Nedim Gürsel

Manş Denizi kıyısında bir balıkçı köyü: Barfleur

16 Ekim 2017
Bir zamanlar savaş gemilerinden başka hiçbir teknenin uğramadığı limanda bugün, birkaç yelkenlinin dışında yalnızca balıkçı motorları var. Okyanus çekildiğinde ortaya çıkan granit taşlarından yapılmış evleri, arduvaz çatıları, lokantaları ve surlarla çevrili kilisesiyle Barfleur çok güzel ama o ölçüde de turistik bir balıkçı köyü.

Cotentin Yarımadası, Nâzım Hikmet’in Anadolu için söylediği gibi, Manş denizine ‘bir kısrak başı gibi’ uzanmasa da, Fransa’nın kuzey batısında, Brötanya ile Normandiya arasında bir köprü oluşturuyor. Vikinglerin IX. yüzyıldan itibaren buraya yerleşmelerinden, kıyı boyunca köyler kurmalarından itibaren bu bölgenin, özellikle de Barfleur’ün Fransa tarihinde önemli bir yeri olmuş.
Aynı zamanda İngiltere’nin de bir bölümüne hükmeden Normandiya dükleri ya da Normandiya’nın da bir bölümüne hükmeden İngiltere kralları bu git-gellerini Barfleur Limanı’ndan yapmışlar uzun süre.



Çocukluğumda serüvenlerini heyecanla okuduğum Arslan Yürekli Richard ya da malı mülkü olmadığı için ‘Topraksız’ lâkabıyla anılan Jean, maiyetleri ve ordularıyla buradan karaya çıkıp fethetmişler Fransa’yı. XV. yüzyılda İngilizlerle Fransızlar arasında sürüp giden, bir türlü bitmediği için de ‘Yüzyıl Savaşları’ diye anılan çatışmaların da Barfleur’den başladığını söyleyebiliriz.

Selam sana koca okyanusBir zamanlar savaş gemilerinden başka hiçbir teknenin uğramadığı limanda bugün, birkaç yelkenlinin dışında yalnızca balıkçı motorları var. Okyanus çekildiğinde ortaya çıkan granit taşlarından yapılmış evleri, arduvaz çatıları, lokantaları ve surlarla çevrili kilisesiyle Barfleur çok güzel ama o ölçüde de turistik bir balıkçı köyü. Okyanusla öylesine içli dışlı bir konumdaki, kıyıda yürürken dalgalarla kucaklaşıyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Gökyüzünde, günün saatlerine göre beyaz, pembe, mavi bulutlar salınıyor.


Yazının Devamını Oku

İskenderiye’ye dönüş

14 Ağustos 2017
Yeniden İskenderiye’deyim, gürültünün orta yerinde. Eskisinden daha yoğun bir keşmekeş var; korna sesleri, bağrışmalar, kilitlenen trafik ve pazar yerleriyle nargile kahvelerini dolduran öfkeli, gergin erkek kalabalığı. Kendimce yazdım bu kenti, hem bugünü hem geçmişiyle İskenderiye’yi anlatmaya çabaladım ama gerçekten nüfuz edebildim mi ruhuna? Hadi başlayalım...

Kıyı boyunca yürüdüm bu sabah; yoğun, taş yapıların önünden, kapalı kepenklerle küçük balkonların altından geçtim. Deniz, dalgalı ve yorgun, bir zamanlar dünyanın yedi harikasından biri sayılan fenerin aydınlattığı hep aynı denizdi ama kentin eski atmosferinden tek bir iz bile kalmamıştı..İskenderiye söz konusu olunca, nedense hep ölü yazarlara, varoluşun bedelini yalnızlıklarıyla ödemiş şairlere gidiyor aklım. Kentin bağrında hep onların izlerini sürmeyi seviyorum. Aslında deniz kıyısında, çarşılarda, kalabalık sokaklarda değil onların yapıtlarının içinde dolaşıyor, hayatlarına giriyorum. Artık geçmişte kalan, bir hayale dönüşen hayatlarına…

