Nedim Gürsel

Fas’ın ucundaki kent: Ucda

26 Kasım 2019
Gece yarısı indim Ucda’ya. Küçük ama modern havaalanı, kadın polisin pasaportumu kontrol ederken gülümseyişi, Türk olduğumu görünce “Merhaba” deyişi, sonra palmiyelerin altında lambalar boyunca dümdüz uzayıp giden yol ve uzakta, ay ışığıyla yıkanan dağlar. Otele vardığımda, uzun uzadıya hal hatır sorma, çay-lokum ikramı. İlk sabahımdaysa otelin penceresinden bakar bakmaz gün görmüş, kadim bir kentte olduğumu anladım.

İlk kez gelmiyorum bu ülkeye. Tanca’dan Fes’e, Kazablanka’dan Agadir’e, başkent Rabat’a, Fas’ın birçok kentini ve elbette Marakeş’i birkaç kez ziyaret ettim. Ama Cezayir sınırına yakın Ucda’ya bu ilk gelişim. Türkiye’nin eski Fas büyükelçisi, Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşım Akın Algan’ın cep telefonuma gönderdiği mesaja bakılırsa, Ucda adını, ‘sınırın ucunda’ anlamında, uzun süre Cezayir’de hüküm süren Osmanlı yönetimi vermiş kente. Bir başka rivayete göreyse kentin adı ‘vecd’ kelimesinden geliyor. Aslında birbirini tamamlayan rivayetler, çünkü sınıra yakınsanız vecde kapılmanız da kaçınılmaz oluyor bir bakıma.

Sabah, Atlas Orient otelindeki odamın perdesini çeker çekmez ‘Mağrip’ kentlerinin tarih boyunca değişmeyen gürültüsüyle karşılaştım. Bulutsuz, mavi göğe yükselen ince uzun palmiyelerin ardında tuğla rengi surlar, kemerli kapılar, burçlar ve mazgal delikleri. Dikdörtgen minareleriyle camiler ve dar sokaklarıyla medina, yani şehir. İncik boncuktan giyecek ve yiyeceğe, çanak çömlekten elektronik eşyaya, gerekli gereksiz her şeyin ve bir hayli ıvır zıvırın satıldığı izbe çarşılar. Kapıların ardına gizlenmiş, ilk bakışta kendini ele vermeyen bahçeler. Ve çıkışta geniş hasır şapkaları, çatlayan nar gibi kıpkırmızı giysileriyle sakalar. Su satar gibi yapıyorlar ama dileniyorlar aslında. Çünkü artık herkesin yanında taşıyabildiği, iyi kötü bir plastik su şişesi var. Kentin kenar semtlerinden geçen ırmak çoktan kurumuş, oysa sonbahardayız. Ve Ucda’ya kışın kar yağıyor ama sonbaharda yağmur yağmıyor.




Yazının Devamını Oku

Da Vinci’nin sırlarının peşinde

21 Ekim 2019
Yalnızca Rönesans’ın değil, belki de tüm zamanların dâhi sanatçısı Leonardo da Vinci’nin 500’üncü ölüm yıldönümü nedeniyle, ressamın son üç yılını geçirdiği D’Amboise’a gittim. Kaldığı evi, atölyesini ve mezarını ziyaret ettik. Yolculuk boyunca yalnızca Loire’ın ışığından, arduvaz çatılı eski evlerden, ırmağa çıkan dar sokaklardan ve yörenin şaraplarından çok etkilendim.

