Bir seçim çevresinde diyelim ki 6 kişi milletvekili olarak seçilecek. Bu sayı, her il’e bir milletvekili kontenjanı ayrıldıktan sonra nüfusu bölünerek elde ediliyor. Yeni seçim sistemi (31 Mart 2022) “ittifaklara” yine eski sistemde olduğu gibi imkan tanıyor. Buna göre partilerin oy dağılımı şöyle olsun;
A partisi: Seçime tek başına girmiştir ve 130.000 oy almıştır.
B ittifakı: Seçime ittifak içinde C-D ve F partileriyle girmiştir ve toplam 110.000 oy almıştır.
Eski sistemde D’hondt yönetimi şöyle uygulanıyordu;
A Partisi B İttifakı (3 parti),
130.000,... 110.000,...
65.000,... 55.000,...
Bu istek son derece meşrudur. Bu durum kişisel planda da böyledir, parti ölçeğinde de. İktidar insanlara güç sağlar. Ülkeyi yöneten siyasi yapı içinde, onun herhangi bir seviyesinde yer alabilmek belirli bir ağırlığa kavuşmak demektir. Hiç şüphesiz kamusal bir pozisyon sebebiyle maddi menfaat sağlayanları kastetmiyoruz. İnsan evladının sosyal kişiliğinde güç sahibi olmak her daim önemli olmuştur.
Şimdi seçim zamanı. Cumhurbaşkanlığı seçimi en kritik olanı. Recep Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu en şanslı görülen adaylar. Bilindiği üzere seçim sisteminde 100 bin oyu toplayan aday olabiliyor. Bu çerçevede iki aday daha söz konusu. Adaylar parti bazında seçmen konsolidasyonu için işbirlikleri yapıyorlar. Seçim kazanılırsa iktidar erki paylaşılacak. Diğer iki yeni cumhurbaşkanı adayının nasıl bir yol izleyeceği şu aşamada belirsiz.
Beri yandan milletvekilleri için de aday başvuruları yapılıyor. İzmir’de partilere yapılan başvuru sayısının çokluğunu görünce, insanların bir ikbal yatırımı yaptığı izlenimi doğuyor. Keşke gençler, kadınlar ve birikimli insanların ilgisi daha yoğun olsa. İnsanların siyasete katkı için bu denli hevesli olmaları aslında iyi bir şeydir. Siyasetin her kademesine yönelik yoğun talep ülke demokrasisinin tabanda yaygınlaşması anlamına gelir.
Bu hal demokrasinin sigortasıdır. Hakikaten müthiş heyecanlı bir seçim süreci yaşıyoruz.
---
KONGREDE PROF. AKÇİĞİT
İKİNCİ Yüzyıl İzmir İktisat Kongresi’nin en dikkat çekici konuşmalarından biri de Ufuk Akçiğit’e aitti.
Depremin hüznü tüm kongre sürecine egemendi.
Kongre, Hollanda’da yaşayan Antakyalı sanatçı Karsu’nun “ağıt”ı ile açıldı. Neşet Ertaş’a ait “Neredesin Sen” şarkısının finalinde Karsu’nun haykırarak tamamladığı yakarış, 1500 kişilik salonun tamamına gözyaşları ile insan olduğunu hissettirdi. Bu demokrasi şöleninde konuşmacılar “netameli” konular dahil tam bir özgür tutumla görüşlerini paylaştılar.
Takribi 8 aylık uzun ve yorucu bir süreçte olgunlaştırılan “Sonuç Bildirgesi” gelecek on yıllar boyunca karar vericilere muhteşem bir yol haritası olacaktır. Tunç Soyer her yıl ilerleme raporlarıyla takip toplantılarına devam edileceğini açıkladı. Belki de Cumhuriyet tarihinin, tıpkı ilk kongre gibi, en verimli sonuç doğuran organizasyonunu yaşadık diyebiliriz. Soyer ve ekibine, yanısıra emeği geçen tüm katılımcılara teşekkür ediyoruz.
------------
DANS FİGÜRÜ
İLK defa oy kullanacak çok genç bir kitlemiz var. Şüphesiz bu gençlerin içinde duyarlı ve kendilerini yetiştirmeye çalışanların sayısı çok fazladır. Ancak önemli bir kısmı da maalesef bırakın kitabı, gazete okumayan, haberleri izlemeyen, sosyal, politik sorunsallara ilgi duymayan kişilik yapısındalar. Bunların dünyası “cep telefonları” üzerinden iletişimleri ve izledikleri ile sınırlı. Sosyologlar bunları “Tik-Tok gençleri” diye tanımlıyor. Bu insanlar hayatlarını kendi değerleri üzerinden şekillendiriyorlar. Mesela bir politikacının otobüsün üzerinde yaptığı bir “dans figürü” bir anda ilgilerini çekiyor ve o kişiye yönelik siyasi tercihe dönüşmeye kifayet ediyor. Bir ara sanatçı Nuri Alço, benzer kitlenin fenomeni olmuş, ismi duvarlara yazılarak mesnetsiz bir mitos oluşturmuştu. Geçmişte Cem Uzan’ın Genç Partisi de “popülist” bir söylemle kısa sürede yüzde 7’ler civarında oy potansiyeline ulaşmıştı.
