Ve yine yoktur “nişan” ile “düğün” arası o denli birbirinden uzak düşmüş bir olay “EXPO”dan başka!
“Hava”sı başka “kendi” başka, “adı” ile “tadı” birbirinden ayrı...
Yoluna başkanları – başbakanları – bakanları ile devletlerin, örgütlerin, şirketlerin düştüğü, beş yılda bir gelse de gelmeyince de nelerin yitip gittiği bilinmez bir sevgili sanki!
Ve dahi... Sanayidir, ticarettir, turizmdir -kalkınma adına ne varsa- dilden düşmez de, “sanat” bir sözcüklük yer bulamaz o EXPO’da.
Ben de bu sebeple, “bir teselli” olsun diye, işbu yazımın başlığına uyduruk bir ekleme yapmış oldum: EXPO_Art
* * *
Nedir şu “EXPO”?
Öyle ya, baktım da gazetelere 3 Nisan günü, İzmir sokağa dökülmüş sanki. 23 Nisan’a daha yirmi gün vardı. Hani şu “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” dedikleri.
Ee, bayram değil, seyran değil, ya o kalabalık da ne ola!
Başlarında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, 130 kişilik bir çete, bir dizi yolsuzluk yapmış da onun davası görülecekmiş o 3 Nisan günü.
Bir dava ki, “yüzyılın davası” imiş, yargılanan gerçekte “çağdaş İzmir” imiş.
“Olmazmış öyle dava!”
İşte o gün Adliye Sarayı’nın önünde binlerce kişi bunu dile getirmek için toplanmış.
Dedim kendi kendime, koskoca bir Büyükşehir Belediyesi’nin başı adaletin “yüce” takdiri ile davanın böyle bir “baş” mevkii içine yerleştirilmiş ise o kentte başka dava olmaz. Olsa da kimse kulak asmaz.
Gelin, dinleyin diyordu Sayın Demirkol, “Dünden Bugüne Bir Nefes Alaturka...”
Bir hayli yılımı “tiyatro” denen o karmaşık dünyada tükettiğimden, 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nü de görmezden gelemezdim.
Ve birden iki “vay” ile karşı karşıya kalıverdim!
***
“Bir Nefes Alaturka”da Nihat Demirkol’un piyanosu ile Türk Müziği’ni avucunun içine almış olmasını bir yana bırakıyorum şimdilik.
Ya konserin verildiği salon! Bana “vay” dedirten “Yüksek Eraslan” adı verilmiş o Özel Ege Lisesi Kültür Merkezi!
Yıllardır İzmir Devlet Tiyatrosu ile Devlet Opera ve Balesi daracık, eğreti sahne ve salonlarda yuvarlanıp giderken devlete mi, yerel yönetimlere mi -hiç olmazsa birine- ders verir gibi bir özel girişimci, Bornova’da Özel Ege Lisesi’nin yanı başına 2008’de 573 kişiyi ağırlayan bir Kültür Merkezi yapıvermiş.
***
Çeşitli kurumlar, dernekler, okullar değişik etkinliklerle her yıl kutlamakta o gün Dünya Şiir Günü’nü.
O gün, bizim, İzmir Atatürk Lisesi’nde düzenlenen etkinliğin içinde, hiç bilmeksizin yer alışımızın bir öyküsü varmış.
Bir öğrenci eski kitapçılarda bir kitapçık bulur: “Şiirler 1952 - 1953”.
İzmir Atatürk Lisesi’nin o dönem öğrencilerinden Erol Aksoy, Şefik Aksoy, Somer Ataca, Alim Atay, Haluk Besen, Halit Değer, Ünal Demiraslan, Güner Gürsel, Sezai Güven, Cengiz Kentli, Güner Oral, Aydın Özakın, Metin Tozkoparan, Teoman Varol, Yıldırım Mustafa, Mustafa Yuluğ’un şiirlerinin yer aldığı Kültür Kolu’nun yayınladığı bir kitap.
Bir kitabın içinde birkaç şiiri ile var olmak!
“Bu akşam çalışılacak çok ders var – Ama ben korkmuyorum sevgilim – Ruhumda istikbalin hafifliği ile – Senin için çalışıyorum – O günler için.” (Mustafa Yuluğ)
“Çehrelerini kaplamış – Kırışıklıklar - Kimisi yarım, kimisi tam asırlık - İhtiyarlar.” (Haluk Besen)
Ege’den başlamıştım önce, 1990’larda. Arada Atatürk’e çıkışım da oldu.