Leonardo da Vinci’nin öldüğü yaşta olduğum için çıkmadım bu yolculuğa. Paris’te yaşayan ressam dostum Onay Akbaş’ın girişimiyle gerçekleşen Arete Project’in bir araya getirdiği ressam, yazar, gazeteci ve müzisyenlerin arasındaydım. Loire Nehri boyunca Fransa’nın birbirinden alımlı en güzel şatoları suda suretlerini seyrederlerken biz D’Amboise Şatosu’nun yanı başındaki bir başka mekânı, Leonardo Usta’nın çok güzel bir bahçe içindeki iki katlı malikânesini ziyaret ediyor, onun dünyasını, hayatının son yıllarını hayalimizde canlandırmaya çalışıyorduk. Şatoya yeraltından bir tünelle bağlanan Château du Clos Lucé malikânesi Leonardo’nun son durağı olmuştu. Onu Fransa’ya davet eden Kral I. François bu tünelden geçip sanatçının evine uğruyor, uzun süre yanında kalıyor, yalnızca resim sanatını değil, Leonardo’nun icadı savaş makinelerinin düşmanı nasıl yenilgiye uğratabileceğini de tartışıyorlardı. Bir sanatçının aynı zamanda mühendis de olması, insanları öldüren, ölüm saçan savaş makineleri üzerine kafa yorması doğrusu şaşırtıyor beni, hatta üzüyor. Leonardo’nun defterlerindeki krokilerden, geleceğin helikopteriyle asma köprüler ve anatomi çalışmaları da dahil o eşsiz tablolarındaki kadın figürleri kadar etkilenmediğimi itiraf etmeliyim.

Leonardo, çağdaşı sanatçılar gibi ressam ya da yontucu değildi yalnızca, öngörülü bir mühendis, mimar, kent planlamacısı, botanist ve düşünür, hatta müzisyendi. Onun doğa, insan ve resim sanatı üzerine yazdıkları, çizimleri, anatomi çalışmaları ve icat ettiği makinelerin desenleri günümüze dek ulaşan defterlerinde gizemlerini koruyor hâlâ. Çoğumuzu şaşırtan bu çizimlerin bazılarını, makete dönüşmüş biçimleriyle atölyesinde ya da malikânesinin güzelim bahçesinde görmek mümkün.

Leonardo, Fransa Kralı I. François’nın daveti üzerine çırakları Melzi ve Salai’yle gelip yerleştiği D’Amboise’da bir atölye kurdu ama resim yapmadı. Sağ eli tutmuyordu çünkü, yaşlı ve yorgundu. Kralın eğlencesi için balolar düzenledi, kostümler hazırladı, şato ve parkın yeniden düzenlenmesi amacıyla planlar çizdi, su değirmenleriyle kanallardan oluşan bir mekân tasarladı. Efsaneye bakılırsa, onu babasıymış gibi sevip sayan, ayda tam bin altın maaş ödeyerek koruyup kollayan I. François’nın kollarında ölene dek hiç boş durmadı. Bütün bunların yanı sıra sanat tarihi açısından bir başka özelliği daha var D’Amboise’ın: Son üç yılı hariç hayatının tümünü İtalya’da geçiren, Floransa ve Milano arasında mekik dokuyan ressam, Fransa’ya gelirken yanında birkaç tablosunu da getirdi: ‘Vaftizci Yahya’, ‘Meryem’, ‘Azize Anna ve Çocuk İsa’... Bir de üzerinde hâlâ tartışılan, yalnızca Leonardo’nun değil, neredeyse tüm sanat tarihinin başyapıtı kabul edilen ve günümüzde bir efsaneye dönüşen ‘La Joconde’. Bir başka deyişle, Mona Lisa’nın ünlü portresi.

Bir türlü ayrılamadığı kadın
Bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen, önünde gece gündüz kuyruklar oluşan, üzerine yüzlerce kitap yazılan bu portreyi ressama Francesco del Giocondo adlı bir tüccarın, eşine sunmak için 1503 yılında ısmarladığını, ne var ki Leonardo’nun çeşitli bahaneler ileri sürerek tabloyu bir türlü teslim etmediğini, öte yandan tam olarak da bitirmediğini biliyoruz. Dağ ve göllerden oluşan hayali bir manzaranın önünde durmuş, dalgın bakışları ve alaycı gülümseyişiyle seyirciyi büyüleyen, giderek kendi gizemine çeken bu genç kadın, Leonardo’nun varoluş nedeniydi bir bakıma. Bu nedenle ondan bir türlü ayrılamıyor, Mona Lisa’yı Alpler’i katır sırtında aşarken bile yanında taşıyordu.

Yazının Devamını Oku

Çocuk Mozart’ın konser verdiği kent Brno

24 Eylül 2019
Brno, yeni adıyla Çekya eski adıyla Çekoslavakya’nın ikinci büyük kenti ama buraya pek uğrayan yok. Dolayısıyla müzelerin önünde kuyruklar, sokaklarda başıboş dolaşan turistler, toplu taşıma araçlarında izdiham da yok. Brno, başkent Prag’ın gölgesinde kalmış izlenimi veriyor; oysa tarihsel yapıları, mimari dokusu, müze ve heykelleriyle görülmeye değer bir kent.