İmparatorluk döneminin demokrasi mücadelesi az değildir. 1908’de başlayan 2. Meşrutiyet döneminde Meclis-i Mebusan’ın yapısı etnik, dinsel ve siyasi partiler itibarı ile çok çeşitliydi. Yine basın o dönemde çok sesliydi. Dolayısıyla Cumhuriyet’in ilk dönemlerine göre çok daha demokratik bir ortam vardı.
Cumhuriyet, biraz da zamanın ruhunun etkisiyle “otokratik ulusalcı” bir yapı olarak kurgulandı. Kuruluşun mayası Batı’ya karşı verilen mücadele sebebiyle antiemperyalistti. Beri yandan “laik tabanlı pozitivist” felsefe benimsediği için batı medeniyetine de ulaşılması hedefliyordu.
Şimdi artık 2’nci yüzyıldayız. Bu özel geçmiş kendine özgü bir “demokrasi çiçeği” filizlendirecek. Bunun ön koşulu “bekâ” kaygılarını aşırı ön plana çıkartmamak. Demokrasi barış ve huzur ortamında serpiliyor. Demokrasi talep etmek devlet yönünden de bir özgüven göstergesidir. Bu anlamıyla geçmişin yaralarına dair, gerekirse özeleştirisi yapılarak, çok sesli, çok renkli, çok kültürlü bir ülke için beyaz sayfa açmak gerekiyor. Toplum böylesi gelişmelere hazırdır.
Siyasi partilerimizin de bu paralelde tutum alması halinde demokrasi her yönüyle ete kemiğe bürünecektir.
Bu duruma Ak Parti’nin 20 yıl süren kesintisiz iktidarı yol açtı. Çok partili sürecin başladığı 1946 yılından beri hiçbir parti bu kadar uzun süre iş başında kalmamıştı. Adeta “demokratik emanet demokratik mülkiyete” dönüştü.
Haliyle tüm muhalif unsurlar katılaşmaya başlayan bu durumu değiştirmek için işbirliğine giriştiler. Ancak, anlaşılıyor ki bu denli siyasi renk arasında bir uyum temin etmek kolay değil. Dindarlardan sosyalistlere, Türkçü görüşten Kürt ağırlıklı partilere, geçmişin her daim çekişme içinde olmuş Merkez sağ ve sol seçmenlerine… çok geniş bir yelpazede nasıl olacak da muhalefet cephesinde toplulaşacaklar?
Hani Türkiye’de bir uzlaşma kültürünün olmadığı da bilinir. Neyse yaşayıp göreceğiz.
An itibari ile muhalefet gemisi yola çıkmış görünüyor. Önümüzdeki iki aylık sürede netameli diye ilişilmemiş pek çok konu ile mecburen yüzleşilecek. Bu noktada tarafların tahammül sınırları, hani hep söylenen “kırmızı çizgileri”ne ölçüde esneyecek, hep birlikte izleyeceğiz.
Diyelim bu kritik dönem sorunsuz aşıldı ve seçimler kazanıldı... Esas zorluk o noktada başlayacak. Ekonomiden depreme, onların ötesinde vaatler paralelinde yepyeni düzenlemelere kadar devasa beklenti ve sorunlar çok ciddi bir yönetim koordinasyonu gerektirecek. Seçimler kazanılırsa, herkesin bir ucundan tuttuğu, çorbada tuzu olduğunu iddia ettiği iktidar pastası yönetsel anlamıyla patırtısız nasıl paylaşılacak? Heyecanlı bir demokrasi süreci tüm Türkiye’yi bekliyor. Sadece yurttaşlar değil, tüm bir Ortadoğu, Avrupa hatta dünya merakla izliyor olacak.
Mevcut yapı stoğunun kısa dönemde depreme dayanıklı hale getirilmesi mümkün değildir. İşe “kolon denetimi”nden başlamak gerekir. “Kolon kesme” dayanıklı bir yapıyı sakatlayan, makul zihinlerin izah edemeyeceği bir olgudur.
Necip halkımızın bir kısmının yaşam alanlarını genişletme hevesinin vahim sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz.
Ticari amaçla kullanılan zemin katlarda bu bilinçsizlik daha yaygın. Binanın herhangi bir katında böylesi uygulama tüm binanın statik dengesini alt üst eder. Toplumsal gerçekliğimiz buysa kamu otoriteleri ülkedeki binaların tamamını tek tek denetlemelidir. Tabii ki öncesinde de her yapının “oturma raporu” aşamasına kadar tüm kuralların tavizsiz uygulanması gerekir.
