GeriSeyahat I-ın, yazı konusu olacak bir şey çıkmadı
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
I-ın, yazı konusu olacak bir şey çıkmadı

I-ın, yazı konusu olacak bir şey çıkmadı

Gazetenin ilk çıkan görev aracı Taksim’e gidiyordu, atladım. Galatasaray’da, İngiliz Başkonsolosluğu’nun önünde indim ve bir saate yakın yürüdüm. Aslında maksadım bir kahvede, olmadı bir kafede bir köşeye oturmak ve … insanları seyretmekti. Ama nedense, ya Beyoğlu gününde değildi, ya ben tatsızdım bugün.

Arka sokaklarda epey bir gezindim, küçüklü büyüklü pasajlara girip çıktım, kimseye görünmeden eski hanlara dalıp, üst katlarına tırmandım, buz gibi bir tuvalete bile daldım. Eski kitaplar, 33’lük plaklar satan bir dükkana takıldım, incik boncuk bakındım… ama içimden nedense bir yere girip oturmak gelmedi.

 

Dedim ya, niyetim ya bizim atadan kalma kahvelerden birinde siftinmek, kağıt oynayanlara bulaşmak, mümkünse kahveciyle ‘N’olacak bu (yerine ve gidişata göre) memlemetin / Beşiktaş’ın / vatandaşın hali!’ geyiği yapmaktı. Olmadı, yeni moda kafelerden birinde oturur, bir bira içerim diyordum.

 

Nedense, günün o saatinde boş olan kafeleri de, sigara dumanlı kahveleri de çekmedi canım.

 

Ben de yaşlı bir adamın oturmuş soğan doğradığı, bir Kürt oğlanın masaları sildiği, ara sokaklardan birindeki bir meyhaneye girdim.

 

- Kapalıyız beyim!
- Ben de onun için girdim ya içeriye.
- Buyur, ne istemiştin?
- Baba, sana bir bira ısmarlayayım, izin ver şu köşede oturayım, ayaklarıma kara sular indi, ama canım ne kahveleri ne ‘cafeleri’ çekti…
- Burada ev sahibi benim…
- Eyvallah!
- Sebo, dolaptan iki soğuk bira kap gel bakim!

Maraşlıymış, Hasan Baba. 1954’ten beri Beyoğlu’nda. Fikri’nin Meyhanesi’nde bulaşıkçı olarak başlamış, soğuk mezeciliği öğrenmiş, Fikri’nin adını unuttuğum oğlu (olacak deyyus) baba tezgâhına sırt çevirip zengin bir karıyla kaçınca, dükkân ona kalmış.

- Sen ne iş yaparsın?
- Gazeteciyim.
- Hangi gazetede?
- Hürriyet’te.
- İyi gazeteydi eskiden, anasını bellediniz!
- …
- Meryem, gel bak bi’gazeteci misafirimiz var. Adın ne dedindi?
- Serdar.
- Serdar Bey Hürriyet’te gazeteciymiş.
- Hoş geldiniz!

Meryem eskiden çok güzel bir kadınmış. Esmer, bir ak düşmüş, koca memeli, ağzı yüzüne göre biraz büyük, göz kapakları şişik. Elinde sigara pakedi ve çakmağıyla geldi oturdu.

Kimdir diye soramadım. Sigara dumanından kısık kalmış siyah gözlerinde derin bir acı vardı. Mutlaka anlatacak bir hikayesi vardı. Mutlaka dinleyecek birine ihtiyacı vardı. Bir gazeteci, iyi bir dinleyicidir.

Ama Hasan Baba’nın yanında hiç konuşmadı. Biz memleket meselelerini tartışırken, sessiz oturdu yanımızda.

 

*

 

Lise günlerinde, bir orospu arkadaşım vardı.

 

Fitaş’ın yan sokağında, Kesik Ali’nin randevuevinde çalışırdı. 20’li yaşlardaydı. Esmer, ince bir kızdı. Yoo, inanın elim eline değmedi, zaten beni potansiyel bir müşteri olarak görmezdi. Teklif bile etmezdi. Onun bir müşteriye değil, bir arkadaşa ihtiyacı vardı. Hayalinde yarattığı yalan dünyasını dinleyecek, inanmış gibi görünecek, oyun bozanlık etmeyecek birine.

 

En hoşuna giden şey neydi, biliyor musunuz? Başbaşa bir lokantaya, bir pastaneye filan gittiğimizde, otururken iskemlesini tutmam… Bir filmde görmüştü, adını unuttuğum bir Amerikalı oyuncu, sevgilisinin iskemlesini tutuyormuş. Onun iskemlesini tutan, kapıyı açıpyol veren, ‘Ne içersin?’ diye soran bir erkeği olmamıştı hiç. Olmayacağını da biliyordu. Tadını çıkarıyordu. O kadar ki…

- Bi’şey istiyorum çok, ama utanıyorum söylemeye…
- Söyle!
- Gülmeyeceksin ama!
- Gülmeyeceğim söz.
- Kızmayacaksın da…
- Uzattın ama, söyle bakalım.
- Seni kızlarla tanıştırmak istiyorum.