Brno’ya, Çekya televizyonu tarafından Avrupa’nın en eski manastırlarından birinde gerçekleşmesi planlanan, hakkımdaki bir belgeselin çekimi için Viyana’dan geldim. Gelir gelmez de Çekçe çevirmenim, Çekya’nın eski Türkiye büyükelçisi, Türkolog Thomas Lane’yle buluştum. Manastırın kitaplığında, binlerce cilt eski kitabın ve dünya haritalarının arasında Çek okurlarına yazarlık serüvenimi anlattık. Sonrasında, tavuskuşlarıyla rahiplerin kol gezdiği kuytu avluda dinlenmeye fırsat bulamadan, kendimi Brno’nun büyüsüne bıraktım.
Bu sıfat, yani ‘büyü’ Çekya’nın ikinci büyük kentini çok iyi tanımlıyor.




Hele Mozart’ın ‘Büyülü Flüt’ operasını ve ‘Papageno’ aryasını anımsarsanız. Don Giovanni’nin Prag’daki başarısından çok daha önce, henüz 11 yaşındayken, babası refakatinde ve kız kardeşiyle buraya gelmiş Mozart. Ve Reduta Tiyatro’sunda herkesi şaşırtan, nefes kesici bir konser vermiş (1767). Bu unutulmaz konserin anısını günümüzde, tiyatronun önündeki heykel sürdürüyor. Beyaz sütunun üzerinde simsiyah ve çıplak gövdesiyle bir çocuk var. Kanatlanmış, uçmak üzere. Çocuk Mozart’ın neden böyle anadan doğma tasvir edildiği de ayrı bir tartışma konusu. İçerde, besteciyi o yaşta, üzerine dar gelen mavi giysilerle tasvir eden bir tablo da var çünkü. Bu tablo hiç kuşku yok gerçeği yansıtıyor, heykelse yontucunun hayal dünyasını. Mozart o tabloda al yanaklı, peruklu, tombulca bir çocuk, bu heykeldeki gibi kanatlı bir küçük melek değil.

Yazının Devamını Oku

İnanç ve ibadet özgürlüğü müzesinde

19 Ağustos 2019
Fransa’nın Cevennes bölgesindeki en önemli ‘bellek mekânlarından’ biri olan bu müzenin adı ‘Çöl Müzesi’ ama bildiğiniz çölle uzaktan yakından ilgisi yok. Ülkenin güneyinde, Akdeniz kıyısından içeriye doğru uzayıp giden, bodur meşelerle kaplı tepelerle zeytinliklerden oluşan, yazın kuruyup kışın coşan ırmakların suladığı Cevennes bölgesinin küçük bir köyünde (Mialet) ziyaretçilerini bekliyor. Yolunuz Cote d’Azur’a düşer, Nice ya da Cannes’ın kalabalık plajlarından uzakta ilginç bir yer keşfetmek isterseniz, Cevennes’e dek uzanmanızı öneririm.

Çocukluğumda defalarca okuduğum ‘Define Adası’nın yazarı Stevenson’un 19. yüzyılın sonlarında eşek sırtında kat ettiği yolu, dostum ve yayıncım Denis Guillaume’un aracıyla geçmenin heyecanı içindeyim. Günebakan tarlalarıyla sarp kayalıkların, dar boğazların arasından geçiyoruz. Uzakta mavi, mor, günbatımında kızıl dağlar, yanı başımızda kurumuş dere yataklarıyla kocaman taşlar, kendini ilk bakışta göstermeyen mağaralar var. Ama şimdilik, yol boyunca bize eşlik eden ‘Gard Irmağı’ boyunca Ales’e doğru ilerliyor, kemerli taş köprülerden geçiyoruz. Bu köprülerde nice Protestanın idam edildiğini, cesetlerinin ırmağa atıldığını biliyorum. Çiftlik evleri, surlarla çevrili kalelerle kulelerin, yamaçlara serpilmiş küçük kiliselerin arasından boy gösteriyor. Çoğunun kepenkleri kapalı, bazıları terk edilmiş, harap durumda. Camisard ayaklanmasının izlerini taşıyor gibiler. Bir zamanlar, şiddete başvurarak da olsa, inanç ve ibadet özgürlüğü uğruna merkezi siyasal otoriteye başkaldırmıştı yöre halkı. Bu başkaldırının reform hareketiyle yakın ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.