KENTSEL DÖNÜŞÜMDE TEŞVİK
Diğer bir husus; kentsel dönüşümün hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi gereğidir. Uygulamayı süratlendirecek ana unsur teşvik mekanizmalarının oluşturulmasıdır. “Rant” her zaman mesafeli durulması icap eden bir kavram değildir. Rantın haksız ve fırsatçı bir yönü varsa bu şekline şüphesiz müsamaha gösterilmez. Ama “rant”, “kâr”, ya da “artı değer”... her neyse, imkânı olmayan konut sahibinin ihtiyacını gideren ve aynı zamanda müteahhittin ticari beklentisini karşılayan en rasyonel enstrümandır.
Mutabakatla oluşturulacak makul emsal artışları depreme dayanıklı yapının finansman kaynağıdır. Bu anlayışın yolunu açacak olanlar kamu otoriteleridir.
EMSAL ARTIŞ OLUŞTURULMALI
Mezopotamya ve Ortadoğu coğrafyasında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Yıkıma uğrayan muhteşem bir kültür mirası içlerimizi öylesine acıtıyor ki “yaşandı, önümüze bakalım” diyebilmek mümkün olamıyor.
HİÇBİR HESABA SIĞMAZ
Çeşitli kurumlar, uzmanlar bir takım zarar hesaplamaları yapıyorlar. Buldukları çok yüzeysel, felaketi takdir edemeyen düşük rakamlar. Mesele sadece yıkılan binaların, iş yerlerinin yenilenmesi, onlara dair iş ve zaman kayıpları değil. Yitip gidenler, fiziki ve psikolojik tahribata uğrayanlar hayatları boyunca yaşadıkları yerlere, ülkeye kim bilir ne değerler katacaktı. Bu kayıpların, bırakın insani yönünü, ekonomik karşılığı hangi hesaba sığar? Her biri bir kadim insanlık hazinesi olan yerleşim yerlerinin büyük ölçüde tahrip olan tarihsel dokusu, kimliği... nasıl geri getirilecek? İş, aş, ev olmayınca insanlar içleri kan ağlayarak, acıları ile birlikte ata topraklarını belki de dönmemek üzere terk ediyorlar.
ÜLKEMİZİN SORUMLULUĞU
Bir büyük göç dalgası, bir “demografik katastrof” tüm ülkeyi bekliyor. Ege Bölgesi de bu göçten payını alacaktır. Yüzbinlerce insan, aileleri ile birlikte iş, ev, okul ihtiyacı içinde olacak. Çok kapsamlı bir ulus dayanışması her bir fert itibari ile ülkemizin sorumluluğudur. Merkezi hükümetimizin Afad ve Kızılay üzerinden çok yüksek tutarlarda bağış organizasyonları gerçekleştirdi. Özellikle İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin doğrudan bağışçı ile depremzedeyi buluşturan kampanyasında 350 milyon TL’ye ulaşılması müthiş bir dayanışma göstergesiydi.
Acılar tabii ki dinmeyecek.
Ama yaşadıklarımız Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğini bir kere daha bilinçlerimize kazıdı.
Ülke haritası üzerinde kırmızı renkle gösterilen riskli bölgeler içinde Ege Bölgesi de yer alıyor.
Uzman açıklamalarından da anlaşılıyor ki deprem her an yine kapımızı çalabilir.
İzmir özelinde artık radikal tedbirler alınma zamanı.
Evvel emirde “İmar Barışı” gibi bir düzenlemeler sonsuza kadar gündemimizden çıkmalı. Bu kentte eski deprem yönetmeliğine göre yapılmış onbinlerce bina bulunuyor. Hemen gözümüzün önünde sahil bandında bulunan apartmanların ekonomik ömrünü tamamladığını anlamak için gözlemek bile yeterli. Bu binaların bir an önce güvenli bir hale getirilerek yenilenmesi gerekiyor. Ancak apartmanların bağımsız bölümlerinde yaşayanların önemli bir kısmının ekonomik durumu bahse konu yenilemeye müsait değil. Dolayısıyla “kent estetiğine, sulietine” dair kaygılar dahil, sair tüm gerekçeler ikinci plana alınarak çözümler oluşturmak gerekiyor. Örneğin 8 katlı apartmanda yenileme için 9 veya 10 kata müsaade edilecek bir imar düzenlemesi yapılarak, imkânları sınırlı kat maliklerine fazla bir yük oluşturmadan, müteahhitlerine imalatı karşılığında ek katlarla istihkak oluşturulabilir.
Yine, en fazla sözü edilen “deprem toplanma alanları”nın artırılması amacıyla “ada parsel” bazında düzenlemelerle yapılaşmaya imkân tanıyarak yeşil alanlar yaratılabilinir. Örneğin üç tane yan yana 8 katlı apartman için tek bir 30 katlı bina inşası ile, üç yerin binaya dönüştürülmeyen arsaları “yeşil alan” olarak planlanabilir.