Bu kente ilk gelişimde kaldığım Hotel Windsor ve ikinci gelişimde kaldığım, bana Lawrence Durrell’ın evreninin kapılarını açan Hotel Cecil’den sonra, bu kez Hotel Metropole’de kalıyorum. Yüksek tavanlı oda; kalın, kırmızı, ağır perdeler, aynalar. Açık pencereden içeriye dolan gürültü. Tramvay’ın her zamanki gıcırtısını bastıran korna sesleri…



Hotel Metropol’ün sepya bir fotoğrafını gördüm aşağıda, önünde faytonlar bekliyordu. O zamanlar korna değil nal sesleri doluyordu açık pencereden içeriye, başka bir dünyada başka insanlar vardı. Kadınlar deniz kıyısındaki otellerin salonlarında alımlı, şen ve şakraktılar. Oysa şimdi başı açık bir tek kadın yok sokakta, otellerin salonlarında da tek tük turistlerin dışında zaten kadın yok. Halk gün boyu denize bakıyor ama giren yok. Engine karşı bir kadeh beyaz şarap içense hiç yok; en şık lokantalarda bile alkollü içki satışı yasak çünkü.



Yazının Devamını Oku

Nev-i şahsına münhasır bir varoş ‘Wannsee’

16 Temmuz 2017
Zarif mimari dokunun desteklediği cennet gibi bir doğa manzarası karşısındayım. Keyfimi daha da arttırmak için bol köpüklü bir Alman birası söylüyorum kendime. Tam o sırada karşı kıyıda eskiden Doğu Almanya sınırı olan yeri görüyorum. Ve birden bu cennetin 75 yıl önce altı milyon Yahudi’nin cehennemini yaratan kararın alındığı yer olduğu aklıma geliyor. Berlin tüm güzelliğine rağmen içinde barındırdığı dehşeti belleklerden tamamen silemiyor.

Avrupa metropollerinde yoksul halkın ve işçi sınıfının yaşadığı toplu konutlar varoşlarda üst üste yığılır, caddeler uçsuz bucaksız, sokaklar tenhadır. Berlin’in bu kurallara uyduğu pek söylenemez. Kentin varoşları, Wansee başta olmak üzere, zenginlerin yaşadığı, bahçe içindeki köşklerinde davetler verip sefa sürdükleri mekânlardır.



Koyu ve yoğun yeşilin egemenliğinde bir semt Wansee, gardan çıkar çıkmaz kendinizi yaşlı çınarların, dev atkestanelerinin, göl kıyısında suya uzanan, şairin deyimiyle “Saçlarını suda yıkayan” salkım söğütlerin arasında buluyorsunuz. Ve elbette bira bahçelerinin… Almanca söylemek gerekirse, her sınıftan insanın rağbet ettiği Biergarten’lerin. Wansee’nin en ünlü bira bahçesi ‘Loretta’nın Yeri’. Burada birbirinden güzel, renkli ve çeşitli, uzun ya da geniş bardaklarda köpüren biralardan tadabilir, kalorisine aldırmadan lezzetli sosislerle kızarmış patatesleri, bir kereye mahsus olmak üzere, mideye indirebilirsiniz. Wansee Yazarlar Evi’nde kaldığım yıllarda, sıcak yaz günlerinde ‘Loretta’nın Yeri’ sığınağımdı.

Yazının Devamını Oku

İki dünya arasındaki ‘Krallar Vadisi’

3 Temmuz 2017
Sabah çok erken, gün doğumuyla birlikte koyuldum yola. Güneş fazla yakmaya başlamadan ‘Krallar Vadisi’ olarak bilinen, firavun mezarlarıyla dolu bölgeye ulaşmalıydım. Günü birliğine kiraladığım külüstür taksi, delikanlı şoförün yönetiminde, beklenmedik bir hızla Nil’in sağ kıyısı boyunca, ırmağın akışına ters yönde ilerliyordu. İlerlerken de boş yolda, hiçbir neden yokken, düğün alayındaymışız gibi korna çalıp duruyordu. Belki düğün alayında değildik ama kabir ziyaretine çıktığımız, bunca yolu görkemli piramitlerin aksine firavunların gizli kalmış izlerini sürmek amacıyla teptiğimiz kesindi.

