İçeride ayrıntılı bir biçimde, tam bir sayfa kapsayacak şekilde işlenmişti.
Haberin kaynağı “çok üst düzey iki Batılı istihbaratçı” olarak veriliyor ve söz konusu habere göre, Putin bir ay kadar önce Rusya askeri istihbaratının başındaki General İgor Sergun’a Şam’a Başşar Esad’ın “çekilmeye ikna etmesi” için göndermiş. Sergun, 3 Ocak’ta aniden öldü.
Habere göre, Putin, Başşar’ı ikna edemeyince, askeri desteğini iki misline çıkartmış. FT’nin görüşlerine başvurduğu “Rusya uzmanları”, Kremlin’in “pragmatik tutumu”na dikkat çekiyorlar ve Suriye’ye yönelik “askeri müdahalesi”nin “Suriye liderinin kaderi üzerinde söz sahibi olmak kadar, Rusya’nın uluslararası sahneye kendisini etkili bir biçimde yerleştirme hesabıyla ilgili olduğu”nun altını çiziyorlar.
Örneğin, Dmitri Trenin, “Putin için” diyor, “Suriye müdahalesi hiçbir zaman Esad’ı iktidarda tutmak amacıyla ilgili değildi. Amerikalıları, Rusya’nın bu sorunda anahtar rol sahibi olduğunu kabul etmesini sağlamak amacıyla ilgiliydi. Bu da Viyana süreciyle elde edildi.”
Metni ve imzaları bana ileten, Türkiye’nin en parlak yeni kuşak akademisyenlerinden biriydi. Metne ve altındaki imzalara iliştirdiği notta şöyle yazmıştı:
“Son günlerde bildiri enflasyonu yaşanıyor, ama bu bildiriyi imzalayan insanları görünce daha farklı bir klasman olduğunu fark edeceksiniz. Biraz uğraştık ama ABD’den Japonya’ya kadar Türkiye ve Osmanlı çalışan akademisyenlerin önemli bir kısmını bir araya getirdik. Alanlarının en meşhur isimleri var. Türkiye’de sözün artık pek bir hükmü kalmadı ama böyle bir hamlenin hükümet açısından cadı avının ‘reputation cost’unu daha da arttıracağını umuyoruz.
En azından belki bu azgın saldırı dalgasının daha çok akademisyenin canını yakmasını engeller. Sizin deyiminizle, bu ‘savaşın kazanılmayacak’ olduğunun farkına varırlar.” Umalım öyle olsun. İmzalara göz atınca, gerçekten de Amerika’dan Avustralya’ya, İngiltere’den Japonya’ya, Mısır’dan Kore’ye, İspanya’dan, İsveç’e, Türkiye, Osmanlı ilk dönem ve son dönem tarihi, İslam ve Ortdoğu üzerine, kimisi on yıllardır çalışmakta olan ve onbinlerce sayfa eser vermiş ve onbinlerce insanı bilgiyle yönetmiş, onbinlerce öğrenci yetiştirmiş olan kimisini doğrudan tanımak fırsatını bulduğum isimleri gördüm.
Gerçekten de “farklı bir klasman”dı.
1128 imza, Türkiye’nin 89 değişik üniversitesine mensup. İmzacıların 155’i akademik unvan olarak profesör sıfatı taşıyor.
Daha ilginç istatistik yurt dışındaki üniversitelere mensup olarak 1128 imza arasına girmiş olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla ilgili. 120 dolayındaki Kuzey Amerika (ABD ve Kanada) ve Avrupa üniversitelerine mensup, aralarında 20 profesör unvanlı akademisyenler. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin aralarında yer aldığı 17 değişik ülkede çalışmakta olan “Türkiye’nin beyin ihracı”nı temsil ediyorlar.
89’u Türkiye’de, 120 dolayında olan Türkiye dışında yaklaşık 200 üniversitede ve neredeyse tüm “bilim dalları”nda çalışan ve görev yapan, aralarında 175 kadarı profesör unvanlı, ezici çoğunluğu, kendi çalışma alanında “doktor” sıfatını taşıyacak, yani üzerinde çalıştıkları konunun “doktorası”nı yapmış insanlar.
Türkiye’nin muhtemelen “en büyük ve geniş bilgi birikimi”ni temsil ediyorlar. 1128 kişi, “Barış için Akademisyenler” adlı girişimin “orijinal imzacıları”; sayıları şu anda 2000 üzerine çıkmış durumda.
Bu sorunun bendeki cevabı: “Türkiye öyle bir şiddet iklimi içine sokuldu ki, ‘terör eylemleri’ için açık pazar haline geldi!”
Şunun şurasında 2015 yılı içinde yaşanmış olan ve hatta katliam boyutlarına varan “terör eylemi”nden bırakın ders almayı ve “terörün kaynağı”na ilişkin olarak birleşmeyi, ülkeyi yöneten “irade”, dilini iyice sivriltti ve “şiddet söylemi”ni arttırarak, “şiddet iklimi”ni besledi.
Bunu yaparken, ülkenin insanlarının kanını döken, canını alan “terörün en önemli kaynağı”nı yani IŞİD’i de hedef almadı. “PKK ile savaş” gerekçesi üzerinden yürütülen “Kürtleri ezme ve bastırma girişimi”ne öncelik verdi.
