Galler Prensi’ni biliriz, Darfur Prensi’nden ise haberimiz yoktur

Sudan’ın batısında senelerden buyana kan ve gözyaşı dolu bir iç savaşa sahne olan Darfur, Başbakan Tayyip Erdoğan sayesinde hafta içerisinde Türkiye’nin gündemine girdi ve birçok kişi Başbakan’ın Darfur’a gitmesini "gereksiz" buldu.

Tayyip Erdoğan’ın, danışmanlarının yahut Darfur ziyaretini eleştirenlerin Darfur hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarından haberdar değilim ama, biz şimdi çoğumuzun pek hatırlamadığı Darfur’a eskiden gayet áşina idik, hattá Darfur meselesiyle son defa tam tamına 90 sene önce, 1916 Mart’ında meşgul olmuş ve bölgeye bayrak ve siláh bile göndermiştik. Üstelik, "Darfur Pensi" unvanını taşıyan son kişinin Türkiye ile yakın bir ilişkisi vardı, bir Türk prensesiyle, son padişah Sultan Vahideddin’in torunu Neslişah Sultan ile evliydi ve hayatını 1979’da İstanbul’da noktalamıştı.

ÇOK uzak diyarlarda, Afrika’nın ortalarında bir yerlerde olan Darfur, Başbakan Tayyip Erdoğan sayesinde, hafta içerisinde Türkiye’nin gündemine girdi.

Önce, Darfur’un nerede olduğunu ve bu uzak diyarda neler yaşandığını kısaca söyleyeyim: Sudan’ın batı tarafındaki geniş bir eyalettir, "Müslüman Araplar" ile "Müslüman Afrikalılar" arasında senelerden buyana devam eden bir iç savaşa sahnedir, bu savaş 400 bin kişinin canına, 2.5 milyon kişinin yersiz ve 3.5 milyon kişinin de aç kalmasına sebep olmuştur. Sudan hükümeti, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere birçok uluslararası kuruluş tarafından Müslüman Araplar’ı elaltından destekleyip soykırıma göz yummakla suçlanmaktadır.

Sudan’ın başkenti Hartum’da hafta içerisinde toplanan Arap Zirvesi’ne "gözlemci" olarak katılan Başbakan Tayyip Erdoğan, zirveden sonra Hartum’dan Darfur’a geçti ve Birleşmiş Milletler’in açıklamalarını yalanlarcasına "Darfur’da soykırım veya asimilasyon yapıldığı görüşünde olmadığını" söyledi.

90 YIL SONRA

Başbakan’ın sözleri, "Tayyip Erdoğan gerçi Sudanlılar’ın duymak istedikleri ifadeleri kullandı ama BM’yi gözardı edip böyle konuşmamalıydı" diye eleştirilirken Darfur ile ilgili bir husus, hiçbirimizin dikkatini çekmedi: Sudan’ın bu sıcak, kuru, fakir ve maalesef son derece kanlı olan bölgesi, Türkiye’nin gündemine tam 90 yıl aradan sonra, ilk defa geçtiğimiz hafta, Başbakan’ın bu ziyareti sayesinde yeniden giriyordu.

Tayyip Erdoğan’ın, danışmanlarının yahut Darfur ziyaretini eleştirenlerin Darfur hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarından haberdar değilim ama, şimdi çoğumuzun pek hatırlamadığı Darfur’a eskiden gayet áşina idik, hattá Darfur meselesiyle son defa tam tamına 90 sene önce, 1916 Mart’ında meşgul olmuş ve bir zamanlar bayrak ve siláh bile göndermiştik. Üstelik, "Darfur Pensi" unvanını taşıyan son kişinin, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Prens Muhammed Abdülmünim’in Türkiye ile yakın bir ilişkisi vardı, bir Türk prensesi ile, son padişah Sultan Vahideddin’in torunu Neslişah Sultan ile evliydi ve hayatını 1979’da İstanbul’da noktalamıştı.

İşte, Darfur ile münasebetimizin kısa öyküsü:

Afrika’daki köle ticaretinin önemli merkezlerinden olan Darfur’da, asırlar boyunca bağımsız krallıklar hüküm sürdü. Derken, káğıt üzerinde Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı görünen ama Mısır’ın hakiki sahibi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın 19. asırda Sudan’ı kendi topraklarına katması üzerine Darfur’daki vaziyet de değişti. Darfur Sultanları unvanlarını muhafaza ettiler ama Darfur’da fiilen Kahire’deki Mısır Hıdivi, resmen de İstanbul söz sahibi oldu.

18. yüzyıldan itibaren Osmanlı hükümdarları ile münasebete giren Darfur Sultanları, İstanbul’a devamlı olarak elçiler gönderip padişahı kendi üzerlerindeki bir otorite olarak tanımışlardı ama Darfur ile asıl temasımız, 20. yüzyılın ilk yıllarında kuruldu.

Darfur’un son hükümdarı olan Ali Dinar, 1909’da Sultan Reşad’dan Sudan’ı işgal altında tutan İngilizler’e karşı kullanmak için siláh ve Osmanlı bayrağı istedi, biz ise bir madalya göndermekle yetindik. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında ilán ettiğimiz cihada karşı Arap dünyasının neredeyse tamamı İngilizler tarafından ve bize karşı siláhla cevap verirken, Ali Dinar, İngilizler’i Sudan’dan çıkarmak maksadıyla bizim gibi cihad ilán etti. Sonra, 1916’nın 13 Mart’ında Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki güçlü adamı Enver Paşa’ya bir mektup gönderdi. Mektubunda "Darfur ve Sudan Müslümanları’nın durumunun gittikçe kötüleşmesine rağmen, káfir bir köpek olan İngiliz vali ile cihad yolunda mücadeleye devam edeceğim" diyordu.