Önce ırmak vardı. Yatağında yavaşça akan, aktıkça derinleşen, güneyden kuzeye bu kıraç, ıssız toprakları sulayan, suladıkça tüm canlı varlıklara hayat veren uzun mu uzun, kaynağı bilinmeyen bir ırmak. Döne büküle çölün ortasından akarken Akdeniz’e dökülmeden önce deltasında yayılıp genişleyen, kollara ayrılan Nil ırmağı. Haritada uzun sapı ve güneşte yaprak yaprak açan deltasıyla bir çiçeğe benzeyen Nil, güneyden sürüp getirdiği kara toprağı yılın belli aylarında, bıkıp usanmadan, neredeyse gün be gün kıyılarına doğru yaymasaydı, şelalelerden dökülen sular çevreye taşmasaydı, eski Mısır uygarlığı da olmazdı kuşkusuz.




Sabah çok erken, gün doğumuyla birlikte koyuldum yola. Güneye doğru ilerledikçe eski başkent Tebai’nin, bugünkü adıyla Luksor’un derme çatma yapılarıyla lüks otelleri, paytonlarıyla fellahları yerini palmiyelerle okaliptüslerin gölgelediği asfalt yola bıraktı. Yemyeşil tarlaların, buğday ve şeker kamışı ekilen verimli toprakların içinden geçtik. Nil sağımızda, durgun bir göl gibiydi. Timsahlarla su aygırları yoktu görünürde. Az sonra mezarların duvar resimlerinde göreceğimiz kobralarla maymunlar da. ‘Feluk’ adıyla bilinen, tek yelkenli küçük tekneler, turist gemileriyle yarış halindeydi. Güneş yavaşça yükseldi gökyüzünde, çevreyi ışığa boğdu, eski Mısır’ın yüce tanrısı Amon suretinde görünmeden önce. Her şey onda başlayıp onda bitiyordu. Mitolojide anlatıldığı gibi tanrının güneşi günbatımında yutup ertesi sabah yeniden doğurduğunu hayal ettim.

Yazının Devamını Oku

Piramidin en altında ezilenler, üstünde tanrı kral

19 Haziran 2017
Mısır deyince çoğunuz gibi benim de aklıma piramitler gelir. Nil kıyıları boyunca Sudan’dan İskenderiye’ye uzanan topraklara yaklaşık üç bin yıl boyunca hükmetmiş firavunların anıt mezarlarını gökyüzüne kat kat yükselen tonlarca ağırlıktaki taşları, karanlık, dar koridorlarıyla gizemli odaları, bu odalarda keşfedilen duvar resimleri ve paha biçilmez hazineleriyle hayal ederim. dünyanın en büyük heykeli olarak bilinen, insan başlı aslan gövdeli Sfenks’in koruduğu piramitlerin önünde fotoğraf çektirmekle kalmadım, onların fotoğraflarını da, bir mimarlık mucizesiyle karşılaşmanın heyecanıyla, çekmeyi denedim. İşte size Mısır gezi rehberi..

Giza, Kahire’nin merkezine çok yakın bir tepenin yamacında. Her gün çöle doğru genişleyip büyüyen kentin güney doğu varoşlarında, Nil’in sol kıyısında, ağaçsız, bitkisiz, taşlık bir alan. Taksiyle yarım saatte ulaşmak mümkün. Orada Sfenks karşılıyor sizi. Piramitleri ziyaret etmenize izin vermeden önce sorguya çekiyor. Yirmi metre yüksekten bakıyor tek gözüyle. Ötekini, eski zamanlarda bağnaz bir Arap emiri topa tutmuş. Sfenks, devasa başı ve tam yetmiş üç metre uzunluğundaki gövdesiyle Keops’un piramidinin önünde duruyor ama eski kaynaklar onun ikinci piramidi yaptıran Kefren’i tasvir ettiğini belirtiyorlar. Sfenks, tam otuz hanedanın saltanat sürdüğü eski Mısır’dan geliyor.




