Ateş Yalazan

Karbon salınımında paranoid korkular

11 Aralık 2009
HOLLANDA’da taşıt alım vergisi ve yıllık motorlu taşıt vergisine ilişkin uygulanacak yeni sisteme ilişkin haberi, geçen hafta Oya Armutçu’nun kaleminden Ankara Hürriyet’te okudunuz. Habere göre, Hollanda hükümeti tüm araçlara GPS cihazı takacak ve araçların yaptığı kilometre başına vergi uygulanacak.
“Bu sistem acaba Ankara’da uygulanabilir mi?” sorusunu da ortaya atıyor haber.
Sistemin amacı küresel ısınma faktörlerinden karbondioksit salınımını yüzde 10 azaltmak.
Haberi okuduğumdan beri sürekli Türkiye’deki telekulak, fişleme ve ortam takibi skandallarını düşünüyorum.
Düşünsenize bir...
Ankara’daki bütün araçlara hangi zamanda nerede bulunduklarına ilişkin GPS cihazı takılıyor. Yani hepimizin hangi saat diliminde nerede bulunduğu bir şekilde kayda geçiyor.
Sonra birileri bu sistemlere korsan giriş yapıyor ve telefon kayıtlarının ardından bu kez de araç kayıtları gazete sayfalarında çarşaf çarşaf ilan ediliyor.
Hangi bürokrat hangi gün hangi restorana gitti. O anda hangi siyasetçinin aracı da aynı restorandaydı?
Türkiye gibi telekulak ve izlenme konularında paranoya derecesine gelmiş haklı takıntısı olan bir ülkede bu sistemin uygulanması yeni paranoyaları da destekler şüphesiz.
Yani elin adamının karbon salınımını azaltmak için hayata geçirmeyi planladığı bu sistem, bizde siyasetin karanlık koridorlarına sıkışıp kalır.

İyi şeyler yapanın önü tıkanıyor

BAŞKENT’te uzunca bir süredir çok önemli çalışmalara imza atan bir vakıf var.
LÖSEV, Üstün Ezer’in önderliğinde yıllardır ufuk açan gelişmeler sağlıyor.
Her geçen gün onlarca lösemi hastası çocuk bu vakıf sayesinde sağlılığına kavuşmuş bir biçimde “kep atıyor.”
Bu vakıf uzunca bir süredir Lösemili Çocuklar Kenti’ni yapmak için kendilerine söz verilen araziyi bekliyor.
Uzunca süreden kasıt neredeyse yedi yıl.
Sözü verenler arasında kimler yok ki?
Cumhurbaşkanı, başbakan, devlet bakanları, sağlık bakanı...
Ama hemen ardından ne olduysa bu söz unutturulmaya çalışılıyor.
LÖSEV uğraşıyor ama bir türlü araziyi alamıyor.
Acaba neden verilen bu sözler unutuluyor?
Bu ülkede her zaman olduğu gibi iyi şeyler yapmak isteyenlerin önü tıkanıyor.
Yazının Devamını Oku