BAYRAKTAKİ YILDIZ

Sultan Ali Dinar,
üzerine sevkedilen İngiliz birliklerine karşı daha fazla direnemedi, 1916’nın 22 Mayıs’ında bozguna uğradı ve aynı senenin 6 Kasım’ında da Kulme kasabasında uğradığı bir baskında İngiliz askerleri tarafından öldürüldü. İngilizler, Darfur’daki hákimiyetlerini engelleyen Sultan’ı bu şekilde ortadan kaldırdıktan sonra, bölgeyi Sudan’a bağladılar.

Sudan’da bütün bunlar olup biterken, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Mısır Hıdivleri sadece Sudan’ın değil, Darfur ve Kordofan bölgesinin de hükümdarı olduklarını söylüyorlardı. Mısır Hıdivleri ile daha sonra iktidara gelen iki kralın, Fuad ile Faruk’un unvanı "Mısır ve Sudan Kralı, Darfur ile Kordofan’ın hákimi" şeklindeydi ve Mısır’ın o dönemdeki bayrağında bulunan yıldızlardan biri Darfur’u, diğeri de Kordofan’ı temsil ediyordu. Hıdiv’in veliahdı "Darfur", kralın veliahdı ise "Said Ülkesinin Prensi" unvanını taşıyordu, üstelik Darfur’un son prensi de, Osmanoğulları’nın damadıydı.

Bir zamanlar sembolik şekilde de olsa bize bağlı bulunan Darfur’un öyküsü, işte böyle...

Darfur’un son prensinin ataları Erzincanlıdır

PRENS Muhammed Abdülmünim, Mısır’ın son Hıdiv’i Abbas Hilmi Paşa’nın oğluydu. 20 Şubat 1899’da İskenderiye’deki Montaza Sarayı’nda doğdu ve hayata 1979’un 12 Aralık’ında İstanbul’da veda etti. Babası Abbas Hilmi Paşa’nın Mısır hükümdarı olduğu sırada, Prens Abdülmünim’in unvanı "Darfur ve Kordofan Prensi" idi. İsviçre’deki Freeburg Üniversitesi’ni bitirdi, babasının Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tahtını kaybetmesi üzerine 20 sene boyunca Avrupa’da sürgünde kaldı ve Kahire’ye ancak 1936’da, Abbas Hilmi Paşa’nın tahttan feragat etmesi üzerine dönebildi.

Kral Faruk tarafından diplomatik işlerle görevlendirilen Prens, İkinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Filistin Konferansı’na Mısır’ı temsilen katıldı ve Mısır ile Amerikalılar arasındaki görüşmeleri yürüttü. Kahire’de, 1940’ın 26 Eylül’ünde Osmanlılar’ın son hükümdarı Sultan Vahideddin ile Son Halife Abdülmecid Efendi’nin torunu Neslişah Sultan ile evlendi ve Osmanlı Hanedanı’na "damad" oldu. Mısır Kralı Faruk’un 1952’de bir askeri darbe ile devrilmesinden sonra "kral náibi" olan Prens Abdülmünim, daha sonra ailesiyle beraber Avrupa’ya geçti, sonra da İstanbul’a yerleşti. 1979 yılında Ortaköy’deki köşkünde vefat eden Prens Muhammed Abdülmünim’in Mısır’a götürülen cenazesi, Kahire’de devlet töreni ile kaldırıldı.

Küçük bir hatırlatma: "Kavalalı Hanedanı", "Mısır Hıdivi" yahut "Darfur Prensi" unvanlarına bakıp da bu kişilerin Afrikalı yahut Arap olduklarını zannetmeyin. Mısır’a 250 sene boyunca idare eden Kavalalı hanedanı aslında Erzincanlıdır; hanedanın kurucusu olan Mehmed Ali Paşa, Kavala’ya Erzincan’ın İliç İlçesi’nden gitmiş ve Mısır’a da Kavala’dan geçmiştir.

Kültür emperyalizmi denen şey, işte budur!

SENELERDEN buyana, yeri geldikçe söylüyorum: Bugün okuyup yazmış bir Fransız, Afrika’nın kuş uçmaz, kervan geçmez köşesindeki Ubangişari’yi; bir İngiliz, Hindistan’ın Bangalor’unu yahut Burma’nın Tayetmo’sunu gayet iyi bilir, memleketinin oradaki tarihini iyi hatırlar. Zira, emperyal geçmişinin verdiği kültürel sorumluluğunun farkındadır. Paris ve Londra, eski topraklarında bir kriz çıktığı anda hemen devrededir ve sözleri de mutlaka dinlenir.

Biz ise herşeyi, hattá bir zamanlar toprağımız olan yerleri bile unuttuk, hatırlamıyoruz bile! Çok değil, bundan sadece 90 sene öncesine kadar İstanbul’dan yollanan genç Mülkiye mezunlarının idare ettikleri şehirlerin, artık çok uzak iklimlerde, hattá Kafdağı’nın arkasında olduklarını zannediyoruz.

Etrafınızı şöyle bir yoklayın bakalım: Omdurman’ı, Tlemsen’i, Sfaks’ı, Necd’i, Demirkapı’yı bilen kaç kişiye rastlayacaksınız?

"Kültür emperyalizmi" denilen şey, işte budur: Galler Prensi’nin hayatını gönül maceralarına kadar ezbere bilmemize rağmen Darfur Prensi’nden haberdar olmamamız; Gence’yi, Kardofan’ı yahut Gadames’i hiç işitmememiz...

Böylesine bir habersizlik içerisinde bulunduğumuz halde "Türkiye, bölgede söz sahibidir" şeklinde sözler etmemiz ise buruk bir şakadan ibarettir.
Yazarın Tüm Yazıları