sudaki aksine hayran kalmalı.

False