Sorun biz insanlarda

4 Aralık 2009
OLDUM olası mesafeli yaklaşırım sahipsiz hayvanlarla ilgili haberlere. Korkarım. Ne zaman “Köpekler saldırdı” haberleri yayınlansa, hemen bir katliam duyulur peşinden.
Ya zehirli etlerle ya da iğnelerle öldürülür topluca. Bu kentin sicilinde çoktur bu tür katliamlar. Ve hepsinin altında da faili meçhul imzalar vardır.
Bir süredir sesini yitiren bu katliam haberleri sanki yeniden başlayacak gibi korkuyorum bu aralar.
Meclis’in bulunduğu Akay Kavşağı’ndan her geçişimde hüzünleniyorum.
Çünkü oradaki parkta yaşayan kimisi topallayan, kimisi bir deri bir kemik kalmış köpekleri görüyorum.
O yoğun trafikte karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor, insanlardan mı yoksa onların kullandığı otomobillerden mi kaçsınlar bilemiyorlar.
Ama hüzünlenmek yetmiyor onu da biliyorum.
Sahipsiz hayvan konusunu yeniden gündeme taşıyan CHP Milletvekili Bayram Meral’in uğradığı saldırı oldu.
Bu saldırının ardından bakıyorum herkes sahipsiz hayvan sorununun çözülmesini istiyor.
Biliyorum ki, hepsi değil ama bir kısmı, çözüm sözcüğünden katliamı anlıyor.
Üstelik zihinlerindeki hayvanlara yönelik katli vacip kararı için saldırıya uğramaları gerekmiyor.
Geceleri, aç oldukları, soğukta kaldıkları ya da belki yavrularını kaybettikleri için ağlayan bu hayvanların seslerinin uykularını bölmesi yeterli o fermanı imzalamaları için.
Oysa bu sorunda en sorumsuz olanlar bu hayvanlar.
Ne üremek konusunda “en az üç yavru” düsturunu izliyorlar, ne de sokakta aç bilaç yaşamaya “Alayına isyan” diyerek gönülden razılar.
Onların geometrik biçimde üremesinden de, açlığa, soğuğa terk edilmelerinden de, dolayısıyla zaman zaman insanlara yönelik saldırılarından da bizler sorumluyuz.
Sadece biz insanlar.
Ama biz çözümü yine bu hayvanları cezalandırmakta buluyoruz.
İngiliz yazar George Orwell’in aynı adlı romanından uyarlanan ünlü “Hayvan Çiftliği” filmindeki gibi, eğer bizi yönetenler hayvanlar olsaydı onlara kızmakta haklı olurduk.
Ama bu dünyayı biz insanlar yönetiyoruz.
Sonra da dönüp bu hayvanlara kızıyor, onları hedef haline getiriyoruz.
Emin olun bu hayvanlarla ilgili biz insanların yarattığı sorunlar onlar için daha hayati.
Sorunu çözmek de bizim yöneticilerimize düşüyor.
Ve çözüm de köşelerimizde, haberlerimizde sahipsiz hayvanların saldırısına nasıl uğradığımızı anlatmaktan geçmiyor.
Yazının Devamını Oku

Başkent mönüsünde biber gazı vardı

27 Kasım 2009
BAŞKENT Ankara da tüm Türkiye gibi önceki gün memur greviyle sarsıldı. Evet memurların grevi, hayatın nasıl da sekteye uğrayabileceğini gösterdi bizlere.
Ama sadece bizlere.
Yoksa makam otomobilleriyle gezip, devlet dairelerinde işlerini yakınlarının hamili “kart”larıyla çözen, fatura gibi ödemelerinin hepsini odacılarına yaptırtan devlet büyüklerimizin hayatı durmadı elbette.
Onlar halen kendilerini bu tür “sıradan” gündelik dertlerden sorumlu hissetmedikleri için çözümlerinden de vareste kabul ediyorlar.
Dolayısıyla memurların bu hayat kıran desteklenesi eylemlerinin sonuçları da kulaklarının üstüne yatan hükümet ve devlet büyüklerimizi enterese etmeyecek büyük ihtimalle.
Bu eylemlerin kent sakinlerini hırpalamak dışında bir etkisi olmayacak.
Olsun biz hırpalanmaya çok önceden alışığız nasıl olsa. Bir kez de memurların hak aramaları için gündelik yaşamda hırpalanalım ne olur?
Maksat haklarını arayan memurlara destek olmak.
Hırpalanmak demişken, “devlet memuru” güvenlik görevlilerimizin şiddete karşı biraraya gelen Kadın Platformu üyelerine uyguladığı bibergazlı karşılama da Başkent’in dünkü kara mizahıydı.
Anadolu Ajansı’nın haberine göre, polis açıklama yapmak için Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı’na yürümelerine izin vermediği kadınlara bibergazı sıkmış. Oysa kadınların biraraya gelme nedeni “kadına karşı şiddeti protesto” etmek. Bu poli(s)tik ritüelin ardından kadınlar açıklamalarını nerede yapmışlar biliyor musunuz?
Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı’nda.
Kısacası kadınlar biber gazı yedikleriyle kalmışlar.
Tıpkı, sürekli birinin attan inip diğerinin bindiği ağa ile marabasının hikayesindeki gibi.
Neyse ağa hikayesini çok da açmaya gerek yok. Anlayan anlamıştır.
Ankara Hürriyet, kadınların yapacağı eylemi duyurduğu haberinde bir de araştırmayı sayfalarına taşımıştı.
Bu araştırmaya katılan 26 yaşındaki kadın, kızına hamileyken kocasından yediği dayağı anlatıyordu.
Bu araştırmaya göre her 10 kadından biri hamileyken şiddet görüyor. Bunların her dördünden biri de bu şiddet sonucunda yaralanıyor.
Kadına yönelik şiddetin kurumsallaştığı bu memlekette, son yıllarda gelişmeler sağlandığını, minimal düzeyde de olsa iyileşmeler kaydedildiğini biliyoruz.
Ama tüm dünyanın kadına yönelik şiddete karşı dayanışma günü olarak kabul ettiği 25 Kasım’da Ankaralı kadınlar için bibergazı vardı.
Bu dayanışma gününün mönüsüne biberli katkısından dolayı Ankara’nın güvenlik güçlerini kutlamak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Sokaklar yaşamalı