16 ve 17. yüzyıllarda Avrupa’yı sarsan din savaşları, Katolik kiliseye başkaldıran reform hareketiyle birlikte Fransa’yı da etkilemekte gecikmedi. Katoliklerle, dinde reformu savunan Protestanlar arasındaki kanlı çatışmaya son vermek amacıyla Kral IV. Henri’nin yayımladığı ve ibadet özgürlüğünü güvence altına alan ‘Nantes Fermanı’ sayesinde (1598) ortalık biraz yatışır gibi olduysa da, ‘Güneş Kral’ lakabıyla anılan XIV. Louis’nin bu fermanı yok hükmünde saymasıyla (1685) Cevennes bölgesinde yaşayan Protestanlar merkezi yönetime başkaldırdılar. Ve Tevrat’ta anlatılan Musa kavminin ‘Sina Çölü’nü geçmesine atıfla Katolik kilisenin baskı ve dayatmalarının yol açtığı, 1789 Fransız Devrimi’ne dek süren döneme ‘Çöl Süreci’ adını verdiler. Çöl Müzesi’nde işte bu acılı sürecin mirasını oluşturan belge ve eşyalar sergileniyor.

Yazının Devamını Oku

‘Güzel Ada’ Korsika

23 Temmuz 2019
Bu kez Korsika’nın Alta Rocca’sında (Yücedağ), testereyi andıran dağlardan yamaçlara yuvarlanmış, tektonik sarsıntılardan bu yana heybetlerinden hiçbir şey kaybetmemiş taşlarla başbaşayım. İri taşlar çam ormanlarıyla halleşip kaynaşmış, akarsu yataklarını bile doldurmuş, köprü başlarını tutmuşlar. Bu küçük köprülerin altından akan derelerin suyu buz gibi ama hava sıcak. İğne kadar sivri oldukları için ‘Bavella’nın İğneleri’ adıyla anılan boz dağlar, uzakta arz-ı endam etmekte. Ve çan kuleleri mavi göğe yükselen kiliselerin çevresine kümelenmiş taş evler size Fransa’nın herhangi bir bölgesinde değil, kendine özgü mimari özellikleriyle bir başka ülkede olduğunuzu anımsatmakta...

‘Güzel Ada’ olarak anılan Korsika’ya daha önce de yolum düşmüştü. Her yıl Bastia’da gerçekleşen Akdeniz Film Festivali’nde jüri üyeliği yapmıştım. Erden Kral’ın Hakkâri’de Bir Mevsim’ine vermiştik büyük ödülü. Benim içinse asıl büyük ödül bu güzel coğrafyayı keşfetmek olmuştu. Bu kez Korsika’nın Alta Rocca’sında (Yücedağ), testereyi andıran dağlardan yamaçlara yuvarlanmış, tektonik sarsıntılardan bu yana heybetlerinden hiçbir şey kaybetmemiş taşlarla başbaşayım. Taş demek de yanlış belki, çünkü her biri en az bir ev büyuklüğündeki devasa kayalar sözkonusu. Granit tüm manzaraya egemen. İri taşlar çam ormanlarıyla halleşip kaynaşmış, akarsu yataklarını bile doldurmuş, sanki geçenden baç almak için köprü başlarını tutmuşlar.

Bu küçük köprülerin altından akan derelerin suyu buz gibi ama hava sıcak. İğne kadar sivri oldukları için ‘Bavella’nın İğneleri’ adıyla anılan boz dağlar, uzakta arz-ı endam etmekte. Ve çan kuleleri mavi göğe yükselen kiliselerin çevresine kümelenmiş, kahverengi, beyaz, yeşil, pas rengi panjurları kapalı taş evler size Fransa’nın herhangi bir bölgesinde değil, kendine özgü mimari özellikleriyle bir başka ülkede olduğunuzu anımsatmakta. Zaten trafik işaretleri de, kent ve köy adlarıyla birlikte her iki dilde, yani hem Fransızca hem Korsikaca yazılmış.