 ‘Kızlar’ dediği, meslektaşlarıydı.

- Benden bahsettin mi yoksa kızlara?
- Bahsetmem mi? (Bahsetmem mi derken ‘meeem’ diye uzatmıştı biraz şımarık.)
- Ne dedin? Kim dedin benim için?
- Bi’şey demedim. Merak etsinler…

Bilmiyorum onlara ne anlatmıştı. Bir arkadaşı olduğunu mu söylemişti, yoksa ‘Sevgilim’ diye bir yalan mı kıvırmıştı. Yaptıysa, bu kadarcık yalan hakkıydı. Kimi kimsesi yoktu. Sadece, bana gerçek olmayacak kadar detaylı anlattığı bir ilişkisinden olma bir çocuğu vardı. Annesine bırakmıştı oğlunu. Her sözünü ettiğinde, ‘Yahu şu fotoğrafını bir kere daha göstersene oğlunun!’ dememi bekliyordu. Güya istemeye istemeye kırmızı cüzdanını açar, köşesinde Foto Bilmemne yazılı, kenarları tırtıllı, gri beyaz bir çocuk resmi uzatırdı bana. Anlattığı doğruysa eğer, ya 14 ya da 15 yaşında doğurmuştu. Belki de daha o çocuğu doğurmamıştı, çünkü, bütün saflığıyla bazen boş bulunur, aşka gelir, ‘Bi’gün bir oğlum olursa adını Serdar koyacağım’ derdi.

 

Bir cumartesi öğleden sonra, henüz açılmamışken, beni ‘çalıştığı yere’ götürdü. Belli ki arkadaşları haberliydi ve merak ediyorlardı.

 

Asıl utandığı şeyi sona saklamıştı. Merdivenlerden çıkarken elimden tuttu ve kulağıma fısıldadı:

 

- Üniversitede okuyor, dedim senin için!

O kadar. ‘İdare et, yalanımı ortaya çıkarma’ demekti bu. Tanıştırırken, ‘Karaköy’deki o Fransız lisesi var ya, onu bitirmiş’ demeyi de ihmal etmedi.


Bana çay yaptılar. Gelirken aldığımız kuru pastaları ikram ettiler. Koltukta yanıma sıkışıp oturmasına, otururken koluma girip hafifçe benden yana kaykılmasına bakılırsa… bir masum yalana ortak ediyordu beni. Bozmadım. Hatta, o neşeyle bir şeyler anlatırken, kızların göreceği şekilde, yüzüne hayranlıkla, gülümseyerek bakarken bile ‘yakalandım.’

Dünyası o randevueviydi, ailesi orospu arkadaşları.


Belki de hayatındaki en mutlu dakikalardı.


Cem Yılmaz ‘Türkler meslek şakası yapmaya bayılır’ der ya bir gösterisinde, kızların da en büyük cilvesi, o gün, bana ‘indirim’ teklif etmek, hatta ‘bedava vermek’ti.

 

Sözde sevgilim, beni arkadaşlarından kıskanmak, kızar gibi yapmak keyfini bile tattı.

 

Bunun bir oyun olduğunu, bir ben biliyordum, bir o, bir de… bütün arkadaşları.

 

Ama herkesin bu yalana inanmaya ihtiyacı vardı. Sıraylaydı, bugün Banu’nun, yarın Çile’nin, öbür gün Ayla’nın masum oyununda sırayla rol alacaklardı.

 

Arkadaşlığımız böyle üç dört ay sürdü.

 

Yemeğe çıktık, (felaket) aşk filmleri seyrettik, bir keresinde gündüz vakti diskoya bile gittik, romantik dans ettik.

 

Mayıs, ya da haziran ayıydı. Çalıştığı yere telefon ettim. Vapurla gezecektik, güneşin açmasını bekliyorduk.

 

“Annesi hastalanmış, acele memlekete gitti” dediler.

 

Dönmemek üzere gitmiş, ne demekse. Evini, köyünü bilen yoktu.

 

“Sana veda etmeye cesaret edemedi, ama bir mektup bıraktı…”

 

Mektup dedikleri, çizgili bir dosya kağıdına büyük harflerle yazılmış iki kelimeden ve bir kocaman kalpten ibaretti:

 

BENİ UNUTMA!

*

 

Şahsiyetsiz bir nisan akşamı, Beyoğlu’nun bir arka sokağında, Baba Hasan’ın boş ve soğuk dükkânında, başı öne eğik bizi dinleyen Meryem’in hüzünlü kara gözlerinde, aynı yalnızlığı ve aynı sevgiye susamışlığı gördüm.

 

Zaten unutamamıştım, o gözlerde çocuk yaştaki opospumu hatırladım!

False