13 Kasım 2009
BAŞKENT’i çok yakından ilgilendiren ancak çok da gözönünde olmayan bir sorun yaşanıyor alttan alta. Ankara’da sokak mağazacılığı neredeyse bitme noktasına geldi.
AVM’lerin istihdamın itici güçlerinden biri olduğu, ekonomik canlanma yarattığı yadsınamaz bir gerçek.
Ancak bu konuda yerel yönetimlerin içinde bulunduğu plansızlık maalesef gelecek için çok da pembe bir tablo koymuyor önümüze.
Üstüne üstlük bu plansızlık sokak mağazacılığını da çok derinden etkiliyor.
Hem sadece sokak mağazalırını değil, şehir içindeki alışveriş merkezleri de büyük sıkıntı içindeler.
Tunalı Hilmi Caddesi’nin durumu da ortada.
Caddelere ve sokaklara sadece araçların geçeceği bir otoyol mantığıyla bakan anakent yönetimi bu gerçekleri görüyor mu bilmiyorum.
Ancak, hepimizin alışveriş merkezlerine tıkılıp kalmaması için sokakların da yaşaması gerekiyor.
Bu konuda dengeyi tutturacak olan da yine yerel yönetimler.
Sokakların yaşaması için tek çare trafiğe kapatılması değil şüphesiz.
Bazı konsept uygulamalar tasarlanabilir, o bölgenin esnafı ve vatandaşlarıyla birlikte karar alınarak hayata geçirilebilir.
Ama bunun yapılabilme için de öncelikle siyasi inatlaşmalardan, zıtlaşmalardan vazgeçilmesi gerekiyor.
Umarız, yeni dönem bu tür işbirliklerine olanak tanır.

Armut dibine düşer

ANKARAGÜCÜ’nde şimdi de teknik direktör krizi yaşanıyor.
Ben hiç şaşırmıyorum.
İşin sportif yönünü tartışmayacağım.
Bu bir yönetim tarzı meselesi.
Ankaragücü’nün yeni yönetimi, teknik direktör Hikmet Karaman ile yollarını ayırmaya çalışıyor. Ancak bunu yaparken profesyonel bir yol izlendiğini söylemek pek olanaklı değil.
Yapılan açıklamalarda takımın borçları her geçen gün çoğalıyor. Hangisi gerçek bilmek gerçekten çok zor.
Hatırlayalım.
Karayalçın döneminde yapılan metro yatırımlarının paralarını ödemeyen kim?
Ya halktan topladığı doğalgaz paralarını BOTAŞ’a ödemeyen?
Bitirme sözü verip üç tane metro inşaatına başlayıp para bulamadığı için yatırımları yarıda bırakan?
“Para yok” diye sızlanıp yan kuruluşların gelirlerini tartışmalı alt ve üst geçitlere yatıran?
E ne demişler armut dibine düşer.