Adanın bağımsızlık mücadelesi gündemde değil artık, çünkü Korsika Kurtuluş Cephesi adlı örgüt bu mücadeleyi siyasi zemine taşımış durumda. Ve Korsika bağımsız olmasa da yerel meclisi olan, özel statüye sahip bir bölge. Zaten dışarıya göç nedeniyle giderek azalan nüfusunun ancak yüzde yirmibeşi Korsika kökenlilerden oluşuyor.

Yazının Devamını Oku

Bu kent sizi görür görmez bağrına basacak

18 Haziran 2019
İçinden ırmak geçen bütün İsviçre kentleri gibi Soleure de güzel, hatta çok güzel bir kent. Tarihi çok eskiye, antik çağa, hatta daha da eskilere, buzul çağına dek gidiyor. ‘Sefaret Kenti’ olarak da bilinen Soleure benim için ise edebiyatın başkenti.

Bern’den beri peşimi bırakmayan Aar nehrinin akışı burada da çok hızlı, su temiz ve yeşil-mavi. Sol yakadan bakıldığında katedralin çan kulesinin ve kırmızı çatıların ardından Jura Dağları görünüyor. Alpler’e oranla aşınmış, dünyadan nasibini fazlasıyla almış, alçalıp küçülmüş yaşlı dağlar. Soleure de bir bakıma öyle sayılır. 1530-1792 yılları arasında Fransa büyükelçiliğine ev sahipliği yaptığı için ‘Sefaret Kenti’ olarak da anılan şehir barok mimari dokusu ilk bakışta büyülüyor insanı. Aar’ın sol yakasındaki eski mahallelerin dar sokaklarında dolaşırken aynı zamanda yeşil, kırmızı, mavi panjurlu yapıların çevrelediği küçük alanlarda, her biri eski bir efsane, değişik bir hikâye anlatan anıtsal çeşmelerin arasında da dolaşıyorsunuz ve nereye yönelseniz mutlaka bir küçük heykel, bir sivri kule ya da surlar çıkıyor karşınıza. Kent ilk karşılaşmada bağrına basıyor sizi, eskinin olağanüstü günlerine, Napolyon ve tüm zamanların en cüretkar çapkını Casanova da dahil aydınlanma çağında yolu Soleure’e düşmüş tarihsel şahsiyetlerin dünyasına götürüyor.




Katedralin beyaz mermerden yapılmış yoğun ve ezici duvarlarıyla çıkmak zorunda kaldığınız merdivenleri caydırıcı bir konumda belki, ama içeriye girdiğinizde mekânın ferahlığı, küçük kubbeden süzülen ışık ve parıldayan borularıyla org yorgunluğunuzu üzerinizden alıyor. Eski gotik yapının yerine 18. yüzyılda İtalyan mimarlar Gaetano ve Antonio Pisoni tarafından inşa edilen katedral neo-klâsik üslûpta, bu nedenle de kentin barok mimarisine aykırı duruyor biraz, ama mermerlerinin beyazı, Jura dağlarına doğru savrulan akça pakça bulutlar gibi, göz alıyor. Buna karşılık Cizvit kilisesi, şapellerindeki tabloların bolluğu, süslü sütunları ve her hafta düzenlenen konserleriyle daha cana yakın bir mekân. Girişinde de, katedralde olduğu gibi, kat kat çıkmanız gereken merdivenler yok. Ama annesinin kollarında ölen İsa tasvirleri her yerde var.

Yazının Devamını Oku

Güzelliği ruhunda saklı

20 Mayıs 2019
Bern İsviçre’nin başkenti... Dolayısıyla hükümet ve federal parlamento binası burada! Küf yeşili kubbeleri, heykelleri, ezici taş duvarları ve ardındaki küçük parkın halka açık masa ve sandalyeleriyle kenti çepeçevre saran, mavi-yeşil ve tertemiz Aare Irmağı’na tepeden bakıyor. Bu bakışta bir küçümseme, bir çeşit üstünlük taslama yok. Kimsede yok... Ne şehirden insana ne de insandan insana.