Giza piramitlerini yaptıran Keops, Kefren ve Mikerinos dördüncü hanedana mensuptular. Sfenks, onların piramitlerinin bekçisiydi. Firavunları ebedi uykularında rahatsız etmeye gelen kötü ruhları, daha sonradan bölgeyi istilâ edecek Arapların ‘cin’ diye adlandırdıkları yaratıkları kovmakla görevliydi. Öte yandan hükümdarı simgeleyen ve bu nedenle ‘canlı suret’ anlamına gelen başıyla düzeni de sağlıyordu.

Yazının Devamını Oku

Ağaçla insanın birbirine karıştığı ‘Yeşil Sofya’

29 Mayıs 2017
Nâzım Hikmet, “Yüreği memleket hasretiyle delik deşik”, ama Türklerin göçünü önlemek amacıyla rejime destek vermek için geldiği Bulgaristan’da Sofya’dan söz ederken bu kentte “Ağaçla insanın birbirine karıştığını” söyler. Şu dizeler de onun: “Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel / hele kavak / neredeyse odaya girip / kırmızı kilime oturacak”. Gerçekten de insani boyutlarda, yemyeşil bir kent Sofya. Vitoşa dağının ( 2290 metre) eteklerinde ormanlık, düz bir araziye, tarihin çok eski devirlerinde Trakyalı kavimler tarafından kurulmuş. Kurulur kurulmaz da yeşille haşır neşir olmuş.

İlk kez 1992 Ağustos’unda, Makedonya’dan bir ödül almak için gelmiştim Bulgaristan’ın başkentine. Yugoslavya parçalanmış, her an patlak vermesi beklenen bir savaşın eşiğindeki bölgede gerilim artmıştı. Belgrad yolu kapalıydı, Selânik’ten de Üsküp’e gitmek olanaksızdı. Sofya’da, beni Makedonya’ya götürecek aracı beklemek zorunda kalmış, bu fırsattan istifade kentin müzelerini, komünist dönemden miras devasa anıtlarıyla ezici, taş yapılarını görmüştüm. Bu kez parklarında dolaştım yalnızca. Nâzım Hikmet’in şiirinde geçen, eski adıyla ‘Boris’ yeni adıyla ‘Hürriyet’ parkına da düştü yolum, Bulgarcaya çevrilen ‘Boğazkesen’ romanımın tanıtımının yapıldığı ‘Kültür Sarayı’nın kafeteryasına da. Ve Sofya’nın olası bir Balkan savaşı korkusundan sonra, Avrupa Birliği’ne tam üye bir ülkenin başkenti sıfatıyla olumlu yönde nasıl değiştiğine, gelişip güzelleştiğine tanık oldum.





Yazının Devamını Oku

Minarelerle gökdelenlerin dans ettiği kent: Kahire

8 Mayıs 2017
Kahire, Fas’dan Sicilya’ya geniş bir coğrafyaya hükmeden Fatimiler tarafından X. yüzyılda kurulmuş. Kente, ‘muzaffer’ anlamına gelen adını da onlar vermiş. O günden bu yana gelişip yayılan Kahire, adına yakışır bir devinim halinde, yirmi milyon nüfusuyla Orta Doğu’nun en büyük megapolü. İnsanı alıp götüren, içine çekip boğan, hayvansal bir enerji saçtığı söylenebilir. Akan iki şey var Kahire’de: Geniş yatağında ağır aksak akan dünyanın en uzun ırmağı Nil ve trafik. 

Tarihin babası olarak bilinen Yunanlı tarihçi ‘Herodot’ Mısır’ın Nil’in hediyesi olduğunu söyler. Aynı şey Kahire için de geçerli. Dört bir yanı çöllerle çevrili ülkede seksen milyonu aşan nüfusun yüzde beşden küçük bir alanda, yani ırmağın deltasıyla kıyılarında yaşadığı biliniyor. Nil, Kahire’yi ikiye bölmekle kalmayıp, palmiyelerle okaliptüslerin gölgelediği rıhtımlarıyla kente nefes de aldırıyor. Özellikle de çölden esen hamsin rüzgârıyla kavrulan yaz sıcaklarında.