Yazının Devamını Oku

Kendinizle konuşun

6 Kasım 2009
HEMEN hemen bütün toplumlarda garipsenir. Biraz ayrıksı tutulur.
İşin içine bir de tedirginlik girdi mi kaçış hızlanır.
Hemen hiç kimse kendi kendine konuşanlardan hoşlanmaz.
Düşünün, yolda yürürken kendi kendine konuşan birini gördüğümüzde bizi saran tedirginlik duygusuna karşı koyamayız.
Tiyatroda da, sinemada da kendi kendine konuşan karakterler pek makbul karşılanmaz.
Kısacası kendi kendine konuşana deli derler.
Peki ya kendisiyle hiç konuşmayana?
Hiç kendini dinlemeyen, tartmayan, doğrusunu-yanlışını yüreğinin adalet terazisine koymayana?
Akıllı.
Türk siyaset tarihi böyle akıllılarla dolu.
Tıpkı kent siyasetinde olduğu gibi.
Dünyaya kendi iç sesiyle bakanlar, zihinlerindekileri seslendirdikleri zaman kulağa ne kadar korkunç gelebileceğini hiç bilmiyorlar.
Oysa insanın bazen yaptığı ya da yapmadığı şeylerin korkunçluğunu anlaması için kendi sesinden duyması gerekiyor.
Örneğin acaba Melih Gökçek, kendi kendine konuşsa ve her seçimde vaat etmesine rağmen 16 yıldır bitiremediği metroyu belki de hiçbir kez tamamlayamayacağını yüksek sesle söylese nasıl hissederdi?
Ya da tarihi anıtı sarıya boyatma “akıllılığında” bulunanlar bunu yapmadan önce kendi kendilerine yüksek sesle az sonra yapacakları işi söyleseler ne kadar anlamsız bir işe tarihe imza atacaklarını fark ederler miydi?
Peki ya cumhurbaşkanı başkanlığında yıllardır bitmek bilmeyen toplantılar yapan, her seferinde bol bol karar alıp AKM alanını yine de çaresizliğe iten Milli Komite’nin gelmiş geçmiş tüm üyeleri bunu yüksek sesle kendilerine söyleseler nasıl bir tablo görürlerdi karşılarında?
Bu örnekler o kadar çoğaltılabilir ki...
Ama aslolan kendi kendine konuşmanın her zaman kötü olmadığı.
Yeter ki bir farkındalık yaratsın.
Kimin akıllı kimin deli olduğu ise konuşmakla değil alınan sonuçla ilgilidir.
Yazının Devamını Oku

Sinemada yakama yapışan suçluluk

30 Ekim 2009
BUNDAN iki yıl önce bir yaz ayında kapattı kapılarını Kavaklıdere Sineması. Sinemanın işleticisi İrfan Demirkol çok direndi ama sürekli artan zararı karşılayamaz noktaya geldi.
Öyle çok büyük büyük tepkiler de yaşanmadı Kavaklıdere kapandığında.
Sadece bazı Ankaralılar’ın içlerinde kopan fırtınalar vardı.
Bir kaç internet blogunda sönüp gitti onlar da.
Ama geride bıraktığımız hafta içinde çok önemli bir gelişme yaşandı.
Kavaklıdere Sineması, semtin en önemli dinamik gücü olan Kavaklıderem Derneği’nin girişimleriyle kapısını araladı.
Açıkçası, iki yıl önce sinema salonu kapandığında “tatilde olan” Kavaklıderem’e biraz içerlemiştim. Kuru bir açıklama almak için uğraşmamız gerekmişti.
Gereken tepkiyi ortaya koymadığını, pasif kaldığını düşünmüştüm.
Ama önceki gün derneğin bu konuda çok çaba harcadığına şahit oldum.
Salon şimdilik bir sergi için araladı kapılarını. Ama makinelerin yeniden çalışması konusunda umut sağlayan bir çok gelişmeyle birlikte.
Kavaklıderem’in yanısıra Nergis ailesi, AGE Şirketler Grubu ile Kültür ve Sanat Kulübü’nün büyük katkıları var bu gelişmede.
Salonun sahibi Ayhan Nergis, neredeyse hayatının tamamını bu sektörde geçirmiş bir isim. Eskinin meşhur Menekşe, Nergis ve Kavaklıdere sinemalarının sahibi.
Nergis de ailesinin sonraki kuşak temsilcileriyle birlikte önceki gün Kavaklıdere Sineması’ndaydı.
Tam iki yıldır bu salonun bir alışveriş merkezi, pasaj yapılmasına direniyor.
Bir çok cazip teklifi geri çevirdiğini tahmin ediyorum.
Emektar sinemacı, önceki gün bu sektöre ve kente on yıllardır gösterdiği fedakarlıklara bir yenisini ekledi.
Salonun yeniden açılması için çaba harcadı, harcayanları geri çevirmedi...
O gün, Kavaklıderem Başkanı Hale Bandik, Yönetim Kurulu Üyesi Oktay Berkkan, Ayhan Nergis ve Nergis ailesinin fertleri ile sohbet etme imkanı buldum.
Salon için umutlandım.
Ama o gün, serginin açılışı öncesinde konuşmaları dinlemek için Kavaklıdere Sineması’nın salonuna girdiğimde bir hüzünle birlikte suçluluk duygusu da yapıştı yakama.
Açık olduğu günlerde en son ne zaman orada bir film izlediğimi düşündüm, ne yalan söyleyeyim hatırlayamadım.
Üzerime düşen neydi ve ben neleri yapmadım üzerime düşenlerden diye düşündüm.
O günkü konuşmalarda “Salonunu özleyen sinema” sloganı dillendirildi.
Türkiye garip memleket.
Başka ülkede olsa mahalle halkı ayaklanır, “Salonumuzu istiyoruz” diye bağırır.
Bizde, sinema salonunun, seyircisini özlemesi, onun için ayaklanması gerekiyor.
Üstelik kent yaşamına hep kaliteli filmlerle katkı sunmuş, festivallere kucak açmış böyle bir sinema salonunun.
O gün yakama yapışan utanma duygusunu yazmamın nedeni, belki bu kentte başka birilerinin daha utanmasını sağlamak.
Kimlerin mi?
Herkesin. Öğrencisinden memuruna, belediye başkanından bürokratına, sanatçısından siyasetçisine herkesin.
Ankara’daki son semt sinemasını yeniden canlandırmak için belki de bu utanç itici bir güç olur.
Hani Murathan Mungan aşk için diyor ya:
“gün gelir bir gün/başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide/o eski ağrı/ansızın geri teper.
Dilerim geri teper.
Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir”
diye.
Dilerim ki hep beraber utanırız.
Yoksa gerçekten bitmişizdir.
Yazının Devamını Oku