Kanton sistemiyle yönetilen İsviçre, katılımcı demokrasinin gerçek anlamda uygulandığı tek Avrupa ülkesi. Burada çok sık halkoylamasına başvuruluyor, alınan siyasi kararlar doğrudan ve anında uygulanıyor. Bunda ülkenin küçük ve nüfusunun az olmasının yanı sıra (8.5 milyon, yani İstanbul’un yarısı kadar), iki kez yenilense de 1848’den bu yana yürürlükte olan anayasanın da payı olduğunu sanıyorum. Ülkenin tek eksiği, hatta ayıbı kadınlara oy hakkının ancak 1971’de verilmiş olması.

Genel kurul toplantı salonu duvarlarındaki bir freskte, delikanlılarla saçı sakalı birbirine karışmış dağ köylülerinin açık havada siyaset tartıştıklarına tanık olurken aralarında tek bir kadın bile bulunmayışı dikkat çekiyor. Bir başka freskteyse dağ ve göl manzarasına bulutların üzerinden bakıyoruz. Dört ayrı dil konuşan (Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanşça) bir toplumun kaynaşıp siyasi birliğini sağlaması, tahmin edeceğiniz gibi pek kolay olmamış. Katılımcı demokrasi sayesinde ve hükümeti de kapsayan federal parlamento bünyesinde aşılmış güçlükler.

Bu ülkede siyasetçiler, sıradan vatandaş nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor. Gösteriş, şatafat yok. Kibir de yok. Kavga dövüş, hakaret, tehdit, yalan dolan hiç yok. Yöneticiler arasında bisiklete binenler olduğu gibi işine tramvayla gidenler de var. Toplu taşıma araçları öylesine rahat ve kullanışlı ki! Otobüs, troleybüs ve tramvaylar vızır vızır işliyor, zamanında kalkıp zamanında varıyor. Trafik de hiç tıkanmıyor, siyasetin tıkanmadığı gibi.


Yazının Devamını Oku

Bern’in küllerinden doğan çeşmeleri

1 Nisan 2019
Bern’in çeşmeleri kentin kuruluşuyla neredeyse yaşıt! Halkın su gereksinimini karşılamak amacıyla yapılan ilk ahşap çeşmeyle ilgili belge 1269 tarihli. Bu ilk çeşmenin neye benzediğini bilmiyoruz ama o tarihten bu yana Bern çeşmelerinin kentin ayrılmaz bir parçasına dönüştüklerini, eski yapılar ve anıtlarla birlikte önce ahşap sonra taş mimarinin özgün örneklerini oluşturduklarını biliyoruz. Daha da önemlisi her çeşmenin farklı bir hikâyesi oluşu. Anlattıkları, görüntülerinden çok daha ilginç, şaşırtıcı ve kafa karıştırıcı.

Roma gibi Bern de ‘anıt-çeşmeler’ kenti bir bakıma ancak ne var ki İsviçre başkentinin çeşmeleri estetik açıdan Roma’dakilerden çok farklı. Çok daha güzel demeyeceğim ama kentin mimari dokusuyla bütünleştikleri, yalnızca alanları, parkları, köprübaşlarını ya da kuytu avluları değil, trafiğin hayli yoğun olduğu ana caddeleri süsledikleri, deyim yerindeyse ‘su götürmez’. Bu durum tramvayların güzergâhında büyük bir engel oluşturarak önemli bir soruna da yol açıyor. Kuşkusuz bu nedenle birçoğu yerinden olmuş tarih boyunca ve taşınıp durmuşlar. Hatta sanatseverlerin direnmesine karşın yıkıldıkları da olmuş ama her seferinde, küllerinden doğmayı da bilmişler.




Bern çeşmeleri arasında en şaşırtıcı olanı, kentin kurucusu Zâhringen Dük’ü V.Berthold’u allı pullu, kırmızı bir sütun üzerinde tasvir ediyor. Sağ eli ucunda ayı armalı bayrağın dalgalandığı mızrağında, sol eli kalkanında, kılıç kuşanıp zırh giyinmiş bir ayı söz konusu bu heykelde. Ayaklarının dibindeyse, üzüm yiyen bir yavru ayı var. Havuzun dibinden bakıldığında sütunun üzerindeki Ayı-Dük-Berthold ile Bern’in ünlü saat kulesi aynı boyda görünüyor. Her ikisi de zaman aşımına uğramadan günümüze dek gelmiş, gelip de kentin orta yerine dikilmişler gibi.

Yazının Devamını Oku