Sultanahmet saldırısı da, bu “çizgi”de bir kırılma, bir “geri dönüş” yaratmış değil.
Rapor, Diyarbakır, Şırnak, Ağrı, İstanbul, göre, 26 Temmuz 2015’ten 31 Aralık 2015’e yana geçen yılın sonuna kadar sonuna kadar, Diyarbakır, Şırnak, Ağrı, Van, Mardin, Hakkari, Adana, Ankara ve İstanbul’da öldürülen çocukları kapsıyor.
Aynı illerde en az 56 çocuk yaralanmış, bazıları uzuvlarını kaybetmiş.
En büyüğü 18 yaşında, en küçüğü 35 günlük bebek olan, Cizre’de üç aylık iken vurulan Miray İnce’nin simgelediği 58 çocuk.
Bu rakamlara dün Cizre’de vurulan 17 yaşındaki Nidar Sümer ile Diyarbakır Sur’da öldürülen melek yüzlü ve yine 17 yaşındaki Rozerin dahil değiller.
Joshua Landis, “blog”unda “Suriye’de 2015’in En Önemli On Gelişmesi”ni sıraladı. Birinci sırada, “Rus Müdahalesi”ni sayıyor. Bu konuda kendisiyle tümüyle aynı görüşteyim.
İkinci sırada ise “Amerikan-Kürt İttifakı”nı saymış. Bu “başlık” altında yazmış olduklarını dikkatle izleyelim:
“2014’in sonlarından ve 2015’in başından itibaren Amerikan Hava Kuvvetleri kendisini daha ziyade Batı Kürdistan Hava Kuvvetleri’ne dönüştüren bir şeye benzedi. Amerikan hava koruması desteği altında, Kürt kuvvetleri Rojava adı verilen kendi özerk bölgelerini kuruyorlar...
14 Aralık’tan bu yana Cizre ve Silopi’de ölen 47 kişiden 6’sının yasaktan dolayı hastaneye gidemedikleri için, kalanların ise atılan kurşun ya da şarapnel parçalarıyla hayatlarını kaybettikleri bildirildi.”
Bu arada, “BBC Türkçe’den Hatice Kamer’in haberine göre Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ‘Gömüldü’ dediği üç aylık bebek Miray İnce’nin de aralarında bulunduğu 10’u çocuk, toplam 40 kişinin cenazesi Şırnak, Cizre ve Silopi devlet hastanelerinin morgunda bekletiliyor. Ancak hastanelerin morg kapasitesi dolduğu için, çatışmaların yoğun yaşandığı Silopi’nin Başak, Barbaros ve Nuh mahallelerinde bazı cenazeler evlerde ve camilerde bekletiliyor.”
Ayrıca, bir başka “haber” ise Diken’de okuduğum haliyle şöyle aktarılmış:
“Ablukanın devam ettiği Şırnak’ın Silopi ilçesinde önceki akşam öldürülen üç kadının, DBP Silopi Eş Başkanı Gülşen Özden’i arayıp, ambulans istediği belirtildi…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yani. 27 Eylül 2015 günü doğmuş.
Cizre’de.
Adı Miray İnce.
Bu dünya ve hayat, bizlerin bugün sahip olduğu bu bilgilerin onun da öğrenmesi için ona çok cömert olmamış. Çünkü, sokağa çıkma yasağının hüküm sürdüğü ve kuşatılmış mahalleleri sürekli ateş altında bulunan Cizre’nin Sur Mahallesi'nde vücuduna isabet eden bir kurşunla, 25 Aralık 2015 gecesi saat dokuz sularında hayatı son bulmuş, bu dünyayı terk etmiş.
Onun minik bedenini kucaklayıp hastaneye götürmek için polisin sözüne inanarak elinde beyaz bayrakla dışarıya çıkan dedesi 80 yaşındaki Ramazan İnce, keskin nişancı kurşununa hedef olmuş. Yaralanmış. Ramazan İnce’nin hayatı da bahtsız torunundan yarım gün sonra son bulmuş; o da bu dünyadan ayrılmış.
Miray İnce’nin amcası, Ramazan İnce’nin oğlu Abdurrahman İnce, yeğeninin ve babasının cenazesini almak için uğraşıyordu. Amacına ulaşabildi mi, bilmiyorum.
Günlerdir Cizre ile aynı kaderi paylaşan, doğu yönündeki komşusu Silopi’de ise evinin önüne çıktığı sırada keskin nişancılarla vurulan 57 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesi ise aradan 7 gün geçtikten sonra, Cizre’de Miray İnce’nin vurulduğu gün, vurulduğu yerden alınabilmişti.
Taybet İnan’ın kayınbiraderi de onun vurulduğu yere yakın bir noktada kurşunu yemişti. Taybet İnan’ın kocası, kardeşini vurulduğu yerden aldığı vakit yaralanmıştı. Kendisinden haber alınamadı. Eşinin ölmüş öldüğünü, ama cenazesinin vurulduğu yerden alınabildiğini öğrendi mi, bilmiyorum. Çünkü, kendisinden haber alınamadığını, nerede olduğunun bilinmediğini bildiriyorlar.