Sanatçı mı hatırlanır başkan mı?

23 Ekim 2009
BAŞKENT’te bu da oldu. Tarihi, sanatsal niteliği tartışılmayan, kent tarihiyle özdeşleşmiş bir anıt, bazı kendini bilmezler tarafından sarıya boyandı, mahvedildi.
Geriye tartışması kaldı.
Bu katliam fark edilir edilmez, Büyükşehir Belediyesi “ivedi” bir açıklama yaptı.
Bu açıklamada birileri “işgüzar” olarak nitelendi, olayla ilgili soruşturma açıldığı duyuruldu, sorumluluk birilerinin kucağına bırakılmaya çalışıldı.
Ama anlaşıldı ki, işi mahveden yine bir belediye bürokratı.
Beyefendi, anıtın sarı renkte daha iyi duracağını düşünmüş.
Haftabaşında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay sessizliğini bozdu ve anıtla ilgili bir açıklama yaptı. Günay, daha en başta “Bu heykel ne gelişi güzel boyanır, ne de gelişi güzel temizlenir, bunun uzmanları var. Uzmanları lütfen çağırın onlarla çalışın” dediğini kayda geçirdi.
Burada esas tartışılması gereken, Gökçek’in önderliğindeki kent yönetiminin sanata, heykele bakışı.
Özensiz bir bakış bu. Sanatı önemsemeyen, bir çok adımı “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla atan bir bakış.
Haydi gelin hep beraber şöyle bir soru soralım:
“Eğer sarıya boyanan bu anıt, bir Atatürk anıtı olmasaydı, belediye yönetimi bu kadar panik atak geçirip öncü açıklamalar yapıp, durumu bu kadar ciddiye alır mıydı?”
Tabi ki hayır.
Belediye yönetiminin panik olup, normalde göstermediği bir önemi gösteriyormuş gibi yapması için bir sanat eserinin Atatürk ile ilgili olması mı gerekli?
Bugün biliyoruz ki, mevcut belediye başkanı sanattan anlamıyor, anlamadığı gibi ahkam kesmekten de geri durmuyor.
Oysa bilmiyor ki, sanat sadece kendisi için çıplaktır.
Üstelik onun anladığı anlamda çıplak değil.
Hangi sanat eseri olursa olsun hiçbirşeyden değilse bile sadece sahibinin emeğinden dolayı saygı görmeyi hak eder.
Üstelik başkanların saygısı değildir aranan. Belki tarih o başkanı hatırlamaz ama saygı göstermediği sanat eserlerini hatırlar.
Tıpkı bugün cezaevinde Nazım Hikmet’e diskur çekmeye yeltenen o Adalet Bakanını hatırlamadığı gibi.
Bundan 15 yıl önce bir heykele yaklaşımını gayet açık hareketlerle açıklayan, su perisi heykelini kişisel hırs, intikam ve inat duygusuyla depodan depoya sürerek saklayan bir zihniyeti hatırlamayacağı gibi.