Eski yeni, büyük küçük arabalarla motorsikletler ve arada bir yolun ortasına fırlayan kamyonlar tam bir keşmekeş içinde, kelle götürür gibi son hızla, dar geniş demeden tüm caddelerden ve Nil’in iki yakasını birbirine bağlayan köprülerden akıp gidiyor. Korna sesleri motor homurtularına, müezzinin sesi yalellilere karışıyor. Ana caddelerden yan sokaklara saptığınızda, toz toprak içinde yaşayan yoksullarla, tarihin en eski üniversitelerinden biri olan Al-Azhar ‘ın bitişiğindeki mezarlıklarda barınan çulsuzlarla, bir kaç limonla portakaldan başka satacak malı olmayan, Necip Mahfuz’un romanlarından tanıdığımız insanlarla karşılaşıyorsunuz.


Yazının Devamını Oku

Gördüğünüz değil hissettiğiniz Le Havre’dir

28 Nisan 2017
Kentler günümüzde değişiyor evet. Ama onları, sanat yapıtlarına yansıyan biçimleriyle keşfetmek hâlâ mümkün. Fransa’nın en büyük ikinci liman kenti Le Havre, belki artık Monet’in ‘İzlenim’ tablosunda ölümsüzleştirdiği kent değil. Ama her iki yapıtın da izini bu kuytu limanda sürebilirsiniz. Ben de öyle yaptım. Gün boyu arşınladığım sokak ve parklar roman kahramanı Antoine Roquentin’in de arşınladığı mekanlar, bu dünyada yabancılığını ve aykırılığını, yalnızlığını duyumsadığı yerlerdi.

Le Havre, Seine nehrinin Manş Denizi’ne döküldüğü yerde kurulmuş bir liman. Adı Fransızcada ‘kuytu’, ‘sığınılacak yer’ anlamındaki ‘havre’ sözcüğünden geliyor. Doğal bir liman değil ama günümüzden tam 500 yıl önce, 1517’de Kral I. François’nın girişimiyle ve Fransa’nın deniz gücünü geliştirmek amacıyla, deyim yerindeyse yoktan var edilmiş. Bu günlerde kuruluşunun 500’üncü yılını kutlamaya hazırlanıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılan, neredeyse ‘yer ile yeksan’ olan Le Havre, beton ve çeliğin egemenliğinde yeniden inşa edilmiş. Fransız kentlerinde pek rastlanmayan bir mimari dokusu var. Geniş caddeleri, tramvay durakları, çok geniş parkları birbirini dikey kesen sokaklarıyla eski sosyalist ülkelerin başkentlerini anımsatıyor. O kentler köklü bir değişim yaşıyor Berlin duvarının yıkılmasından sonra, ama aynı şeyi Le Havre için söylemek mümkün değil. Marsilya’dan sonra Fransa’nın bu en büyük limanı 1950’lerde kalmış gibi. O dönemin modern mimari özelliğini yansıttığından olmalı, UNESCO tarafından korumaya alınmış. 

 

Ünlü mimar Auguste Perret’nin tasarladığı bu beton yığını, bana sorarsanız, hiç de güzel değil. Akılcı bir düzenlemeyle gerçekleştirilmiş bir çeşit toplu konut projesini andırıyor. İtici bir görünümü var. Beğenenlerle beğenmeyenler arasındaki tartışma halâ sürüyor. Ben, tahmin edebileceğiniz gibi, beğenmeyenlerdenim.
Le Havre’ın iri çakıllarla kaplı, çok büyük ve geniş, denizin ‘gitgeliyle’ sınırları değişen ve kıyı boyunca uzayıp giden çok büyük bir plajı var. İyi ki de var. Çünkü burada temiz havayı soluyabilir, dalgakıranın ucundaki deniz fenerine dek yürüyebilirsiniz.

Yazının Devamını Oku