Herhalde İzmir’den başka hiçbir kent yoktur, başı sıkışınca yolu ya Ege’ye, ya 9 Eylül’e, ya Atatürk’e düşmesin!
“Bir” ışığı “binbir” ışık gibi görmekle başlamıştı terslikler. On yıl ya geçti, ya geçmedi, “kalp” neredeyse yarı yolda kalıverdi. Geldi ardı ardına “kafes”ler, beşe dayandı mı ne!
Felek her türlü cefasını son yirmi yıla toplayıp da gelmiş sanki. “Safra” atıldı derken, “şeker”li bir tuzak kurulmuş da bekliyor.
Ve şimdi, soluğu tükenmiş gibi, beş kelimelik cümlenin daha ikinci kelimesinde koyuyor noktayı.
“Havalar zaten pek iyi değil. Yarım yamalak solusan n’olur!” demekle yaşam yolu düze çıkmıyor.
Dedim ya, 9 Eylül’deyim.
***
Bugün de bütün görkemiyle yerinde duran okula dört yıl boyunca gidip gelmişlerden biri olmakla, İzmir Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı’nın verdiği o yemekte ben de vardım.
Benim İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirişim 1954’e denk gelir. Ne eğitim sistemidir ki, lisenin 4 yıldan 3 yıla indirilmesi yüzünden, “bir yılını kaybedenler ve kazananlar” -aynı sepete konup- o yıl lise diplomamızı almış olduk.
2012 hesabıyla ben 48 yıl sonra, İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirmiş olanlarla bir araya gelmiş oluyorum.
Ama o yemekli toplantıda bulunanlar arasında, bakınıyorum 1950 kuşağından hiç kimseyi tanımıyorum!
Ve bir kişi bile beni tanımıyor!
***
Türkiye’de adını yaşatmakta kıskanç olan eğitim kurumlarının başında herhalde “Galatasaray Lisesi” gelir. “Galatasaraylılar” neredeyse ikinci bir kimlik gibi taşırlar diplomalarını. “Galatasaraylı” olmak, anlaşmak için sanki ortak bir dildir.
“Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.”
İnsanın belleği unutkanlıktan yana eksiklidir, hastadır yani, unutuverir insan. Öylesi, çantayı evde unutmak gibi değil. Sevgilinin adını unutuvermek gibi de değil.
Vaktiyle olmasaydı o “olmuşlar”, kimbilir hangi “karanlık” bir kuytuda yaşıyor olacakmış şimdi, unutuvermiş! Bir “aydınlık” düzlüğe çıkmış ya, niye anımsasın geçmişin yaşanmışlıklarını!
Sazlıktaki kamış, ney olup dile gelir de ustasının dilince, 90. yaşını doldurdu diye, dile gelmez mi ola “ney”, her neyse!
***
Musiki Muallim Mektebi, ortaöğretime müzik öğretmeni yetiştirmek üzere 1924 yılında Ankara’da kuruldu..
Mektep’in ilk öğrencileri Erkek Muallim Mektebi’nden seçilmiş olan 6 kişiydi.
Unutmasak da anımsamış olalım!
Ünlü Macar besteci Bela Bartok, 1936 yılında “Nazilerin baskısından kaçarak” Türkiye’ye gelir. Anadolu’da türkü derlemesi yapacağını söyleyen Bartok’un yanına bir tercüman verilir; bir yandan da yanından hiç ayrılmayan sivil polislerin “yakın” takibindedir Bartok. Devlet, “casus” sayar Bartok’u, müzik düşkünü tercüman da “işbirlikçi” diye damgalanır.
“Önyargı” üzerine kurulmuş bir yönetim, “yargı”yı bir yana bırakır, kendi “infaz” eder. Tercüman gizlice öldürülür, Bela Bartok da Türkiye’den sınır dışı edilir.
1936’da, o yıllarda, devlet nasıl bir devlettir ki, “Görünmeyen”de görülür olur.
Çağdaşlık inancıyla “Türk Beşleri”ni Avrupa’ya müzik eğitimine gönderen Atatürk, “Görünmeyen”de olan biteni görememiş mi ola!
Acaba?
Ya gerçek neydi?
***