Olmayan metrolar hayırlı olsun

DİYELİM ki, şehrin batı koridorunda yani Ümitköy, Çayyolu kanadında yaşıyorsunuz.
Hergün sabah şehre doğru yol alırken onca trafik sıkışıklığı içinde Hacettepe köprüsünün altında bir reklam panosuyla karşılaşıyorsunuz.
O panodaki başkan diyor ki:
“Çayyolu metrosu hızla tamamlanıyor. Hayırlı olsun.”
Herhalde kendi kendinize espri düzeyi ne kadar yüksek bir belediye başkanına sahip olduğunuz için seviniyorsunuzdur.
Düşünün neredeyse 16 yıl geçmiş. Bu vaatle üç seçim kazanılmış.
Bu sözde vaatlere başbakanlar, bakanlar karışmış.
Karşınızda o müjdeli reklam panosu.
Ve gelinen noktada golf arabasıyla kazılmış tünellerin içinden geçen bir başkan.
Bugün tüm işi hükümete havale eden başkan, bu hayali metroların temelini atarken kendi kaynaklarıyla bitirip bitiremeyeceğini öngöremedi.
Buna hiçbirşey demeyeceksek bile en azından beceriksizlik dememiz gerekiyor.
Üç dönemdir sözü verilen ama bir türlü tamamlanamayan yani “olmayan metrolarımız” hepimize hayırlı olsun.
Yazının Devamını Oku

Hazımsal sorunlar

16 Ekim 2009
ANKARA, geçen haftayı Avrupa Komisyonu’nun verdiği Avrupa Ödülü’nün rüzgarıyla geçirdi. Öyle ki, belediye defalarca bülten gönderdi, şehrin bütün ilan panoları Başkan Melih Gökçek’in gururlu ifadesiyle süslendi, yatırımların açılışı da gerekçe gösterilerek konserler, şenlikler düzenlendi.
Bu ödülle ilgili eleştiriler de az değildi. Daha önce genelde çok daha küçük kentlere verildiği muhalefetin eleştirileri arasındaydı.
Açıkçası ben de Ankara’nın bu ödüle layık görülmesine şaşıranlar arasındayım.
Bu kentin çözümsüzlüğe terk edilmiş onlarca sorunu var.
Yapay gündemler, gündelik siyasi polemiklerle üstü örtülmeye çalışılan ve artık gelecekteki varoluşunu tehdit eden bu sorunlarda bıçak kemiğe dayanmış durumda.
Bütün bunlara rağmen, ödül tabi ki vereni bağlar.
Avrupa Komisyonu, Ankara’yı buna değer gördüyse söylenecek bir söz yok.
Ancak, Başkan Gökçek, haftabaşındaki Büyükşehir Belediye Meclisi toplantısında ödüllerle ilgili eleştirileri yanıtlarken şu ifadeyi kullandı:
“Bence bunun bir tek anlamı var, samimi söylüyorum; olayı hazmedememektir. Arkadaş biz bu işleri hazmedeceğiz, hazmetmeye alışacağız.”
Gökçek’in “zafer coşkunluğu” içinde söylediğini düşündüğüm bu sözleri bendeki şaşkınlığı bir kat daha arttırdı.
Bu ödülü hazmetmek konusunda kimsenin bir sıkıntı yaşadığını düşünmüyorum.
Ama 15 yıldır bir kenti yönettiğini iddia eden bir belediye başkanının, hemen hemen hiç bir yaraya merhem olamazken,
Beraberindeki başbakanı ile birlikte gösterişli törenlerle temelini attığı üç adet metro hattını yönetim beceriksizliğiyle kaynak sıkıntısına sokarken,
Basiretli bir yönetici gibi davranamayıp vatandaşlardan tahsil ettiği paraları BOTAŞ’a ödemeyerek bu kentin sahip olduğu doğalgaz tekelini borçları karşılığında merkezi yönetime kaptırırken,
Geç önlem aldığı için kenti bir dönem susuzluğa, ardından da Kızılırmak suyuna muhtaç ederken,
Şehirdeki yeşil alanları, yasayla 50 kilometreye çıkmış mücavir alanlardaki ormanları katarak bakkal hesabıyla arttırırken,
Kentte öncü sanat anlamında adım atmak bir yana, atmak isteyenleri desteklemezken,
Heykelleri depolarda çürümeye terk ederken,
Şehrin parasını hesapsız, plansız, alt geçitlere harcarken,
Meslek odalarıyla ve sivil toplum örgütleriyle oturup konuşmak yerine, onları ötekileştirerek hayali düşmanlar yaratıken
bir hazım sorunu yaşamıyor ya,
işte ben onu hazmedemiyorum.

Yazının Devamını Oku